Yarısı teras olan çatı katındaki bu evde İsmail’le üç kişilik masamıza oturmuş kafaları çekiyoruz. Hafta içi, hafta sonu demeden ikinci bir mesai yapar gibi her gece burada sabahlıyoruz. Kullanılmış eşya satan bir dükkândan, fiyatı diğerlerine oranla daha uygun olduğu için, üç sandalyesi sağlam kalmış bu masayı Ömer’le birlikte almıştık. Ömer, baktık gelen giden olur o vakit birkaç sandalye daha ekleriz, demişti. Bu masayı aldıktan kısa bir süre sonra da evi terk etti. Ömer’in sandalyesi boş kaldı. İsmail’le aylardır bu boş sandalyeye bakıp bakıp içiyoruz.
Ömer’in gidişiyle üzerimize bir suskunluk çöktü. Sanki konuşsak, gülsek, eğlensek Ömer’e ihanet edeceğiz gibi. O yüzden evde sürekli bir yas havası var. Ömer buradayken kahkahalarımız yeri göğü inletirdi. Sokaktan geçenler kafalarını yukarı kaldırıp gece yarısı bu gürültüyü koparanlara bakardı. Kimseye aldırmazdık. Bazen İsmail bizden önce kalkardı. Biz Ömer’le muhabbete devam ederdik. Bir ondan bir benden çocukluğumuzun kuyularına kadar inerdik. Şimdilerdeyse İsmail’le kös kös oturup sabaha kadar içiyoruz sadece. Çıtımız çıkmıyor. Müzik sesi ve sinek vızıltıları olmazsa burası tam bir hayalet eve dönecek. Sanırım biraz da buna sebep Ömer’in sandalyesi. Onu kaldırsak her şey düzelecek diye düşünüyorum ama Ömer çıkar gelir diye dokunmuyoruz. Bence kendimizi kandırıyoruz ama İsmail öyle düşünmüyor. O, benden daha umutlu.
Ömer’in boş sandalyesi, bizi içine çeken bir sessizlik dehlizi gibi. Bu rakı masası da dehlize açılan bir kapı. Bazen bir sohbet başlatıp bu dehlizden çıkmaya çalışıyoruz ama sandalyedeki boşluk, kolumuzdan tuttuğu gibi bizi tekrar dehlizin içine atıveriyor. İsmail’le artık sohbet etmeyi geçtim, kaç zamandır birbirimizin yüzüne dahi bakmıyoruz. Kadehleri şerefe kaldırırken gözlerimiz; masada, duvarda, kendine duracak başka bir yer arıyor. Birbirimize önceki dostluğumuzun hatırı için katlanıyor gibiyiz. Allahtan Ömer’den kalan bu rakı muhabbetimiz var. Hoş o da eskisi gibi değil ya ama olsun, bu da olmazsa İsmail’le birbirimizin yüzünü hiç göremeyeceğiz. Kendimize vazife haline getirdiğimiz bu rutine ikimiz de sadık kalmaya çalışıyoruz. Her gece yemeği birlikte hazırlayıp yiyor, terastaki bu masayı kuruyor, Ahmet Kaya’yı açıyor, karşılıklı sandalyelerimize oturuyor, kadehler boşaldıkça dolduruyor, masanın altındaki kediye yiyecek bir şeyler veriyor, peynirden meyvelere gidip gelen sinekleri izliyor, uykumuz geldiğinde de kalkıp yatağımıza gidiyoruz.
İsmail, bu gece rutinimizi bozdu. Eve geç geldi. Yemek de yemedi. Selam bile vermeden odasına çekildi. Her şeyi hazırladıktan sonra onu çağırdım. İsteksizce gelip masaya oturdu. Bu gece üstünde bir tuhaflık var. Bazen ellerini ensesinde birleştirip gökyüzüne bakıp dalıyor, bazen de alnını masaya koyup öylece duruyor. Şarkıdandır diye düşünüp şarkıyı değiştiriyorum. Bir süre sonra aynı şeyi tekrar yapıyor. Kafasının içi dolu. Konuşsa dinlerim. Susuyor. Bu hali canımı sıkıyor. Zaten rakının da tadı yok bu gece. Masadan kalkmaya yelteniyorum. Kalkacağımı anlayınca dili çözülüveriyor.
“Bugün yolda Ömer’i gördüm. Yanına yaklaşamadım bile. Bu durum çok ağrıma gitti. Gel, senle yarın karşısına geçip yüzümüzü dökelim. Bak aradan bunca zaman geçti, belki affetmiştir.” Aylardır konuşmadığımız bu konuyu birden dile getirmesine şaşırıyorum.
“Ben de istemez miyim? Kaç defa denedik?”
“Bir daha deneyelim. Belki acısından o kadar sinirlenip köpürdü bize. Belki sonrasında, onlar benim canciğer arkadaşlarım, etmişlerdir bir hata deyip affetmiştir.” Konuştukça biraz daha umutlanıyor. Çok heveslenmesini istemiyorum.
“Nasıl affetsin, adamın parasını çaldık. Hem de…”
“Ya çaldık deme şuna, aldık. Birbirimizden hiç mi para almadık.”
“Oğlum, adam sandalyesinde sızmışken bir hırsız gibi cebine girip parasını çalmadık mı?”
“Keşke o an canımız çıksaydı da o parayı almasaydık. Bir şişe daha rakı içeceğiz diye en yakın dostumuzdan olduk,” diyor kadehini doldururken.
“Hayır, küçük bir rakı alıp eve dönseydik yine iyiydi. Şerefsizler gibi tüm parasını götürüp pavyondaki karılarla yedik,” diyorum.
“Bak ne düşündüm. Parasını toplayıp geri verelim. Gerekirse ben gider kredi çekerim.”
“Oğlum, o para babasının tedavi parası değil miydi? Babası bu yüzden ölmedi mi? Bu saatten sonra parayı vermişsin ne vermemişsin ne.” İsmail bunu tamamen unutmuş gibi yüzüme bakıyor. Sonra hafızası berraklaştıkça yüzü gölgeleniyor.
“Doğru ya, babası içindi. Kaç kişiden toplayıp biriktirdim demişti ağlayarak.”
“E, o zaman ne yapmasını bekliyorsun? Parasını verince gelip boynuna sarılacağını mı sanıyorsun?”
Tüm olanları baştan hatırlayınca üstümüze bir ağırlık çöküyor. Susuyoruz. Ömer’in sandalyesi buz kesiliyor. Peynirlere ve üzümlere üşüşen sineklerden başka bir yaşam belirtisi kalmıyor masada. Arada bir başını masanın altından çıkarıp biraz daha peynir isteyen kediden de tık yok. İsmail, üst üste kadehleri dikiyor kafasına. Bir elinde rakı bardağı diğerinde tütün sigarası. Sigarayı köküne kadar çekip bırakıyor. Ağzından duman çıkmıyor. Soluğundaki hırıltıyla dumanı verdiğini anlıyorum. Etrafa baygın gözlerle bakıyor. Ağzında ağırlaşan diliyle, “Ben yine de yarın gidip konuşacağım onunla. Şansımı deneyeceğim. Bu defa bizi affedeceğini düşünüyorum,” diyor. İsmail’in bu inatçı hali beni iyicene sinirlendiriyor.
“Oğlum, hayal kurup durma, babasının cenazesini kaldırmamıza bile izin vermedi, hatırlamıyor musun?”
“Olsun, gidip helallik isteyeceğim. Çok pişmanım, diyeceğim.”
“İyi, tamam ne halt yersen ye. Sonradan gelip bana zırlama ama,” diyorum.
Onu terasta yalnız bırakıp içeriye, odama geçiyorum. Sarhoş kafayla yatağımı zor buluyorum. Yatağa uzanınca İsmail’in taşıdığı umuttan birazının bende de yeşerdiğini fark ediyorum. Yüreğimi ısıtan bu duyguyla uyuyorum.
Sabah uyanınca İsmail’i mutfakta bir şeyler atıştırırken buluyorum. Beni görünce, “Bugün kesin Ömer’in yanına gideceğim, bu azaptan kurtaracağım kendimi,” diyor. Evden çıkarken pek umutlu değil. Ben de öyle.
İşyerinde üst üste yığılmış dosyaların içine gömülüyorum. İncelemem gereken birçok evrak var ama aklım Ömer’de. Ağlayarak bizi babasının cenazesinden kovuşu gitmiyor gözümün önünden. Bu halini hatırladıkça içim daralıyor, hayatta bizi affetmez, diyorum. Bazen de derinlerde bir ses, bu akşam gelir, rakıdaki payını içer, diye umut veriyor bana.
Mesaiden çıktığımda güneş batmak üzere. Biraz alışveriş yapıp eve geçiyorum. İçimde kımıldayan bir heyecanla İsmail’in gelmesini bekliyorum. Bir süre sonra kalkıp ortalığı topluyorum. Terası elden geçiriyorum. Kaç günün çöpü birikmiş. Önce her yere süpürge atıyorum sonra banyodan çektiğim hortumla tüm terası bir güzel yıkıyorum. İsmail gelmiyor. Yeni yıkanmış betonun üstünde çıplak ayaklarla volta atıyorum. Sigara üstüne sigara yakıyorum. Sokağın kuytularında karanlık yoğunlaşmaya başlıyor. İsmail gelmiyor. Kedi duvarın üzerinde pineklemiş, sinekler boş masanın üstünde dönüyor. On dakikada bir İsmail’i arıyorum. Telefonunu açmıyor. Sokaktaki evlerin lambaları tek tek sönüyor. Geceyi tekinsiz saatler devralıyor. İsmail gelmiyor. Sandalyeme geçip üç kişilik masanın boş haline bakıyorum. Sofra bezinin üzerinde oradan oraya uçuşan sineklere dalıyorum. İçimin geçtiğini kapının gıcırtısıyla uyandığımda fark ediyorum. İsmail, elinde iki rakı şişesiyle tek başına kapıda beliriyor. Yüzü ekşimiş hamur gibi gözlerime kıpırtısız bakıp, “Altı kıyamet saat bekledim kapısında. Açmadı. Sonra ev arkadaşıyla bunu gönderdi. Bir daha gözüme görünmesinler, diye de haber yolladı,” diyor. Elindeki şişe açacağını masaya koyuyor. Üzerinde Eyfel Kulesi olan bu açacağı Ömer’e ben almıştım. Koleksiyonumun en değerli parçası bundan sonra bu olacak, demişti. Artık olmayacak. Artık koleksiyonundaki yüzlerce açacaktan biri bile olmayacak.
İsmail’in gözleri, göz çukurlarına kaçmış. Omuzları çökük. Dokunsam ağlayacak. Gidip yüzüme bir su atayım, deyip içeriye giriyor. Ben de kalkıp mutfağa geçiyorum. Mezeleri yaptıktan sonra İsmail’le masayı hazırlıyoruz. Sandalyelerimize kurulduğumuzu gören kedi, masanın altındaki yerine geçiyor. Sinekler üzümlere konuyor. Ahmet Kaya’yı açıyoruz. Ortalığa keskin bir anason kokusu yayılıyor. İkinci şişeden sonra tadı ağırlaşan rakı boğazımızı yakıyor. Bakışlarımız dönüp dolaşıp şişe açacağında duruyor. Üst üste kadehler tokuşuyor. Ne benden ne İsmail’den çıt çıkmıyor. Dehlizin en karanlık yerinde debeleniyoruz.
İsmail masanın kenarlarına tutuna tutuna ayağa kalkıyor. Sendeleyerek tuvaletin yolunu tutuyor, bir iki adım attıktan sonra dengesini yitirip yere kapaklanıyor. Yanına gidip onu kaldırmaya çalışırken ben de üzerine düşüveriyorum. Birbirimizden destek alarak zar zor doğrulup oturabiliyoruz. Beni bir gülme tutuyor, bu halimiz İsmail’e de komik geliyor. Birbirimize bakıp katıla katıla gülüyoruz. Tüm kâinat kafamızın içinde dönüyor. Eşyalar, yıldızlar gözümüzün önünde hızla akan bir nehir gibi. Birden İsmail’in gülmekten çatlarcasına kızaran yüzü acı çeken, ağlayan bir ifadeyle yer değiştiriyor. O ağlayınca ben de ağlamaya başlıyorum. Kedi masanın altında korkmuş gözlerle bize bakıyor. Ömer’in sandalyesindeki boşluk katılaşıyor.
Reşide Değirmi
Çok güzel...