Bir akşamüstü, uzaktan dağların siluetleri görünüyor. Yabancısı olduğun bu yerde yapayalnızsın. Nerede olduğunu anlamaya çalışırken dağların zirvesinden yamaçlara doğru katrana benzer bir karaltı, debisi yüksek bir nehir gibi akmaya başlıyor. Önüne gelen her şeyi yutarcasına içine alıyor. Kaçmaya fırsatın olmadan o karanlığın içinde buluveriyorsun kendini. Her şeyin sınır çizgisini yitirdiği bu karanlıkta, yüreğinden gelen kalp atışların olmazsa varlığından şüphe duyacaksın. Bir süre sonra kalbine belli belirsiz bir ses daha eşlik ediyor. Kulak kesiliyorsun, ses belirginleştikçe kalp atışların hızlanıyor. Bayram’ın sesi bu, elindeki deri kemeri şaklatarak seni çağırıyor. Ses bir yakınlaşıp bir uzaklaşıyor. Yönü olmayan bu karanlığın içinde nereye doğru bakacağını bilemiyorsun. Ağzını açıp ona cevap vereceğin anda dudaklarının kalın bir iple birbirine dikilmiş olduğunu fark ediyorsun. Ağzını açmaya çalıştıkça ip geriliyor, dikiş yerlerinden kesilen dudaklarından kan, oluk oluk ağzının içine akıyor. Bayram küfretmeye, hakaret etme başlıyor. Sen düğümün ucunu arıyorsun telaşla. Bulamıyorsun. Bayram bağırıyor, sen bağırıyorsun. Sesin, ciğerlerini, iç organlarını ve damarlarını kesercesine yayılıyor içinde. Bıçak saplanır gibi bir acı giriyor karnına. Yere düşüp kıvranıyorsun, ağzına dolan kandan boğulacağın anda kan ter içinde uykundan uyanıyorsun. Soluğun kesik, nabzın yüksek bir vaziyette yatağında doğrulup oturuyorsun. Korku ve tedirginlikten bedenin titriyor. Kendini sakinleştirmeye çalışıyorsun ama kemerin şaklaması hiç durmadan yankılanıyor kulaklarında. Seslerden kurtulmak için banyoya gidip üstündeki pijamalarla duşun altına giriyorsun. Suyun soğukluğundan bedenin titredikçe içindeki kötü duygulardan kurtulacağına inanıyorsun. Uzun bir süre suyun altında kalıyorsun, sonra kapının arkasına astığın kıyafetlerini giyip yatak odasına geçiyorsun. Yatağına giriyorsun ama uyku tutmuyor, tekrar uyumaktan korkuyorsun. Bayramı düşünüyorsun, öldüğünden beri ilk defa rüyana geliyor. Dua mı istiyor acaba, diye geçiriyorsun içinden. Elini açıp dua okuyacağın an vazgeçiyorsun, lanet okuyorsun bir ölünün ardından, günah olduğunu bile bile.
Havan dövmek istiyor canın. Saat sabahın dördü, havan dövmek için çok erken. Güne başlasam daha iyi olacak diyerek, banyodan aldığın deterjanlarla mutfağa gidip Bayram’ın düştüğü yere çömeliyorsun. Yıllardır, Bayram’ın kanı çıksın diye her gün telle, süngerle üzerine döktüğün çeşit çeşit deterjanlarla yeri ovuyorsun. Fayansların desenlerini çıkaran deterjanların Bayram’ın kanını neden çıkarmadığını, sorup duruyorsun kendine. Tüm mutfağı sildikten sonra arkana dönüp bakıyorsun, kan olduğu gibi yerinde duruyor. Yarın tekrar silerim deyip balkona, her zaman oturduğun köşene geçip sokağı izliyorsun. Denizden esip ağaçların, evlerin, yarım aralıklı pencerelerin arasından gelen, vücudunu saran serinliğe bırakıyorsun bedenini. Son zamanlarda kendine sık sık sorduğun o sorular geliyor aklına. Bayram yaşıyor olsaydı, beni seviyor olsaydı, ben de onu seviyor olsaydım, şimdi nasıl biri olurdum, diye. Ve ihtimaller ardı ardına sıralanırken, beşinci kattaki balkonunda düşlere dalıyorsun. Sonra başka sorular soruyorsun kendine. Ya babamın kumar borcu olmasaydı, Bayram, babamı öldürmekle tehdit etmeseydi, babama yalvardığım halde saçlarımdan tuta tuta onunla evlendirmeseydi, ben muhtarın oğlu Rıza’yla evlenmiş olsaydım, hayatım nasıl olurdu, diye. Bu ihtimal dudaklarının kenarına ince bir tebessüm düşürüyor.
Günün ilk ışıkları pencerelere vurmaya başladı. Birazdan sokağa işçiler, memurlar, öğrenciler damlar. Yavaştan içeri geçiyorsun, dünyayla olan ilişkini bugünlük burada bitiriyorsun. Kalın perdelerin ardına ördüğün hayatın içine çekiliyorsun. Boş bir sayfa bulup alınacakların listesini yazıyorsun: iki kilo toz deterjan, iki kilo kireç sökücü, dört kilo çamaşır suyu. Bir defasında bakkalın çırağı alışveriş filesinin içine, “Abla, bu kadar deterjanı ne yapıyorsun?” diye küçük bir not bırakmıştı. Yıllardan sonra ilk defa biri seni merak ettiği için çok mutlu olmuştun. Ama bir cevap yazamamıştın. O da bir daha sormamıştı. Dış kapıyı açarken tuhaf bir koku geliyor burnuna, kapıcı farklı bir deterjan kullanmış olmalı, diye düşünüyorsun. Dış kapının koluna astığın fileye, sebzeleri de eklediğin listeyi koyup kapıyı kapatıyorsun. Birazdan bakkalın çırağı ekmeğini getirip bırakır filenin içine.
Kahvaltını mutfak masasının üstüne koyup ekmeğin gelene kadar salondaki televizyonun karşısına geçiyorsun. En sevdiğin program başlamış. On gündür, kaybolan oğlunu arayan bir kadın, salya sümük ağlayarak program sunucusuna oğlunun evden ne zaman çıktığını, en son nerelerde göründüğünü anlatıp duruyor. Adamın karısından hiç ses çıkmıyor. Kocası da bir yerlerden düşmüş olmasın, diyorsun kendine, tıpkı babam gibi, tıpkı Bayram gibi. Baban, annenle kurutulacak sebzeleri asarken boş olan damda nasıl olmuşsa ayağı bir şeylere takılıp ikinci kattan kafa üstü yere düşmüştü. Hastaneye yetişmeden yolda can vermişti. Annen, “Sarhoştu, dengesini yitirdi,” demişti. Konu komşuya ayıp olmasın diye üç gün yas tuttunuz. Üçüncü günün akşamında, annenle birlikte babanın kıyafetlerini toplayıp bir çuvala koydunuz, çuvalı da kapının önündeki çöp kutusuna. Dördüncü gün, duvara asılı siyah beyaz fotoğrafını indirip annenin çeyiz sandığının en altına yerleştirdiniz. Beşinci gün, o evde ilk defa rahat bir yemek yediniz; kavgasız, dayaksız, huzur dolu. Yıllar sonra babanın evinde en sevdiğin yere -balkonun köşesine- geçip oturdun. Sokakta tek tük geçen insanlara baktın. Eskiden kapının önünden geçmesini beklediğin insanların hiçbiri yoktu. Onlar da başka sokaklara, başka balkonlara, başka hayatlara taşınmışlardı, tıpkı senin gibi.
Bayram, abine durumunun iyi olduğunu söylemen şartıyla babanın taziyesine gitmene izin vermişti. Seninle gelmedi, “O itin mezarına gelip bir de Fatiha mı okuyacağım?” demişti. Kapının önünde arabasına bindirdiği köylüsüyle on gün sonra evine geri döndün. Eski hayatına kaldığın yerden devam ettin, yine her gece mutfak balkonundaki köşene geçip oradan sokağı izledin. Burası babamın balkonundan daha güzel, sokak daha kalabalık, dedin kendi kendine. Evlendiğin zaman bu şehre taşınacağını söylediklerinde çok heyecanlanmıştın. Televizyonda gördüğün o kalabalık caddelerde yürüyeceğini, her sokağını karış karış gezeceğini, o denizlerin üzerindeki gemilere binip martılara simit atacağını sanmıştın. Ama tıpkı babanın evinde olduğu gibi burada da dışarıya çıkman yasaktı. Sadece balkona kadar, demişti baban ilkokulu bitirdikten sonra. Bayram’ın yasakları babanınkinden daha katıydı. Telefonda konuşmak, perdeyi çekmek, gündüz balkona çıkmak, kapıya bakmak yasaktı. Ne zaman içinde dışarıya çıkma isteği uyansa bileklerini kemirmiş ip izlerin, sırtındaki kemer yaraların sızlardı. O yüzden dış kapının yakınından bile geçemedin uzun zaman. Şeytana uyup kapının dışına çıkmaktan korktun. Sen de evinin duvarları içinde bir hayat kurdun kendine. Ve böylelikle Bayram’ın sana anlattığı, insanları kaçırıp ırzına geçen, onları şişleyip böbreklerini çalan, köprü altlarında uyuşturucu satan o kötü insanların dünyasından korunmuş oldun. Gece herkes uyduktan sonra mutfak balkonundan sokağı izlemekle yetindin. O saatte sokakta sarhoşlar, köpekler, gece vardiyası işçilerinden başka kimseler geçmezdi. Bir gün o sokağa çıkıp yürüyebileceğine olan inancını günden güne yitirdin. İçinde hevesler uyandıran tüm sesler çekildi. Zamanla, bir başkasının balkonundan gökyüzüne uzanan ama dalları tutunacak yer bulamayınca kendisine dolanan, kendisini boğan bir sarmaşığa benzedin.
Sesini beğendiğin eskici geçiyor sokaktan, yüzü de hoşuna giderdi bir zamanlar. Ne vakit kapının önünden geçse, “Eskici,” diye bağırırdı uzun uzun, araladığın perdenin gerisinde onu izlerdin. Gün boyu başka da görebileceğin birine rastlamazdın. Bazen bakkalın çırağı siparişlerini bırakırken çıkardığı tıkırtıdan geldiğini anlar, kapının dürbününden ona bakardın. Kapıyı açıp onunla konuşmak isterdin ama elin o kapının koluna dokunmaktan korkardı. İlk evlendiğimde bir çocuğum olsaydı bunun yaşında olurdu, diye geçirirdin içinden. Başta bir bebeğin olmasını çok istedin. Ama zaman geçtikçe bu fikrin değişti, böyle bir hayat hiçbir insan evladına reva olmamalı, dedin. Zaten yediğin tekmelerden hiçbir bebek de rahmine tutunamadı. Bir doktora dahi gitmedin. Sen de yalnızlığına çare olarak eşyalara isimler koyup onlarla konuşmaya başladın. İçlerinden biri bozulduğunda ya da kırıldığında onlar için yas tutun. İnce uzun boynu, yuvarlak kel kafasıyla Bayram’ı havanın tokmağına benzetirdin, o yüzden demir havana onun adını verdin. Ve her dayak yediğinde, dış kapıdan çıkıp gitmeye her heveslendiğinde ya da tüm dünyaya yabanileşmiş ruhun her acı çektiğinde o havanın içine, eline ne geçtiyse koyup dövdün.
Program bitmek üzere ama ekmeğin hâlâ gelmedi. Çırak hiç böyle geç kalmazdı, bir şey mi geldi başına, diyorsun kendi kendine. Az önce apartmandan gelen kokunun içeriye de sindiğini fark ediyorsun. Koku gittikçe keskinleşiyor. Çayı kontrol edince gazın kesildiğini görüyorsun, salondaki televizyondan da ses gelmiyor artık, elektrikler de kesilmiş. Gözlerinin yandığını hissediyorsun. Bir süre sonra boğazın da yanıyor. Yüzünü yıkamak için banyoya gidiyorsun. O esnada apartmanın yukarı katlarından çığlık sesleri geliyor. Kapıya koşup dürbünden bakıyorsun. İnsanlar telaşla kapının önünden geçiyor. Kimi bebeğini kucağına almış, kimi yaşlısının koluna girmiş hızlı adımlarla merdivenlerden iniyor. Yüreğin sıkışıyor. Salonun penceresine koşuyorsun, pencereyi yarısına kadar aralayıp perdenin gerisinden dışarıya bakıyorsun. İnsanlar, sokağı doldurmuş yukarıya -oturduğun apartmana- bakıyor. Apartmanın içinden birinin, “Yanıyoruz,” diye bağırdığını duyuyorsun. Tekrar kapının önüne geliyorsun, ellerin titriyor, anahtara uzanamıyorsun, kapının koluna dahi dokunamıyorsun. Mutfağa gidip havanı alıyorsun, içine koyduğun şekeri tokmakla dövüyorsun. O an içeriye dolmuş olan dumanı fark ediyorsun. Dışardaki gürültü artıyor. Yine salona koşup perdenin gerisinden sokakta toplanmış kalabalığa bakıyorsun. Pencereden bağırsan yardımına koşanlar olacak ama dilin tutulmuş, kimseye seslenemiyorsun. Ellerini kafana, dizine vura vura mutfağa geri dönüp havanı dövüyorsun. Bayram’ın öldüğü gece geliyor aklına. O gece, Bayram mutfaktaki ıslak fayanslara basınca ayağı kayıp yere düşmüştü, kafasını o kadar sert çarpmıştı ki gümbürtüsünden uzandığın yerden kalkıp mutfağa koşmuştun. Onu yerde kendinden geçmiş halde görünce telaşlanmıştın. Bir süre salon ile mutfak arasında gidip gelmiş, ona bakmıştın. Sonra yanına oturup avuç avuç şekeri havana koyup dövmüştün. O gözlerini her açtığında tokmağı daha sert vurmuştun. O zaman da mı dilin tutulmuştu? Yoksa çığlık çığlığa bağırıp komşulardan yardım mı istemiştin? Ambulansı sen mi çağırmıştın? Hatırlamıyorsun. Dış kapıyı açmıştın. Çöpleri toplamaya gelen kapıcı kanlı ellerini görünce içeriye dalmıştı. Sahi sen, şekeri hangi Bayram’la dövmüştün? Hatırlamıyorsun. Bayram hastaneye yetişemeden ölmüştü. Ele güne ayıp olmasın diye üç gün yas tuttun. Annen, taziyeden sonra köye dön, birlikte yaşarız, demişti. Abimin balkonu hepsinden daha tenha bir sokağa bakıyor, deyip gitmemiştin.
Pencere kenarlarından, kapıların altından duman siyah bir örtü gibi içeriye giriyor. Korkun büyüyor, elindeki tokmakla havana daha sert vuruyorsun. Dumandan boğazın yanıyor, ciğerlerin sökülecek gibi öksürüyorsun. Dumanın rengi koyulaştıkça çatırtı sesleri de yakınlaşıyor. Ve ilk alevler salonun açık penceresinden içeriye doğru hızlıca giriyor. Perdelere, duvarlara, eşyalara dilini uzata uzata salonun her köşesine yayılıyor. Dışardan gelen siren sesi sana umut veriyor. İtfaiyeciler geldi, az daha dayan, diyorsun kendine. Ama dayanacak gücünün kalmadığını ciğerlerine dolan dumandan artık nefes alamayıp dizlerinin üstüne çöktüğünde anlıyorsun. Dış kapının önünden mutfağa kadar sürüne sürüne geliyorsun. Alevlerin erittiği eşyaların sıvısı, salonun ortasında birikmiş, akacak bir yer arıyor. Aralanmış gözlerinle, gittikçe büyüyen ve pusuya yatmış bir avcı gibi gözlerini sana dikmiş bu birikintiye bakıyorsun. Dışardan başka bir siren sesi geliyor, ambulans bu, diyorsun kendine. Yangın mutfağa kadar ulaşıyor, dumanın içinden kızıl bir alev topu, attığı alazlarla sana dokunmaya çalışıyor, kabarmış iştahıyla seni yutmak istiyor. Kucağındaki havana iyicene sarılıyorsun, bacaklarını da karnına doğru çekiyorsun. Kıpırdayamıyorsun, birazcık hareket etsen alevlere yem olacaksın. Alazlar diliyle başını yalamaya başlıyor, başını boynunun içine gömüyorsun. Güçlükle, son nefeslerini alıyorsun. Dışardan gelen siren sesleri, bağırtılar, alev çatırtısı ve diğer sesler yavaş yavaş kesiliveriyor, tüm dünya derin bir sessizliğe gömülüyor. Üstündeki alevler seni içine alırken yarı aralıklı gözlerinle pusudaki avcının da sana doğru geldiğini görüyorsun.
Reşide Değirmi
Comentarios