Kasabanın uzun ve sıkıcı günlerine katlanabilmek için neneme yardıma giderken nereye savrulacağımı bilmiyordum henüz. Kendimi bildim bileli odamın penceresinde yaşıyordum. İnsanların pek geçmediği sokak, hepsi tek katlı olan derme çatma evlerin arasından yükselen servi ağacı ve yaz kış tepesi karla kaplı olan karşıdaki dağla yetiniyordum. Fazlasını istememiştim, hayat da sunmamıştı zaten. Ölü yıkayıcısı olan ve artık ayakta durmakta bile zorlanan nenem umudunu bir an bile yitirmeden hikayesinin eksik parçasını bekliyordu yıllardır. Tuhaf biriydi aslında. Sevgisini, ilgisini insanlardan çoğu zaman esirgediği halde ölü bedenlerini küçük çocuğunu yıkıyormuş gibi şefkatle yıkar, kefenlerdi. Birçoğu yaşarken bile görmedikleri şefkati, teneşir tahtasında, nenemin yaşlı ellerinde görür, bunu bilen ölü yakınları son vazifelerini layıkıyla yerine getirmelerini sağladığı için neneme saygıda asla kusur etmezlerdi.
Hiç âdeti olmadığı halde son zamanlarda sık sık bana ihtiyaç duymaya başlamıştı. Bunda, onu artık taşımakta zorlanan yorgun ve yaşlı ayaklarının, kaldırmakta güçlük çektiği kollarının da payı vardı elbet. Ölülerden korkmama, onları yıkamanın bazı aşamalarından tiksinmeme rağmen, nenemin beni önüne katıp götürmesine karşı koyamadım. Hiç kimseye eyvallahı olmayan birinin bana ihtiyaç duyması biraz da gururumu okşamıştı. Eğlenceli bir konuda bana ihtiyaç duyulmasını tercih ederdim, fakat ne nenemin ne de başka bir kasabalının eğlenceyle işi olmazdı. Mecburen yardım isteğini kabul ettim. Zaten yapacak başka işim yoktu, hiçbir zaman da olmamıştı.
Gittiğim ilk gün, mevtayı görür görmez neredeyse bayılacaktım. Bir taraftan mevta, bir taraftan feryat eden yakınları. Gözlerimin, kulaklarımın katlanabileceği şeyler değildi bunlar. Arkama bakmadan sıvışmaya çalışırken nenem kapıda yakalayıp
“Alt tarafı hortumu tutacaksın, bok yeme de gir içeri,” diye azarladı.
Dediğini yaptım ama günlerce kendime gelemedim Elimi attığım her şey ölü eti gibi geliyordu. Yemek yiyemiyor, uyku dahi uyuyamıyordum. Oldukça hırpalanmış ve kanaması bir türlü durmayan kadını, ancak başka mevtalarla karşılaşınca unutabildim, çünkü sonradan gördüklerim de çok farklı sayılmazdı. Teneşire yatırdığımız her beden, bu dünyadan kendi payına düşen acının iziyle ayrılıyordu. Ölü bedenler üzerinden dünyanın kötülüğüne şahitlik ediyordum ve bu benim hiç hoşuma gitmiyordu. Dışına itildiğim dünyaya ölüler vasıtasıyla tekrar dönüyordum şimdi. Kasaba nüfusunun az olması ve neneme çok iş çıkmaması şimdilik tek tesellimdi, fakat önümüz kıştı ve kasabanın yaşlılarını düşündükçe canım sıkılıyordu.
Umarım kışı atlatırlar diye dua ediyordum. Nenemin kendine yeni bir yardımcı bulması da hayallerim arasındaydı tabii. Zihnim tüm gün zevzeklikle ciddiyet arasında gidip geliyordu ve asla tek bir yerde konumlanmıyordu.
Soğukların kendini yavaştan hissettirdiği bir öğlen vakti, nenem balkondaki divana oturmuş, her zamanki uzak noktasına bakarken aniden gidiverdi. Daha doğrusu gidivermiş demeliyim, çünkü o âna şahit olmadık. Üzerinden ne kadar vakit geçtiğini bilmiyorum, annem namaz vaktini hatırlatmak için dürtünce kafası omzuna düşüvermiş. Dünyanın en korkunç olaylarını bile sıradan bir habermiş gibi veren annem, yine geleneğini bozmadı ve büyük bir soğukkanlılıkla çağırdı beni. Yanına vardığımda vücudu buz gibiydi. Ben kasabanın yaşlıları için endişelenirken beklenmeyen hamleyi nenem yaptı. Yaşadığım şokun etkisiyle ilk anda pek bir şey hissedemedim. Çok zamansızmış gibi geldi sadece. Sanki yıllar önce ya da yıllar sonra gitseydi daha doğru olacakmış. Ama şimdi değil, kötü şeyler için uygun bir zaman değil “şimdi”.
Tam da yaşadığı gibi gitti; sessizce, kimseye fark ettirmeden. İlk şoku atlattıktan sonra cenaze hazırlıklarına başladık. Benim dışımda yıkayacak kimse yoktu. Böylece başta ben olmak üzere, kimsenin itiraz edemediği bir vazifem olmuştu. Annemle teneşiri iyice yıkayıp kuruttuktan sonra nenemi yatırdık üstüne. Odanın küçücük penceresinden yansıyan ışık direk yüzüne vuruyordu. Sanki ölmemiş de kederli bir rüya görüyormuş gibi bir ifadesi vardı. Kederini de kendisiyle götürecekti anlaşılan. Daha önce gördüğüm ölülerin vücudunda şahit olduğum acıyı nenemin yüzünde okuyordum. Bu ifadenin anlamını iyi biliyordum, ömrümce de unutmayacaktım. Bedenine kayıyor gözlerim. Ufalmış, kuş kadar olmuştu. Arada banyosunu yaptırırken hiç fark etmemişim bu kadar zayıfladığını. Gidişi çok önceden başlamış ama biz anlamamışız. Suyun ısısını ayarlayıp hortumu anneme veriyorum. Nenemden öğrendiklerimi anneme de göstereceğim için anlık bir gurur kaplıyor içimi. Çok sevdiği beyaz sabunla lifi iyice köpürtüp yüzünü ovmaya başlıyorum. Yüzündeki kederin geçmeyeceğini bile bile iyice ovuyorum. “Derimi kazıyacaksın, yavaş,” azarını yemeyi şimdiden özlüyorum. Boynunu, omuzlarını ovduktan sonra buruşuk ve göbeğine kadar inen memelerine geliyor sıra. Banyoda saçlarını iki örük yaptırıp örüklerin ucunu tokayla birleştirmemi istediğinde memelerini de birbirine dolayıp bağlamayı önerirdim. O an yüzünde beliren çocuksu ve utangaç ifade çok sürmez ama ikimize de iyi gelirdi. çocuklaşmak bizi birbirimize çok yakınlaştırırdı, fakat ikimiz de çocukluğa uğramama konusunda çok temkinli davranırdık. oradan içimize akacak soğuğa karşı dirençli değildik çünkü.
Olabildiğince ağırdan alarak tam da onun yaptığı gibi yaptım her şeyi; şefkatle yıkadım, sevdim, yüzündeki kırışıklıkları doya doya öptüm. Annemle içimize akıttığımız gözyaşlarımız eşliğinde üç parça kefene sardık ve nenemle gasilhaneden son kez beraber çıktık. Şimdi sıra işin en zor kısmına gelmişti. Birazdan dünyada sabit bir yeri olacak ama kendisi asla olamayacaktı. Onun artık bu dünyada olamayacağı gerçeği bir yumruk gibi oturuyor böğrüme. Beni özlemeyeceği hatta hiç hatırlayamayacağı bir yola çıkıyor. Gasilhaneyle mezarlık arasındaki kısacık yolda nenemle yaşadığım her şey gözümün önünden geçiyor. Birlikte geçirdiğimiz anları ömür boyu tekrar tekrar hatırlayıp kederleneceğimi, yine bu anılar sayesinde yokluğunun hafifleyeceğini çok iyi biliyorum.
Mezarlığa vardığımızda yağmur hafiften çiseliyordu. Hiç vakit kaybetmeden tabuttan çıkarıp yavaşça mezara bırakıyorlar. Yıllar önce, sulama kanalında boğulup ölen kuzenim toprağa verilirken kalabalığı yararak kafamı uzatmış, mezarlığın içini görmeye çalışmıştım, nenem ensemden tutup kalabalığın arkasına doğru fırlatmıştı beni. O akşam evde sert bir azar da yemiştim. Tıpkı o günkü gibi kafamı uzatıp onu son bir defa daha görmek istiyorum. Ensemden tutup beni fırlatabilecek kimse olmadığı halde cesaretimi bir türlü toparlayamıyorum. Anneme bakıyorum. Soğukkanlı ve vakur yine. Küreği eline almış, ilk toprağı atmaya hazırlanıyor. Sekiz yaşındayken babamın eve dönmediği bir gecenin sabahında, birlikte Şivan Perwer’in kasetini gömmüştük arka bahçeye. Sebebini sorduğumda;
“Baban çabuk gelsin diye,” demişti.
Kasetle babamın dönüşü arasında bir bağ kuramasam da sesimi çıkarmamıştım. Babam o gün dönmedi. Sonraki gün de. Sonraki yıllar da. Nenem yıllarca inançla bekleyince, ben de bir gün döneceğini ummuştum. Şimdi onun dönme ihtimalini de nenemle birlikte gömüyoruz.
Annemle, artık birlikte gömebileceğimiz hiçbir şeyin kalmadığını bilerek ayrılıyoruz mezarlıktan.
Roza Alkan
Comments