Her şey bir noktayla başladı. Nokta. Hayatımın belirleyici işareti. Aslında ne de kolaydır değil mi insanın başladığı bir cümleyi nokta ile sonlandırması ya da bir işe nokta koyması?
Ama benim için öyle değildi işte.
Birinci sınıfta okuma-yazmayı herkesten önce öğrenmiştim. Bunun gururunu tüm ilkokul boyunca taşıdım. Bu yüzden hoca beni ara sıra tahtaya kaldırır, bir şeyler yazdırırdı. Fakat ben her seferinde unuturdum nokta koymayı. Ben yanlış yazınca da tüm sınıf yanlış yazardı. O da, “Oğlum dalga mı geçiyorsun sen benimle? Kaç defa öğrettim sana nokta koymayı?” der, çıkışırdı bana. Ödev kâğıtlarımda da noktadan eser yoktu. Diğer işaretleri koyduğum da pek söylenemezdi ya. Eh işte, onları gönüllüyordum ara sıra.
Bir gün öfkeli halde sınıfa geldi. Artık hanımıyla mı kavga etti yoksa bizim deli müdürle mi takıştı, bilinmez. Ama acısını çıkartacak birini arıyor, orası belli. “Cevdet tahtaya çık.” diye bağırdı o kaba, gür sesiyle. El mecbur çıktım. “Al tebeşiri.” dedi, aldım. “Şimdi ne söylersem doğru düzgün yazacaksın, anlaşıldı mı?” diye haykırdı kulağımın dibinde. “Tamam öğretmenim.” dedim korkuyla. Başladı söylemeye, hem söylüyor hem söyleniyor, artık kime kızdıysa. Noktaları yine unuttum tabii, alabildiğine yazıyorum. Cümleler birbirine girmiş, ortalık savaş meydanı. Ben ne yaparım ne ederim derken birden arkasını döndü. Kızdı, köpürdü. Kesecek bir kurbanlık arıyordu, o da ben oldum. O kızgınlıkla yüzüme üç-beş tokat attı. Bari bununla kalsa dedim, kalmayacaktı, biliyordum. Kızdığı adamı rezil etmeden bırakmazdı. Çok örneğini görmüştük.
Bir zaman hizmetliye çok sinirlenmişti. Aslında suçu yoktu adamcağızın. Koridoru yeni temizlemiş. O da sahibinin elinden kaçan at gibi, dörtnala sınıftan çıkınca ayağı kaymış, yere kapaklanmıştı. O haline herkes çok gülmüştü. Kimse sevmezdi, o yüzden bu anı kaçırmak istemiyorlardı. Ters bir bakış attı gülenlere. Şerrinden çekindikleri için sus pus oldu daha birkaç saniye önce katıla katıla kahkaha atanlar. Suçluyu o an ilan etmişti kafasında. Sinsiydi. Suçlu kabul ettiği insanın cezasını hemen keser ama infazı için uygun zamanı kollardı. Bir gün adamcağızı sınıfa çağırıp “Himmet Abi, çocuklarla deney yapacağız, bir bardak kaynar su getirebilir misin?” dedi nazik bir şekilde. Tabii sinsi bir gülümseme yerleşmişti yüzüne. Bu gülümsemeyi nerede olsa tanırım. Kesin bir şey yapacaktı zavallıya. O da saf saf suyu getirmeye gitti. N’apsın, nereden bilsin bu hoca kılıklı mendeburun hain bir plan tasarladığını? Suyu alırken elinden kaymış gibi yapıp adamcağızın eline döküverdi. O da “Yandım anam,” diye feryat edip tepsiyi fırlattığı gibi lavaboda aldı soluğu. Hastaneye götürdüler, birkaç hafta sargıda kaldı eli.
Yılan gibi bakardı. Arada bir dilinin altından, yılan tıslaması gibi ne olduğu anlaşılmayan bir şeyler gevelerdi. Yılan kılıklı herif, tüm sınıfa rezil etmişti beni. Güya bir nokta koyamadım diye. Önlüğümü, atletimi çıkarttırıp arkadaşlarımdan çıplak sırtıma keçeli kalemle noktalar koymalarını istemişti. İşte o gün kitaplardaki tüm noktalardan nefret ettim. İş bilmez, gönlünde yaptığı işe karşı sevgi kırıntısı dahi olmayan ustanın ellerinde can çekişen, ziyan olan zanaat gibi, zayi olmuştum. Eğitim zayiatı; telafisi muhal, kaybı acı, topyekûn kaybettiğimiz en büyük zayiat. O gün perdeler indi, ışıklar söndü benim için. Kıymet bilmeyen bir bahçıvanın elindeki gül gibi, kuruyup gittim. Hem de bir hiç uğruna, göz göre göre. Aslında karnem pekiyilerle doluydu. Ama okuma hevesim balyozla kırılan mermer gibi un ufak olmuştu. Tamir olmazdı artık.
*****
Gün geldi, ondan da kurtuldum. Fakat geride kâbus gibi hatıralar bıraktı. Ne zaman nokta görsem o adamı hatırlarım. Onun yüzünden ortaokula büyük bir nefretle başladım. Köyde ortaokul yoktu. İlçeye gidip geliyorduk. Şükür, sevmeye sevmeye de olsa nokta koymayı öğrenmiştim. Fakat bu sefer de başıma başka bir bela türedi. Birinden kurtulduğuma tam sevinemeden başkası musallat oldu.
Okulun matematik hocalarından Sevgi Hoca. İsmi Sevgi ama kendisi sevimsizin teki. Hoca değil tam bir cadı sanki. Sınıfa gelir, tam bir sükûnet ister. Çıt çıksın duyar. Her şeyin düzenli, tertipli olmasını ister. Bir de simetri hastalığı varmış kadında, ne menem bir şeyse artık. Tek tek tüm sıraları dolaşır, düzenli olup olmadığını kontrol eder. Kadın hoca değil sanki müfettiş. Bir zaman sınıfımıza müfettiş geldi, inanın onun kadar kontrol etmedi. Sade bunlarla kalsa iyi. Kadın tebeşiri nasıl tutacağımıza bile karışırdı, o derece. Gerisini varın siz düşünün artık. Hele bir de tebeşirden o kulak tırmalayıcı ses çıksın. Affetmez, elinin tersiyle iki tane çakardı. Hem de nasıl, tatmayan bilmez. Ben de o nasiplilerdenim. Bilin bakalım neden? Tabii ki şu meşum nokta yüzünden.
Ortaokulun başlarındayım. Dersimiz matematik, tahtaya çarpma işlemi yazıp listeden bir isim söyledi bu sevgisiz hanımefendi. Talih bu ya, piyango bana vurdu. Ben de ıkıla sıkıla vardım kara tahtanın önüne. Aval aval bakmaya başladım. Normalde matematiğim iyidir. Ama gel gör ki nokta koymuş oraya. Ben nereden bileyim canım noktanın çarpı işareti olarak da kullanıldığını? Cümlelerin sonuna koymayı zar zor öğrenmişim zaten. Zannettim ki oraya rastgele bir işaret konulup ona göre çözülecek, o yüzden artı koyup topladım. Sınıftaki herkes birden gülmeye başladı. Hoca da o sırada tahtaya dönmüş, farkında değilim. Ben sanıyorum ki işlem hatası yaptım, sınıf ona gülüyor. Meğer öyle değilmiş. Çok acı bir şekilde anladım bunu. Ben tahtaya dalmışken ne olduğumu bilemeden yüzümde iki tokat patladı. Gözümde şimşekler çaktı, yığıldım kaldım yere. Yanağımda benek benek kızıllıklar oluştu. Dudağımdan nokta kadar bir kan çıkmaya başladı. Ben sayıları çarpamamıştım ama nokta beni çarpmıştı.
*****
Ortaokuldan sonra okumak istemiyordum aslında. Fakat ehliyet alabilmek için lise diploması şartı getirilince mecburen devam ettim. Şoför olmaya niyetlenmiştim, tır şoförü. Amacım bir baltaya sap olmak, en azından baba mesleğini devam ettirmekti. Ortaokulun sonunda girdiğim sınavların neticesinde orta halli bir lise kazandım.
Zor da olsa hem ilkokula hem de ortaokula nokta koymayı başarmıştım. Bundan sonra daha ne çıkabilir ki karşıma derken bir gün sınıfımıza Elif isminde bir kız geldi. Babasının ilçeye tayini sebebiyle gelmişler. Babası da çalıştığı yere, hükümet konağına yakın diye kızını bizim okula kaydettirmiş. Boğucu, kasvetli bataklığımızda açan nadide bir güldü. Sınıfa adım atmasıyla ruhsuz dört duvar arasındaki zindanımıza bir renk, bir can geldi. Müdürle birlikte sınıfa girdiler. Sıralar iki kişilikti ve sadece benim yanım boştu. Hoca oturması için yanımı gösterdi. İlk defa yüzüme kan, bedenime can geldi. Heyecandan tir tir titremeye başladım.
Sınıfta uzun zaman yanımda oturdu. Fazla konuşmuyorduk. Zaten içine kapanık biriydi. Sadece merhabalaşıp hal hatır soruyorduk. Bazen de derslerden, hocalardan konuşuyorduk. Gel zaman git zaman hoca yerini değiştirdi Elif’in. İşte o gün elimi çabuk tutmam gerektiğini anladım. Sınıfta pek ahkâm kesmezdim. Fakat kalıbım da, sözüm de belli olduğundan kimse bana yanaşamazdı. Aslında gözleri vardı Elif’te. Fakat beni bildiklerinden kimse yaklaşamadı. Ben de fırsatını bulup, sevda kuşu uçmadan tutmak için hamle yaptım. Gizliden bir mektup yazdım, yanına da bir küçük şiirle bir kurumuş gül. Ulaştırması için sınıftaki yakın arkadaşlarımdan birine verdim. Fakat gelen cevap kâğıda nokta koymanın, yaşananlara nokta koymaktan daha zor olduğunu öğretti bana.
Mektubunu okuduğum sırada kahvede oturuyordum. O esnada arkamdaki köhnemiş radyoda çalan türkü bir hançer gibi saplandı yüreğime.
“Elif’im noktalandı amman
Az derdim çokçalandı
Yetiş anam yetiş bubam amman
Ah mezarım tahtalandı…” Kaderin cilvesi mi desem yoksa hayatın sillesi mi, bilemedim. Neticede noktalandı artık. Ne desem beyhude…
*****
Mektuptan sonra lise yine çekilmez gelmeye başladı. Fakat en nihayetinde bitirdim. Ehliyet sınavlarına girmeye hak kazandım. Şoför olmayı kafama koymuştum. Sınavları kazandım ve nihayet bir tır ehliyetim oldu. Gidip bir nakliye şirketine başvurdum. Kabul ettiler. İşe başladım. O gün kendi kendime, “Artık noktalar bitti, koyduğum bunca noktaya büyük bir başlangıç yaraşır,” diye büyük bir söz ettim etmesine de, keşke etmez olaydım. Sözün altında kaldık. Sade sözün altında kalsak iyi, bir de tırın altında kalıyorduk az daha. Benim bir suçum yok aslında, tüm suç o sineğin.
İlk iş günüm. Sıcak bir ağustos günü. Kavruluyor ortalık. Koltuğa oturdum, anahtarı çevirdim, güzelce çalıştırdım. Buraya kadar bir şey yok. Asıl bundan sonra başlıyor macera. Otobana çıkınca olan oldu. Yoluma sakin sakin devam ederken tırın camına bir sinek yapıştı. Nokta gibi bir iz bıraktı. Normalde sileceklerin altından su fışkırtıp silersin gider, o kadar basit. Fakat bu gitmiyor, inatçı mı inatçı. Öyle yap, böyle yap derken farkına varmadan şeritten çıkmışım. Sonra olan oldu tabii, zincirleme kaza. Sekiz araç birbirine girdi, tır devrildi. Ölüler, yaralılar, ağır yaralılar… Allah’tan yaralı olarak kurtuldum. Fakat daha ilk seferimde bir nokta daha koymuş oldum. N’apalım, olacakla, öleceğe çare yok derler. Şimdi de kazadan açılan davanın noktalanmasını bekliyorum, tabii o da noktalanırsa…
Süleyman Çınar
Comments