Pencerenin önünde duran boş saksılara ekmek için tohum almaya gelmişti. Bunca beton görmeye alışkın değildi gözleri. Hep bir renk arıyorlardı. Kömür kokusu solumak en zoruydu belki de. İlk geldiği zamanlar, günler boyu süren öksürük nöbetlerine tutuluyordu.
Boğaz’ın esintili soğuğu yüzünü ısırdı. Kafasındaki peştemalin uçlarını ağzını örtecek şekilde eliyle birleştirdi. Ona çevrilen sayısız gözün üzerinde gezinmesinden rahatsız oldu. buraya ait olmadığını mı anlamışlardı? Yol boyu koşan, akan kalabalıkla birlikte Galata köprüsüne sürüklendi. Yosun kokusunu bastıran ağır bir balık kokusunun içinden yürüyerek geçti. Köprünün iki yanına dizili insanlar, balık tutuyorlardı ama daha çok yitirdikleri bir şeyin oltaya takılmasını bekliyor gibiydiler.
Önünde yürüyen insanların sağından ve solundan geçerek eve daha çabuk varmaya çalıştı. Hikmet çöpleri toplamış, siparişleri çoktan teslim etmiştir. Eve geldiğinde kahvaltısının hazır olmadığını görürse kızardı. Açken tok olduğu anlardan daha sinirli olurdu. Şehre yerleşmek onu daha sabırsız yapmıştı, Hanife’yi ise daha mutsuz ve yalnız… En son o gün tohum almaya çıkmıştı dışarı. Uzun zamandır köprüyü de is kokulu gökyüzünü de önündeki mavi, ahşap kasalı pencerenin izin verdiği kadar görebiliyordu.
Eve ulaşmak için dik yokuşun dibindeki sayısız merdiveni ağzından soluyarak tırmandı. Badanası kararmış eski binayı, pencere pervazlarına sıralı yaseminleri görünce yavaşladı. Üç katlı apartmanın birinci katında onlar oturuyor, üstteki katlarında ise Nisan adında bir kadın yalnız yaşıyordu. Onu, ilk kez geçen sabah siparişleri almak için kapısına gittiğinde görmüştü. Belki de özellikle onu görmek istemişti. Beyaz ipek geceliğinin yırtmacından görünen kılsız bacaklarına, kıvrılmış uzun kirpiklerine, incecik beline ilgiyle bakmıştı. Anlatılan kadar güzel de değilmiş, bunları kim giyse prenses gibi görünür ya. Sonra geceliğinin önünden fırlamak üzere olan büyük, beyaz memelerine bakışları değmiş, hemen kafasını çevirmişti. Hiç de utanması yok, tövbe tövbe, demek hakkında söylenenler doğruymuş, Allah ıslah etsin. İnci beyazlığında dişlerini sergileyen gülümsemesiyle, “Sen yeni kapıcının karısı mısın?” diye söze başlamış, sonrasında, “Bak sıkılırsan bana gel, bir fincan kahve içer laflarız,” demişti. Pek de paspal görünüyor. Gençliğine yazık, bunun gibiler ne anlar çocuk yaşta evlenip bir yığın çocuk doğurmaktan. Hikmet’in vereceği tepkiyi bilemediğinden, çekingen, “Bilmem ki, bakalım…” şeklinde sözlerle geçiştirmişti Nisan’ı. Kadın çıplak omzunu kapıya dayamış boynundaki kolyeyle oynuyordu. Şuna bak şuna neyin nazı bu be? Yalvaracak değilim sana, canın isterse…
Nisan bekardı, şimdiye kadar gördüğü, bildiği kadınların hiçbirine benzemiyordu. Erkeklerle rahat bir şekilde konuşabiliyor, hatta onlarla fazla samimi oluyordu Hanife’ye göre. “Çocukları götürmesem daha iyi olacak,” diye mırıldandı tezgâhın üzerini kurularken. Bir şeyler kırıp dökmelerinden, çekmeceleri karıştırmalarından korkmuştu. Kızı on yaşındaydı kardeşini ona bırakıp bazen pazara, markete çıktığı da oluyordu. Yine de iyice tembihledi kızı, o yokken acıkırlarsa diye tarhana kaynatmıştı. Nisan için, “Evine giren çıkan belli değil, iyi ayakkabıya benzemiyor, ondan uzak dur!” demişti kocası. Kocasına, “Tamam,” demişti.
O gün apartman yöneticisi Saim Bey’le boya almaya gitmişlerdi. En az iki saat dönmeyeceklerdi. Evden çıkarken oğlu uyuyordu. Merdivenleri çıktı, zili çalıp bir süre bekledi, kapı açılmayınca geri dönmeyi düşündü, tam merdivenlerin ilk basamağını iniyordu ki Nisan’ın, “Hanife, kusura bakma banyodaydım, duymadım kapının çaldığını,” diyen sesini duydu. Kadın pembe bir bornoz giymişti. Teni de bornozla uyumlu bir pembelikte parıldıyordu. “Yok estağfurullah, ben bir şeye ihtiyacınız var mı diye bakmıştım,” dedi düşünmeden. Ağız alışkanlığıyla, ilk aklına gelen cümleler dökülmüştü dilinden. Nisan kırk yaşındaydı ama yüzünde tek bir çizgi dahi yoktu. Gergin teninde bakışları dolaştı. Derdi olan ihtiyarlar derdi anam, bunca sefa içinde olsam ben de bebek gibi görünürdüm. Aman kalsın, istemem böylesini de.
“Boş ver ihtiyacı falan gel içeri, çay da var.” Bir eliyle kapının kolunu tutuyordu, diğerini de hemen solundaki duvara dayamıştı. Tepeden toplanmış saçları, iki yandan tutam tutam pembe yanaklarına dökülmüştü. “İyi madem, çok kalamam ama,” deyip içeri attı kendini Hanife. Gülümsedi Nisan. Ne kadar nazlandın, içeri girmek için can attığını biliyorum. Zavallıcık insan muamelesi görünce ne diyeceğini şaşırdı. Umarım kimse eve girdiğini görmez, rezil olurum yoksa. Kadife, zümrüt yeşili berjere geçti oturdu Hanife. Kumaşın üzerinde elini dolaştırdı yumuşacık, kendi kırçıllı kaderine hayıflandı. Gözü tavandan sarkan salkım saçak, parıltılı avizede bir süre oyalandı. Nisan’ın sahte ışığına hasetle baktı.
Havadan, sudan, apartman yöneticisinin suratsızlığından, apartmandaki kadınların çirkefliğinden konuştular. Nisan çay fincanını sehpanın üzerine bıraktı.
“Ah Hanife ne kadar gençsin, zor olmuyor mu iki çocuk, onca iş?”
“Oluyor olmasına da yapacak bir şey mi var? bizim hayatımız da böyle,” derken omuzları daha da daralmıştı sanki. Nisan uzun tırnaklı ellerini kucağında bağladı, eğilerek “Kendine zaman ayırmalısın, hep başkaları için yaşamak enerjini emer bitirir. Hadi gel sana makyaj yapayım ne dersin? Eminim çok yakışacak,” Gülümserken kısılan gözlerinde bir ışık parladı. Ne o Nisan Hanım eski günlerini mi hatırladın. Öyle boyamakla kapatmazsın geçmişini. Can sıkıntısı işte ama eğleniyoruz şunun şurasında. Verilecek cevabı beklemeden, kalktı yatak odasına doğru yürüdü. Hanife, o yürürken sallanan kalçalarına baktı. “Yok Nisan abla, ben yapmam öyle şeyler, hem gideyim çocuklar evde. Utanırım da…” Söylediklerinin hiçbiri onu geri çevirmeye ikna etmedi. Nerden çıktı makyaj neyim. Öyle namussuz karılar gibi boyanmak iki çocuk anasına yakışır mı? Hayırdan da anlamıyor ki.
“Beş dakika sürecek, kendini çok iyi hissedeceksin.” Sesinde sahte ve vahşi bir coşku vardı. Önce siyah yazmasını çıkarttı. Hanife’nin, kafasına yapışmış, özensizce ensesinde toplanmış saçlarını açtı, taradı. Nisan’ın elleri saçında dolaştıkça üzerindeki enkazın biraz hafiflediğini hissetti. Sonra da göz kapaklarını, dudaklarını boyadı. “Hanife, harika oldu. Hadi al kendin bak.” Arkası işlemeli, gümüş el aynasını ona uzattı. Bak kadın dediğin böyle olur. Sana benzedi değil mi? Acizliğinden, pespayeliğinden biraz olsun kurtuldu daha ne? Onun temizliğine özeniyorsun. Masumiyetini özlüyorsun.
Aynada gördüğü kadın yabancıydı ve boyalı bir maskenin ardından kendisine bakıyordu, yalnız gözlerindeki yorgunluk tanıdık gelmişti ona. Herhangi bir fotoğraftan bir suret kesilmiş ve bedeninin üzerine yerleştirilmişti sanki. Hayretle bir aynaya bir Nisan’a bakıyordu.
“Ne kadar hoş ve tazesin,” deyip duruyordu. “Ben senin yaşında olacağım ki…Ah ah olmadık mı sanki ama bir kitabın sayfalarını hızlı hızlı çevirircesine geçti zaman, hikâyenin sonuna yaklaştık bile.” Kendini izlemeye kaptırmıştı ki zil çaldı, birisi onu bu halde görecek korkusuyla hemen yazmasını aradı elleri. Kapının açılmasıyla bilindik bir bağırtı kulaklarına ulaştı.
“Nerde o, hemen buraya gel yoksa ben geleceğim!” diye inletiyordu apartmanı. Nisan’ın onu sakinleştirmeye çalışan sesini duymuyordu bile. Eli ayağına dolandı, bir an önce yanına gitmeliydi ama karşısına da bu halde çıkamazdı. Sağa sola bakındı, yüzünü silecek hiçbir şey bulamadı. Bağırtılar daha gürültülü ve sabırsız hale gelince gitti, karşısına dikildi. Öfkeden büyümüş gözleri hayretler içindeydi adamın, burun delikleri aldığı hızlı nefeslerle iyice büyümüştü. “Senin ne işin var burada, hem de bu halde!” tıslamaya benziyordu sesi. Hanife’yi kolundan tutup çekiştirmeye, sürüklemeye başladı. Nisan da peşlerinden gidiyor, suçluluk dolu gözlerle olanları izliyordu. Eli bazen ona uzanıyor ama müdahale etmeye cesaret edemiyordu. Başında eğreti duran yazma üçüncü basamakta düştü. Özenle taranmış saçları merdiveni süpürüyordu artık. “Seni rezil, akılsız karı, şu haline bak ben seni evime sokar mıyım böyle?” Karşı komşu, üst kattakiler evlerinden dışarı çıkmış elleri ağızlarında olanları izliyordu. Elinden kurtulmayı, kaçmayı, kalabalığın onu yutmasını diledi. Evlerinin kapısından geçerken kızının kucağındaki oğlu tepine tepine ağlıyordu. Ona uzanıyordu kolları, halinden belliydi, yeni uyanmıştı. Artık bırakır diye düşünmüştü ama bırakmadı, dış kapıya doğru sürükledi ve sabah topladığı çöpler gibi sokağa doğru fırlattı onu. “Layık olduğun yer burası, deyip bir de üzerine tükürdü.” Nisan’ın da evinin de adı çıkmıştı bir kere, şimdi onun da. Saim Bey’in arabası bozulduğu için erken dönmüşlerdi. Geldiğinde kızı sokakta oynuyordu, çocuk evde yalnızdı ve ağlıyordu, kocasının ise karnı açtı. Saatlerce kapının önünde bekledi Hanife. Nisan bir zaman durdu yanında, omzuna dokundu, sırtını yavaşça okşadı, ona gitmelerini istedi ama çok da ısrar etmedi. Manyak kocası başıma bela olmasın sonra. Merhametten maraz doğar, en iyisi gitmek. Karı koca arasına da girilmez değil mi ya. Sadece gözlerini bir kez kapatıp açmaya yetmişti gücü Hanife’nin, Nisan anlatmak istediğini anlamıştı. Onun yüzünden değildi. Gece yarısını geçtikten sonra açıldı kapı, çektiği ceza yeterli görüldü. Çocuk ağlıyor, uyumuyordu, annemi istiyorum diye tutturmuştu. Bir parçasını kapının önünde bırakarak içeri girdi, eşikten adımını atan artık başka bir kadındı. İlk olarak vestiyerin üzerinde duran çiçek tohumlarını aldı, çöpe attı. Nasıl olsa açsalar da güzelliklerinin bir önemi olmayacaktı. Bu evde iyi olana muamele bu şekildeydi.
Madem kovamıyordu, o zaman en mantıklısı eve kapatmaktı. Şimdi pencerenin arkasından izlediği puslu İstanbul manzarası kadar yalnız, anlaşılmamış ve eğretiydi bu şehirde. Bereketli toprağından koparılıp betonların arasına gömülmüştü.
Saadet Bozacı
Comments