Beyaz en temiz renktir.
Beyaz en çok kirlenen renktir.
Açık kalan gözlerinin gövdesi, dudaklarının arasından beliren dişleri, paketi kırıp içinden çıkardıkları hap beyaz. Üzerinde yattığı yatağın çarşafları, odanın duvarları, pencerenin çerçeveleri ve üzerindeki önlük beyaz. Fayans zemin, içinde ilaç olan derin dondurucu dolap beyaz. Morgda kaskatı yatan ölülerin cüssesi, onların üzerine örtülen örtü beyaz.
Kış günü ve herkes tepeden tırnağa üşüyor. Soğuğun rengi beyaz. Gökyüzünden savrulup düşen kar taneleri beyaz.
Koridorları, odaları, lavaboları dolduran bu steril koku beyaz. Ağzımızı, burnumuzu kapatmak için taktığımız maskeler beyaz.
Peki hastalarından hastalık kapıp ölen mesai arkadaşımın yüzü? Bembeyaz.
Çocuk, “Baba ne zaman geleceksin?” diye soruyor.
Uzamış sakallarının arasında beyazlaşmaya başlamış teller var. Ellerindeki beyaz, medikal eldivenleri ters yüz edip çıkarıyor, buruşturup çöpe atıyor. Elleri uzun süre havasız kalmaktan buruşmuş iyice.
Hanım da sorup duruyor, “Kaç gün sürecek bu nöbet?” diye.
Kalın tabanlı, beyaz medikal terliklerini dezenfekte edilmiş koridorun loş ışığında sürüyerek dinlenme odasına geçiyor. Gözlerinde otuz beş yılın izlerini taşıyor. Bej renkli koltuğa salıveriyor yorgunluğunu. Eline tutuşturulan kahveden peş peşe yudumlar alıyor. Binanın bir yerlerinden yanan onlarca LED lambanın, ısınan makinelerin, tıbbi cihazların, belki de çalışan jeneratörün kısık sesi geliyor kulaklarına. Gecenin ıssızlığından mıdır, yoksa yorgunluktan mı? Bütün sesler biraz daha yalnızlığa çekiyor ruhunu. Her şey ne kadar alışık duruyor, her şey ne kadar da aynı. Birazdan, kahveyi içtikten sonra 317 numaralı odaya gidecek. Oradaki hastanın gerekli kontrollerini yapacak; nabzını yoklayacak, ateşini ölçecek, elindeki çizelgeye bir şeyler karalayıp duracak.
“Çocuk bu yıl okula başlayacak diye ne kadar da seviniyordu.”
Okullar geçen sene erkenden kapandı. Beyaz yaka takılan mavi önlükler katlanıp erkenden raflara kaldırıldı. Bütün günler birbirine benzemeye başladı sonra. Tekrar edip durdu saatler. Sabahlar akşamlara, akşamlar sabahlara dönüştü sanki. Güneş bile anlamını yitirdi gibi. Sokaklarda hayatın devingen sesi yükselmiyor uzun zamandır. Parklarda kendi başına salkım saçak açıldı ağaçlar. Beyaz çiçekler açtı, beyaz çiçekler savrulup düştü. Hastanenin bahçesindeki akasya iri iri salkımlar verdi. Ağacın dalları eğildi salkımların ağırlığından. Kuşlar cıvıldaşıp tünedi ağaca. Gagalayıp yuttular akasya tanelerini. Telaşlı halimizden izleyemedik hayatı. Otomatik kapı açıldı kapandı, kapandı açıldı.
Yıllık izni alınca hanımı, çocuğu alıp köye gidelim diyorum.
Oksijen tüpüne bağlı hastanın beyaz sakalları uzamış iyice. Ateşini ölçüyor. Yüksek çıkıyor ateşi. Yüzü solgun. Testleri pozitif çıkmış yine. Beyaz sayfaya son tahlilleri kaydediyor. Odaya göz gezdiriyor. Pencereyi açıp havalandırıyor odayı. Rüzgâr perdeleri savurup odaya doluyor. Eşyaların üzerinden süzülüp yayılıyor. Duvarlara çarpıp düşüyor hızı. Boş yerlere doluşuyor iyice. Açık olan kapıyı itip kapatıyor.
Çocuk, “Babam gelmezse yemek yemem,” diyormuş.
Yemekhanede karşılıklı oturuyoruz. Yüzümüzde korumalık gözlüğün ve maskenin izleri duruyor. İzler, Her şeyi gördüm, oradaydım, diyen bir şahit gibi. Önümüzdeki soğuk, sulu yemekten birkaç kaşık alıyoruz. Bozuk tadından yüzümüz ekşiyor. Kabuğu siyahlaşmış muzu soyup yemeye çalışıyoruz. Güçlü olmalıyız, diyoruz birbirimize. Beyaz ekmekten bir dilim kesip yiyoruz. Parmaklarımız beyaz masanın yüzeyinde kendiliğinden tıngırdayıp duruyor. Gerginiz, gizleyemiyoruz. Ezber hareketle kalkıyoruz masadan. Alışık adımlarla, tanıdık koridorlardan geçerek lavaboya gidiyoruz. Bambaşka şeylere dalmışken musluğu çeviriyoruz. Beyaz lavaboya şiddetle çarpıyor su. Beyaz baloncuklar oluşuyor suyun çarptığı yerde. Serin sudan birkaç avuç doldurup yüzümüze çarpıyoruz.
Ek ödemeyi alınca çocuğa güzel bir bisiklet alayım bari.
Dinlenme odasında elindeki beyaz kupadan kahve içiyor. Her yudumda biraz daha, biraz daha eksiliyor kahve. Parmaklarını beyazlaşmaya başlamış şakaklarında gezdiriyor. Kızarmaya başlamış sağ gözünü ovuyor. Televizyondaki sağlık programına kulak kesiliyor bir süre. Yüzüne belirgin bir dalgınlık oturmuş. Yorgunluk gözlerinden akıyor. Kalkıp odada geziniyor. Ayılmaya çalışıyor, belli. Pencereden bahçeyi izliyor. Ellerini arkasında bağlıyor. Baş Parmaklarını birbirinin üzerinden çevirip duruyor.
Şöyle ailecek bir parka gitmeyeli çok uzun zaman olmuş.
Böyle bir zamanda her şeyin kapkara olması gerekirken beyaz olması çok aykırı duruyor. Neden beyaz? Bir başlangıç mı? Değil. Bir son mu? Hiç. Issız bir koridordan gelen cızırtıların yarattığı daralma hissinde boğuluyor sükûnet. Kendinden sıkılıyor, kendinden uzaklaşıyor insan. Zihinde geniş bir boşluk oluşuyor.
Yüzüne bulaşmış yaşantı izleri silinmiyor. Her çizgi başka bir anın karesi gibi. Saatten ve vantilatörden çıkan sesler ile hastanın inlemeleri birbirine karışıyor. Yastığını düzeltip örtüsünü örtüyor hastanın. Komodinin üzerindeki boş ilaç kutularını toplayıp çöpe atıyor. Alnında ter damlaları birikiyor.
Zaman düz bir çizgi gibi akıyor. Geceler, gündüzler bir tortu gibi birikiyor arkada. Bahar boynu bükük bir çocuk gibi çekip gidiyor. Yaz ergen bir genç gibi asabi ayrılıyor. Sonbahar hiç olmadığı kadar kuru bir hüzün bırakıyor peşinden. Nihayet kış isteksiz, utangaç gelip sırasını devralıyor. Hissettirmiyor kendini. Güz gibi davranıyor bir vakit. Beyaz beyaz dökülüyor sonra pencerenin önüne. Dünya koskoca boş bir beyaz kâğıda dönüşüyor.
Çocuk kar topu oynamayı, kardan adam yapmayı çok sever.
Sesi kesik kesik çıkıyor. Dudaklarının arasından düz bir çizgi çizerek akıyor salya. Gözlerinin beyazı sararmış. Kendi ateşini ölçüyor. Yüksek, diyor. Yediğim, içtiğim hiçbir şeyin tadı yok, diyor. Dizleri titriyor. Zar zor kapının koluna tutunuyor. Yorgun olmaya bağlıyor bu halini. İnanmak istemiyor. Müşahede altına alınıyor. Dinleniyor bir süre. Gerekli testleri yapılıyor. Pozitif. Göğsü daralıyor. Baygın uyuyor. Saç diplerinde, alnında damlacıklar halinde ter oluşuyor. Ateşi ölçülüyor bir daha. Çok yüksek. Beyaz tulumlu, beyaz eldivenli ve beyaz maskeli mesai arkadaşları yanına gidiyor. Ben gidemiyorum. İzliyorum uzaktan. Paketi kırıp içinden çıkardıkları beyaz hapı içirmeye çalışıyorlar. Suyun tadı çok acı geliyor ona. Midesinden ağzına doğru sarı bir sıvı yükseliyor.
Çocuk, “Baba seni özledim,” dedi, geçen telefonda konuşunca.
Kulaklarımda takılmış cümleler üst üste birikiyor. Yankılanıp duruyorlar zihnimde. Beyaz duvarlara, beyaz perdelere, beyaz önlüklere ve beyaz olan her şeye çarpıp aksediyor. Yükselip duruyor koridorlarda, odalarda. Tekrar edip duruyor boşluktan ve bir yerlerden çıkıp gelen seslerle birlikte.
Hanım, “Seni bekliyoruz. İyi olacaksın,” dedi son konuşmamızda.
Nabzını ölçüyorlar. Vantilatör cihazına bağlı bedeni kaskatı kesilmiş. Benzi bembeyaz. Dudaklarının arasından parlak, beyaz dişleri görünüyor. Gözleri açık. Göz bebeklerinin üzerinde sis tabakası birikmiş gibi. Kırmızı, incecik damarlar dizilmiş gözlerinin beyazında. Ağzındaki solunum cihazını çıkarıyorlar. Neden? Üzerinde örtülü olan beyaz örtüyü yüzüne doğru çekiyorlar. Sedye yatağın üzerinde bir yere götürüyorlar. Nereye götürülüyor? En alt kata indiriliyor. Soğuk orası hey! Üşür orda.
Metal, parlak dolabın kapağı basıncını salıp açılıyor. Çok tiz bir fısıltı çıkarıyor. Bir müddet orada bekletiliyor. Sonra beyaz giyimli birileri alıyor onu oradan. Yıkanıyor. Kokular sürülüyor. Beyaz bir çarşafın üzerinde yatırılıyor. Başı çenesinden sımsıkı bağlanıyor. Sonra ayaklarının baş parmakları bağlanıyor birbirine. Üstüne beyaz bir çarşaf örtülüyor. Sarıp sarmalanıyor beyaz çarşafla. Bacakları çarşafın üzerinden beyaz, kalın bir iple sarılıp bağlanıyor. Ardından kolları gövdesine bağlanıyor. Geri gelemesin isteniyor sanki. Tabuta konulup götürülüyor. Önceden kazılmış, içinde kar birikmiş bir çukura indiriliyor. Kimsenin yanına yaklaşmasına izin verilmiyor. Üzerine ıslak toprak atılıyor. Bir süre sonra bembeyaz bir kar örtüyor üstünü.
“Baba ne zaman geleceksin?”
Sahip Can
Comments