Rica ve arz etmelerle geçen bir mesainin ardından yorgun adımlarla iniyorum binanın merdivenlerini. Kurumun girişindeki okutma cihazına kartımı gösterdiğimde çıkan mekanik ses, on altı saatliğine azat olduğumu ilan ediyor. Buradan eve yürümek on beş dakika, tabii polis parkı yine ablukaya almadıysa. Bingo, yine kapatmışlar parkın girişini. Ne yapalım, park kapalıysa 128. Cadde’ye çıkarız biz de. Hem çıkmışken Latife’nin sevdiği kabak tatlısından da alırım pastaneden, şöyle üzeri en tahinlisinden. “Ooo, abi. İki tane büyük dilim kabak tatlısı hazırlıyorum hemen,” diyor tatlıcı çocuk kapıdan girdiğimi görünce. On dakika geçmiyor ki apartmandayım. Kapıyı çalıyorum, açmıyor Latife. Belli ki takılmış iş çıkışı bir yerlere. Bir elimde tatlılar… Diğer elimle cebimdeki anahtarı çıkartıp zor da olsa kapıyı açıyorum. Paketi, üzerine azıcık abansak gıcırdayan, bir ayağı kırık mutfak masasına koyuyorum, bu yüke bile itiraz edercesine kaykılıyor masa. Latife’ye söyleyeyim de atalım artık bunu, olmayacak böyle.
Üzerimi değiştirdiğim gibi kendimi üçlü koltuğa bırakıp güzel bir şarkı açıyorum telefondan. Latife birazdan gelecek. Çantasını yere bıraktığı gibi koltukta onun için açtığım boşluğa uzanacak. En çok yanıma uzanmasını severim Latife’nin. Bilir ne çok sevdiğimi, hemen bastırır başımı kuğuları kıskandıran boynuna. Evrak, kürek, para, pul… Her şeyi unuturum. Anadolu’nun U. şehrinde sabahtan akşama daktilo yazan bir memur değil, arzın güzelliğini göklerden izleyen bir kozmonot olurum o anda. Sonra Latife yemek yiyelim der, ben de göklerden yeryüzüne hızlı bir iniş yaparım.
Şarkıyı bir diğeri, ardından bir diğeri daha izliyor ama Latife gelmiyor. Bir kulağım şarkılarda, bir kulağım kilide girecek anahtarın sesini duymak için tetikte bekliyorum. Saate bakıyorum, neredeyse altı buçuk. Olmaz ki canım böyle, gelmeyeceksen haber ver. Dayanamayıp arıyorum Latife’yi. “Aradığınız numara kullanılmamaktadır.” Hadi canım sen de. Şuna şehrin içinde bile çekmiyorum desene. Madem gelmiyor, bari bir şeyler atıştırayım ayaküstü. Evden getirdiği biberli ekmeklerden var buzlukta. Onlardan ısıtıyorum iki tane. Yanına soğuk bir bira ne güzel giderdi. Ama artık içmiyorum, doktor yasakladı içmemi. İlaçlarla etkileşime mi giriyormuş neymiş, dağıtıyorum ilaç aldığım akşam içki içersem.
Saate bakıyorum sekizi gösteriyor. Latife hala yok. Bu kadar uzun süre habersiz koymazdı beni. Arkadaşını mı arasam? Latife çok kızıyor ben sağı solu ayağa kaldırdım mı. Yok çok kontrolcüymüşüm, yok paranoyakmışım. Güler’i arıyorum, on saniye geçmeden meşgule atıyor. Tuna desen hep meşgul çalıyor, beni mi engellemiş anlamadım ki. Polise mi gitsem? Yok canım, ne polisi? Şimdi kapıyı açıp özür dileyerek sarılacak bana, bilmem kimlerle sohbete dalmışım diyecek. Aa, hava kararmış bile. Güneş gün boyu tuttuğu nöbetini aya devretti, ama bizim Latife hala gelmedi. Salonun köşesindeki lambaderi yakıyorum. Latife çok sever lambaderleri. Her odaya birer tane koyduk. Ama bu meretlerin kendisinden başka kimseye hayrı yok. Oda hala karanlık. Aslında siyahı seviyorum. Latife’nin saçları siyah çünkü. Hem de en güzel siyahtan daha güzel bir siyah onunki. Siyahın güzeli mi olurmuş diye sormayın, vallahi de billahi de güzel.
İlaç saatim gelmiş. Kocaman hapları bir bardak suyla mideye indiriyorum. Başlarda midem bulanıyordu ama alıştım artık. Eh be Latife, sormam mı ben sana bunun hesabını? Madem planın var haber versene. Saat erken ama göz kapaklarıma bir ağırlık çöküyor. İlaçlardan olacak, son birkaç aydır hep böyleyim. Yatağa geçip uzanıyorum. Bu gece Latife’siz uyuyacağım, belli oldu. Bari uyandırsa beni geldiğinde, sarılsam azıcık.
Telefonun alarmıyla uyanıyorum. Latife yanımda değil? Erken mi çıkması gerekti acaba? Not da bırakmamış. Ekmek arası bir şeyler hazırlayıp yerken telefondan uyarı geliyor. “Saat 10.00’da Terapi.” Bir ay oldu demek? İştekileri arayıp geç geleceğimi haber veriyorum. Kahvaltıdan sonra güzel bir kahve keyfi yapıyorum. Filtre kahveye Latife alıştırdı beni. İki aktarma ve yolda geçen kırk dakikanın ardından Levent Bey’in ofisindeyim. Levent Bey benim terapistim. Birkaç dakika o rahatsız misafir koltuğunda oturuyorum ki sekreter hanım içeri geçebileceğimi söylüyor. Levent Bey’e selam verip koltuğa kuruluyorum. Bu koltuğu seviyorum. Levent Bey’i de seviyorum. Hoş beş ettikten sonra “Nasılsınız bu aralar?” diye soruyor. Dün akşamki mevzuyu anlatıyorum. Şaşırmıyor. İlaçlarımı düzgün kullanıp kullanmadığımı soruyor. “Unuttuğum günler oluyor,” diyorum. “İlaçları düzenli kullanmak önemli,” diyor. Bir şey daha diyor sonra. “Evvelsi gece gelmiş misin eve? Hayır, gelmedin. Bir önceki gece? Yine yoktun.” “Nereye varmaya çalışıyorsunuz Levent Bey?” diyorum. “Psikolojik bozukluklar bazı yaşayan danışanlarımın partnerleri terk edebiliyor bu süreçte,” diyor. Sonra hatırlıyorum, tartışıyoruz, ben Latife’ye bağırıyorum, Latife bana bağırıyor. “Bıktım senden, ben bu hasta adama âşık olmadım, kuruntularından da senden de gına geldi.” Sesi titriyor Latife’nin. Ben ağlıyorum, o da ağlıyor. “Geçecek,” diyorum, susuyor. Çok içiyorum bir gece, mutfağa gelip “Zaten kötüsün, şu içkiyi bırak bari,” diyor. “Git uyu,” diyorum, bağırmaya başlıyor bana. Ben de bağırmaya başlıyorum. Önümdeki birayı almaya kalkıyor, ayağa kalkıp kolunu yakalıyorum. “Bırak beni,” diyor, korkuyor. İlk kez bana korkuyla baktığını görüyorum. Bırakıyorum kolunu. İçeri gidip kapıyı ardından kilitliyor. Mutfağa dönüp masayı tekmeliyorum. Ağlama sesleri geliyor içeriden. Dışarı çıkıyorum. Gece boyu dolaşıyorum sokaklarda. Geldiğimde Latife yok, kıyafetleri de yok. Ama düşünceler hala zihnimde. Şüpheler, evhamlar, acabalar, belkiler… Beynime üşüşüyor her dakika. Levent Bey’in sesiyle kendime geliyorum. “Obsesyonlarınız ne durumda?” diyor. Acaba Levent Bey’i…
Saim Serhat Arslan
Comments