top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Saim Serhat Arslan- Doktor Nuri Bey

1800’lerin başından itibaren başta Fransa olmak üzere garptaki pek çok memlekette modern akıl hastaneleri kurulmaya başlanmıştı. Avrupa’yı yakından takip eden ülkemizin ileri gelenleri, o dönem pek çok konuda olduğu gibi bu alanda da taklit etme kabiliyetlerini sonuna kadar kullanmaya karar vermiş, Tıphane mezunu genç hekimleri çeşitli gözlemler için bu hastanelere göndermişti. Bazı günler çalışarak bazı günler ise tavernalarda eğlenerek vakit geçiren bu hekimler memlekete döndüklerinde Paris’teki emsallerine denk hastaneler kurmaya karar vermiş, saray inşaatları ve silahlanmadan arta kalan birkaç kuruşun da bu iş için kullanılması hususunda Dahiliye Nezareti’ne baskı yapmaya başlamışlardı. Bu ikna çabaları sonunda kurulan hastanelerden biri de o zamanki adıyla Toptaşı Bimarhanesi’ydi.

Başta Bilad-ı Selase’deki hastalara hizmet vermek amacıyla açılan kurum zamanla Anadolu’nun her yerinden derdine derman arayanların akın ettiği önemli bir merkez haline gelmişti. Bu insanlar arasında Hezarfen misali uçma gayretiyle Galata’dan kendini bırakıp şans eseri yoldan geçmekte olan saman yüklü at arabasına düşen bir zat olduğu gibi, bir gün vaazın ortasında mesihliğini ilan edip cuma namazına gelenleri Kudüs’e yürümeye davet eden bir imam da vardı. Bazı kaynaklarda cemaatin bir kısmının bu adamcağızın aklına uyup yollara düştüğü ancak Kudüs’ün öyle birkaç gün yürüyerek gidilemeyecek bir yer olduğuna ikna edildikten sonra evlerine döndükleri belirtilmektedir.

Yıllar boyunca kara sevda, türlü türlü vesvese ve melankoli hastalığına tutulmuş zavallılar aman dilemek için bimarhanenin kapısını aşındırsa da istenen sonuçların alınıp alınmadığı tartışma konusudur. Bu noktada kabahati dönemin hekimlerinden ziyade, halkın ruhiyata olan yaklaşımında aramakta yarar var. Garpta ruhsal bir sorun baş gösterdiği gibi öncelikle en yakın hekime gösterilip onun da yardımıyla hastanelere yatırılan vatandaşlar, şarkta mahallenin âlimi, en yakın caminin imamı, bilmem ne tekkesinin şıhı ve son olarak sayısız tarikattan bir ya da birkaçının şeyhine gösterilip okuyup üfletildikten sonra nihai çare olarak hekime getirilmekteydi. Çağın gerisindeki eğitimiyle basit tetkiklerden fazlasını yapmaya muktedir olmayan ve saçı sakalı çoktan ağırmış bu hekimler ise hastayı bimarhaneye göndermekten ziyade Yalova kazasındaki kaplıcalardan birine götürülmesini salık verip muayeneyi sonlandırırdı.

Hasta taifesinden ancak şanslı bir azınlık Toptaşı Bimarhanesi’ne yönlendirilir, bunlar içinde de ancak Bab-ı Ali’deki muhterem beyefendiler tarafından iltimasa layık görülenlerin yatışı yapılırdı. On dokuzuncu asır boyunca ülkenin genç erkekleri cepheden cepheye savaşa sürüklenirken, geri dönen gazilerde pek çok ruhsal hastalık baş göstermekte, bu durum da bimarhanelerin tıka basa dolmasına yol açmaktaydı. Yüzyıla yakın bir süre bu şekilde işlemeye devam eden Toptaşı Bimarhanesi, Cumhuriyet’in kurulması ile beraber yaşanan değişim furyasından nasibini almış, eski usul eğitim alan hekimler teker teker Anadolu’nun ücra kazalarına yollanmaya başlanmıştı. Gönderilme tehlikesi baş gösteren hekimlerden biri de Nuri Bey’di.

Nuri Bey otuzlarının başında, uzun boylu, sıska ve pek çok deri hastalığından muzdarip bir zattı. Tıp eğitimine hastalıklarına çare bulmak gayesiyle başlamışsa da, o zamanlar sifilis gibi illetlerin görülme sıklığının yükselmekte olduğunu görüp, deri tahsilini yarım bırakmış, Paris’te adı sanı duyulmamış bir okulda ruhiyat eğitimine başlamıştı. Aslen Zeyrekli olan bu zat henüz bekârdı. Garpta aldığı eğitimi her fırsatta dile getirir, sıklık yerine prevelans, belirti yerine semptom demeye bayılırdı. Diğer pek çok bilim insanımız gibi bir kelimenin ecnebice karşılığını biliyorsa kullanma fırsatını asla kaçırmazdı.

Bimarhanenin önde gelen doktorlarından Mahzar Osman Efendi’nin dahiliye nazırıyla yaptığı son toplantıdan hastaneyi yeni yerine taşıyıp Alman ekolüyle yapılandırma kararı çıktığını duyduğundan beri diken üstünde olan Nuri Bey, bir zamanlar üşenip ertelediği koğuş ziyaretlerini büyük bir ilgi ve sevgiyle yapmaya başlamıştı. Normalde hastaya ilgisi ancak ilginç bir vaka geldiğinde kabarırken, son günlerde koğuşları dolaşmakla kalmayıp bir yandan da hücrelerde tecrit altında tutulan biçarelerle ilgilenmeye başlayınca Mahzar Bey’in takdirini toplasa da, vaka tartışmalarında kızarıp bozarması ve ne olduğu herkesin malumatı belirtilerde bile şüpheye düşmesi nedeniyle çabucak gözden düştü. Cumhuriyetin ilk yıllarında memleketteki şarklı pek çok kurum gibi yerini garplı muadiline bırakmaya hazırlanan bimarhane Erenköyü’ne taşınırken, Nuri Bey de Paris’ten getirdiği tokalı, şık deri çantası ve çantanın iç cebinde nezaretten gelen tayin kâğıdıyla Antep’in yolunu tutmuştu.

Üç gün süren vapur yolcuğunun ardından Taşucu Limanı’na varan Nuri Bey, buradan Antep’e at üstünde gitmek durumunda kaldı. Yol boyunca Anadolu’nun savaşla yorulup yıpranmış halkını ve harabe haldeki köylerini görerek kederlendi. Doğru düzgün beslenmediği her halinden belli olan atın eyere rağmen kalçasına batan kemikleri olmasaydı daha da kederlenecekti ancak içinde bulunduğu rahatsız durum zihnini daha derin acılarla meşgul etmesinin önüne geçiyordu.

At üzerinde geçirilen dört günün ardından Antep’e varan Nuri Bey, sokaklarda gördüğü birkaç kişiden yol tarifi alarak zor da olsa hastanenin yerini buldu. Mecidiye döneminin mi Hamidiye döneminin mi eseri olduğu pek belli olmayan bu eski, bakımsız bina şehirdeki albenili taş konakların arasından yükselen dört katlı, çirkin bir yapıydı. Hastanenin bitişiğinde daha iyi durumdaki bina lojman olmalı diye düşündü. Bahçeye girip köşeye kurulmuş çardağın altına çöken Nuri Bey, işlemeli gümüş tablasından bir sigara çıkarıp içmeye koyuldu. Hastane binasının açık kapısının önünde duran mavi önlüklü, pala bıyıklı adamı kim olduğunu anlamak istercesine ondan yana bakarken buldu. Birkaç dakika bu tacizkâr bakışların ablukası altında kalmıştı ki şık bir ceket giyip kravat takmış kısa boylu, gençten bir adam ve pek de sık bağlamadığı başörtüsünün istibdâtından kurtulan altın sarısı saçları alnına düşmüş, zümrüt gözlü bir kadın apartman kapısından çıkıp Nuri Bey’den yana yürümeye başladı.

Ayağa kalkan Doktor Nuri tam ismini arz edecekti ki genç adam elini uzatıp, “Ben göz doktoru Kadir,” dedi. Nuri, kendisini içtenlikle uzatılan bu eli kavrarken, hastanenin yeni ruhiyatçısı olduğunu söyledi. Doktor Kadir’in yanındaki hanım, “Ben de Aydan, memnun oldum ruhiyatçı Nuri Bey,” deyip bir yandan da inci dişlerini göstererek sevecenlikle gülümsedi.

“Ne güzel, sonunda arkadaşlık edebileceğimiz, genç bir komşumuz oldu, Kadir. Hem de bak, ruhiyatçıymış. Sizinle konuşacak ne çok şeyim var. Afaziler, histeriler ve tüm o rüyalar… Siz de Viyanalı Bay Freud gibi rüya analizi yapabiliyor musunuz?”

Yol yorgunu olduğu yüzünden anlaşılan Nuri Bey’in eşinin tüm bu sorularıyla bunalabileceğini düşünen Kadir, “Bunları konuşmak için bir dolu zamanımız olacak, şimdi Nuri Bey’i hastanedeki nöbetçi doktor odasına götüreyim de biraz istirahat etsin,” dedi.

“Affedersiniz, koca şehirde dedikodu yapmak dışında bir şeyler konuşabileceğim birini bulunca kendimi tutamadım.” Cümlesini bitirirken değerli bir vazoyu kırmış da kabahatini anlatırken annesinden yiyeceği sopadan sıyrılmak için en tatlı bakışını takınan bir çocuk edasıyla bakmıştı yüzüne. Nuri, Aydan Hanım’a ilerleyen günlerde tüm sorularına cevap vereceğine dair teminat verdikten sonra Kadir ile beraber hastanenin yolunu tuttu. Birkaç dakika önce bakışlarıyla kendisini taciz eden görevli, yeni doktor olduğunu anladığı anda davranıp çantasını elinden kaptı. Kadir akşam yemeği için kendisini iki numaralı daireye beklediklerini söyleyip itiraz kabul etmeyeceğinin altını çizerken, adamdaki bu iyi niyet ve yardımseverliğin Aydan gibi bir kadınla beraber olmaktan ileri geldiğini düşünüp kıskandı. Yine de akşam yemeğe geleceğini söyledi.

O akşam ve onu izleyen pek çok akşam buluştukları yemek masasında gönlünü ısıtan sıcak sohbetlere dahil olan Nuri bu sayede kendisini pek çok kere kaygıya sürükleyen yalnızlık çukuruna düşmemiş oldu. Akşam yemeklerinde oturup uzun uzun Galata’daki, Üsküdar’daki ve Zeyrek’teki çocukluk günlerinden bahsediyor, Ankara’dan gelen havadislerle ilgili münakaşa ediyorlardı. Garpla ilgili her değeri koşulsuz kabul eden Nuri ve Aydan’ın aksine Kadir, şark kültürünün de pek mühim özellikler ihtiva ettiğine vurgu yapıp önemli olanın bunları harmanlamak olduğundan dem vuruyordu. Bu noktada Aydan Hanım söze karışıp, şarkın asla Bay Freud gibi bir ruhiyatçı çıkaramadığını belirtiyor, garp medeniyeti sayesinde belki de dostları Nuri’nin bir gün o düzeye erişebileceğini söylüyordu. Nuri ise hastanede ve akşamları misafir olduğu bu evde karşılaştığı ihtimamı kanıksamaya çalışıyor, pek dile getirmese de tüm bu ilgiyi hak etmediğini biliyordu. Öğrencilik yıllarında ve İstanbul’daki meslektaşları arasında vasat bir ruhiyatçı olarak tanınan bu zat Anadolu’nun bu ücra kasabasında alanında adeta peygamber ile Tanrı arasında bir yere konumlandırılıyor, az içki içmek ya da düzenli yürüyüş yapmak gibi basit önerileri eşraftan önde gelen bir zatın rahat uyumasına ya da melankoliden kurtulmasına fayda sağladığı anda güzel sözlere ve hediyelere boğuluyordu. Her ne kadar ara ara İstanbul’dan istettiği mecmualardaki ruhiyat ile ilgili yazıları giderek anlayamaz hale gelse de, başka bir ruh bilimcinin olmadığı bu şehirde kendisinin noksanlığını yüzüne vuracak kimsecikler yoktu. Ne de olsa kimsenin hiçbir şey bilmediği bir yerde bir kişi her şeyi bilebilirdi.

Tüm iltifatlara ve pek kıymet verdiği Kadir ve Aydan’ın dostluğuna rağmen ara ara kalbinde çoktan sönen ateşi tekrar harlayacak bir sevginin özlemini çeken eden Nuri, şehirde ikinci yılını geride bırakırken henüz tek bir dilberle aşk yaşamamış olmanın verdiği bu ateşi söndürmenin kendi imkânlarıyla mümkün olmayacağına karar verip çarşının ara sokaklarına yuvalanmış randevu evlerinden birini ziyaret etme kararı aldı. O sıralar bu mekanlar çarşı iznine çıkan askerlerin ve ilk deneyimini yaşamak isteyen gençlerin uğrak noktalarındandı. Şehrin tanınmış simalarından olan Nuri Bey’in değil o evlere girerken, o sokaklarda gezerken görünmesi bile itibarını zedeleyebilirdi. Bu kaygıyla planlarını birkaç gün daha erteleyen Nuri, sonunda Bay Freud’un her iki cümlesinden birinde dile getirdiği libidosuna daha fazla direnemeyip bir gece yarısı Şermin’in Yeri olarak tanınan mekânın yolunu tuttu.

Geçtiği ara sokaklarda duyduğu en ufak sese kulak kabartan Nuri, karşıdan gelen bir karartı gördüğü anda arkasını dönüp sigarasını yakmaya çalışıyormuş gibi yapıyor, hiç kimseyle göz göze gelmemeye dikkat ediyordu. Kapıyı çalıp ufak bir sorgunun ardından içeri buyur edildikten sonra elindeki kâğıt paraları hızla Şermin’in eline sayıp koltukta uyuklayan kadınlardan gözüne kestirdiği kumral, kısa boylu dilberi işaret etmişti. Şermin, “Bir sohbet etseydik, ne bu acelen ayol, hasadı kaldırıp parasını ezmeye gelen toprak ağaları gibi,” diye söylendiğinde kulaklarına kadar kızaran Nuri, özür dileyip birkaç kâğıt banknotu daha kadının eline tutuşturduktan sonra yukarı kata yöneldi. Böyle bir yere ilk kez, Paris’teki eğitimi esnasında giden Nuri, farklı evlere gide gele görüşme odalarının her zaman üst katta olduğunun ayırdına varmıştı.

Gaz lambalarının loş turuncu ışığının aydınlattığı üst kattaki koridorun başında birkaç dakika bekledikten sonra az önce seçtiği kızın ağır adımlarla yanından geçip kapısı açık odalardan birine girişini izledi. Peşi sıra giden Nuri kadına hiçbir şey söylemeden soyunup yatağa geçti. Uzun zamandır hasretini duyduğu tensel hazza eriştikten sonra keyfi biraz daha arttırmak için pantolonun cebindeki tabladan çıkardığı sigarayı yaktı. Adını bile öğrenmediği kadın, “Leş gibi kokuyorsunuz, ne diye içersiniz ki şu zıkkımı,” dedikten sonra odayı terk etti.

Günler geçiyor, Nuri, Şermin’in yerinin müdavimlerinden biri haline gelse de, bu biçare kadınlardan aldığı tatmin giderek azalıyordu. Haftada en az birkaç akşam konuk olduğu dostu Kadir’in zevcesi, entelektüel ve güzel Aydan… İstediği Aydan gibi bir kadınla beraber olmaktı. Sevmek, sevilmek ve sevildiğini bilerek sevişmek. Artık neredeyse gününün büyük bir kısmında kafasını meşgul eden bu düşünceler Şermin’in evindeki erkeklik girişimlerinin başarısızlıkla sonuçlanmasına yol açmaya başladı. Aşkın buna yol açabileceğini hastalarında deneyimleyen Nuri, bu dertten nasıl kurtulacağını kara kara düşünür oldu. Bir gün odasında eline gelen mecmualardan birini okurken, “Bingo,” dedi, “amour aveugle…” Yaşadığı şey eskilerin kara sevda dediği bu hastalıktı. Yazılan her satırı dikkatle okuduktan sonra derdinin ne olduğunu anlayan pek çokları gibi çözüm yolunda ilk adımı attığını düşünerek rahatladı. Ancak farklı şeyler düşünmek ve farklı kadınlar tanımak gibi çözüm önerilerinin hemen alt katında oturan Aydan ve Kadir’in hiç beklenmedik anlarda kendisini çaya davet etmeye devam ettiği müddetçe işe yaramayacağını biliyordu.

Geceleri içki içme işini abartıp sabahları kızarmış bir yüz ve yorgun bakışlarla muayenehanenin yolunu tutan Nuri’nin bedbaht hali çevresindekilerin gözünden kaçmamıştı. Başta Kadir ve Aydan olmak üzere, arkadaşları bir sorunu olup olmadığını soruyor, hastanenin geri kalanı ve şehir halkı bir zamanlar göğe çıkardığı bu zatın arkasından atıp tutuyordu. Şehrin önde gelen ailelerinden Ankara tarafından emekliye ayrılınca intihar etmeyi kafasına koymuş eski bir Osmanlı kaymakamına uyguladığı tedavi neticesinde adamı adeta yaşama geri döndüren Nuri, bu aralar akşam dedikodularında aynı aile tarafından zayıf tabiatlı olmakla suçlanıyordu. Kasabalılar, hastalarla haşır neşir ola ola Nuri’nin sıhhatinin de bozulduğunu konuşuyordu.

Halet-i ruhiyesi günden güne kötüye giden Nuri, Ağrı tarafında çıkan bir isyanın bastırılmasında görevlendirilen kolorduda görev almak üzere gönüllü tabiplerin arandığı ile ilgili gazete haberini okuduğunda gönlünde bir ferahlık hissetti. Kolorduda görev almak bu hastaneden ve Antep’ten en azından birkaç ay için uzaklaşmak demekti. Her ne kadar cerrahi tecrübeleri tıbbiye sıralarında kesip biçtiği birkaç kadavrayla sınırlı olsa da, şehirden uzaklaşmak için her şeyi yapmaya hazır olduğundan yanlış atılacak bir dikiş ya da geç durdurulacak bir kanamanın pek de sorun yaratmayacağı kanaatine vardı. Odasında hemen bir dilekçe kaleme alıp zarfa koydu. Dilekçesini ceketinin iç cebine yerleştirip arabacıya arabayı hazırlaması için gönderdi. Valiliğe gidip dilekçesini verecek, dahası yakından tanıdığı özel kalem müdürüne böyle bir harekatta görev alıp orduya hizmet etmenin kendisi için çok önemli olduğunu bizzat belirtecekti.

Tüm bu düşüncelerle odadan çıkıp merdivenleri inerken Kadir’le karşılaştı. Her zamanki gülümsemesinden noksan bir selam veren Kadir, nereye gittiğini sordu. Daha ağzını açmamıştı ki, “Seninle bir şey konuşmam lazım, rica ederim birkaç dakika ayır bana,” dedi. Bu sözler üzerine bir an için donup kalan Nuri, Kadir’in sonunda her şeyin farkına vardığını düşünüp yutkunsa da zaten birkaç gün içerisinde şehri terk edeceğinden kaderine razı olup arkasına takıldı.

Odasına geçip koltuğuna oturan Kadir, Nuri’ye nasıl olduğunu bile sormadan, “Gidiyorum,” dedi. Nuri, bir şey anlamamıştı. Arkadaşının gözlerindeki kararlılığı görünce, “Nereye,” diye sordu. Beriki ceketinin cebinden çıkardığı gazete sayfasını çıkarıp Nuri’ye uzattı. Ağrı’daki isyanı bastırmakla görevlendirilen kolorduda görev alacak gönüllü tabiplerle ilgili kendisinin de okuduğu yazıydı bu.

“Biliyorum, zor olacak. Ama memleket bu haldeyken, cumhuriyet henüz yeni yeni ayaklarının üzerinde durmaya başlamışken burada kalıp da gericilerin her şeyi başımıza yıkmasını izleyemem. Anlatırdım ya sana, Kurtuluş Harbi’nde Ankara’ya destek olmamak içime dert oldu diye. İşte şimdi vicdanımı rahatlatmak için bir fırsatım var. Hem bak, ben oradayken Aydan’ın ruhi bunalımlarına çare olacak bir arkadaşım bile var! Gözüm arkada kalır mı hiç?”

Nuri, yaşadığı son beş dakikanın gerçek mi yoksa içip de sızdığı bir gece gördüğü rüya mı olduğunu anlamak için çaktırmadan baldırını çimdikledi. Hayır, rüya değildi. Söyleyecek bir şey bulamadığından başını sallamakla yetindi.

“Bırak artık şu derbeder halleri sen de yahu, bari ben yokken kendini toparla. Bana, Aydan’a destek olman lazım gelirken nedir bu tükenmişlik böyle?”

Nuri, ne hissedeceğini bilemez halde birkaç saniye durduktan sonra, “Merak etme,” demekle yetindi. “Sahi, sen nereye çıkıyordun? Gel beraber çıkalım, valiliğe dilekçe vereceğim. Seni de bırakalım istediğin yere.”

Nuri birkaç saniyelik bir tereddüdün ardından, “Bir şeyler alacaktım da yarına kalsın,” dedi, “daha sonra hallederim.”


Saim Serhat Arslan

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

コメント


bottom of page