Ayn Zeliha gölünün kıyısında bulunan cesedin çevresini saran meraklı kalabalık Kullukçubaşı Nedim ve adamlarının Dergâh Camii’nin köşesinden görünmesiyle istemeyerek de olsa mevtadan uzaklaştı. Şimdi cesedin çevresindeki insan selinin yerini 80 okkalık Nedim ve her biri en az onun kadar kalıplı dört kullukçusu almıştı. Etrafa bakışlarından kalabalığın mevtaya olan mesafesini hâlâ pek yakın bulduğu anlaşılan cüssedar taifesinin başı Nedim’in patlak gözlerini meraklı ayak takımının üzerinde gezdirmesiyle kalabalık istemeye istemeye birkaç adım daha geri bastı. Nedim mesafenin yeterli olduğuna kanaat getirmiş olacak ki bir, “Ya Allah,” nidası koyuverip sonra cesedin üzerine eğildi.
“Otuz, otuz beş yaşlarında, kısa boylu, kumral tenli, gözleri Türkmenlerinki gibi çekik, alnı geniş, gövdesinin sağ tarafında bir karış yarık var. Yarığın içi boş. Sanki bir şeyleri çekip çıkarmışlar gibi.” Elifbayla olan münasebeti büyüdüğü mahalledeki mollanın bir kelime bir sopa kuralına dayanarak verdiği üç aylık hızlandırılmış eğitimden müteşekkil olan Kullukçu Asım zorlanarak da olsa ağasının söylediklerini kâğıda geçirmeyi becerdi. Ağasının son cümlesi, o ana kadar basit bir cinayet olarak gördüğü olayın pek de öyle olmadığını düşündürdü genç adama. Adam öldürmek tamamdı ama içinden etini çekip çıkarmak da neyin nesiydi? Nedim’in elindeki değneği mevtanın sağ yanındaki boşluğa sokup çıkarmasını izlerken midesi kalktı. İstifra edesi gelmişti ama yapmamalıydı, yapamazdı. Haşim Sultan Meydanı’nın Müslüman esnafından Yıldız sathının Süryani tebaasına kadar herkesin gördü mü korkudan yolunu değiştirdiği kullukçu taifesinin genç üyesi Asım, tüm gözler üstündeyken istifra edemezdi. Her yanını sıcak basıyordu. Vücudunu saran ter ve sıcaklığı def etmek için bildiği birkaç duayı evire çevire okurken ağasının, “Siz mevtayı hekimbaşı Şifaciyan’a götürün ben de kadı efendiye varayım,” demesiyle içi bir an için umut doldu. Demek biraz daha sabrederse bu müşkül durumdan kurtulacaktı. Diğer üç kullukçuyla mevtayı yoldan çevirdikleri bir arabaya yüklediler. Çok değil birkaç saat önce kanlı canlı bir adam olan, yüreği kâh ümitle kâh hüzünle dolan adamcağızın bir un çuvalından farkı kalmamıştı. Kalabalık kullukçuların eşlik ettiği arabaya yol açadursun, Asım yolun geri kalanını istifra etmeden atlatması halinde en besilisinden bir koyun kurban edeceğini söz verdi Allah’a.
Biraz sonra yanına vardıkları Hekimbaşı Şifaciyan, Ruha’ya çok uzak diyarlardan, Revan tarafından göç edeli henüz üç ay olmuştu. Kırklı yaşlarında, kısa boylu, yanık tenli ve kel bir zattı. Vali Paşa’nın, sayıları on beşi bulan hareminin ve yirmi küsur çocuğunun sağlığıyla ilgilenmekten arta kalan zamanlarda bol bol kitap okuyan bu ufak tefek adam, simsiyah birer bilye tanesini andıran birbirine yakın gözleri ve kemikli yüzüyle sokaklarda boy gösterdiği ilk günden itibaren konukseverliği dillere destan Ruha ahalisince pek çok yakıştırmalara mahzar olmuştu. Ulema ve şeyh taifesi, şeytana benzettikleri bu gayrimüslime Vali Paşa’nın sağlığının emanet edilmesine tepkilerini hemen her cuma günü hutbelerde dile getiriyordu. Gözden kaçırdıkları şey Vali Paşa’nın bir anda emekliye ayırdığı eski Hekimbaşı Sorges Efendi ve dahası cümle Osmanlı mülkündeki tıbbiye ilmiyle iştigal edenlerin büyük çoğunluğunun gayrimüslim olduğuydu. Ne var ki hem halkı olduğu Ermeni cemaati de kendilerine bağlılık göstermeyen ve pazar günleri kiliseyi ziyaret etmeye dahi tenezzül etmeyen bu adamı daha ilk haftadan dışlamıştı. Dört kullukçu bu toplumdan yalıtılmış adamı pek çok sefer olduğu gibi yine kara kaplı bir neşriyatın üzerine eğilmiş, yazılanları gözünü dahi kırpmadan okurken buldu. Kitaptan başını kaldıran Hekimbaşı bu dört cüssedarın ölümden başka bir havadis için yanına varmayacaklarını çoktan öğrenmişti. Dörtlünün en heybetlisi Asım’dan yana bakıp, “Hoş geldiniz ağalar, ahiret kayığının yolcusu zat-ı kemzadeyi tıbhaneye bırakın da bakalım neymiş adamcağızın ölüm sebebi,” dedi. Konu ölüm olduğunda dahi nükte yapmaktan geri kalmayan bu adamın halkça sevilmemesinin pek de şaşırılacak bir şey olmadığına çoktan kanaat getirmiş olan Asım ve diğer üç kullukçu avluda bıraktıkları cesedi müştemilata kurulmuş tıbhaneye taşıyıp baş selamı verdikten sonra konaktan ayrıldı. Şifaciyan üç aydır yemekten yıkanmaya her türlü ihtiyacını karşılayan Maksude Kalfa’ya acı kahvesini tıbhaneye getirmesini emredip her adımda türlü türlü gıcırtılar çıkartan ahşap merdivenleri adımlamaya başladı.
“Başta da izah ettiğim gibi kadı efendi hazretleri,” dedi Kullukçubaşı Nedim, “sıradan bir cinayete benzemiyor. Adam anadan üryandı. Diyelim ki hırsızlık, adamın böğründe koca bir yarık açıp içindeki eti çalmak da nem ola?” Öne eğilmiş, sırtı kaftanını içinde iyiden iyiye kambur görünen Kadı Zahittin Efendi oturduğu yerden düşünceli gözlerle Nedim’i süzdü. Kullukçubaşının aklıyla değil yumruğunun gücüyle bulunduğu mevkiye geldiğini biliyor, yine de zekâsına olmasa da dürüstlüğüne itimat ettiği bu adamın düşüncelerine önem veriyordu. “Bu mendebur, adamcağızın neresinden nesini alıp götürdü kim bilir? Hekimbaşı çözer ancak bu işi. Sizler pek muhabbet beslemiyorsunuz ama önceki bunak gibi konağında oturup Vali Paşa’ya gereksiz iksirler hazırlamakla geçirmiyor adamcağız zamanını. Canını dişine takıyor, yardım ediyor bize. Cerrahlık bunda, kusur, sakatlık düzeltme bunda. Yine de kimseye yaranamıyor gariban adam.” Kadı efendinin hekimbaşına duyduğu muhabbetin önceden beri farkında olan Nedim bir hışma uğramamak için sesini alçaltıp tane tane konuşmaya başladı. “Efendim adamlarım şimdi hekimbaşının yanına varmışlardır. Ben de buradan çıkınca kendisini ziyaret edeceğim. Ancak hekimbaşının bu cesetleri inceleme merakı zaman zaman işimize yarasa da ahaliyi tedirgin ediyor. Biz emrinizle böyle alengirli vakaları kendisine götürüyoruz götürmesine ama yol boyu hacısı hocası durdurup nasihat veriyor. Ölüyü bir daha rahatsız etmenin anlamı yok diyorlar.” Nedim bu düşüncelerin ahali kadar kendisine de ait olduğunu söylemeye cesaret edememişti ama Zahittin Efendi olan bitenin farkındaydı. Bu şehirde kendisi ve Vali Paşa’dan başka hekimbaşına muhabbet besleyen kimse olmadığını her vakıada yeniden anlıyordu. Beleş tedavi ettiği çocukların anaları dışında kimse adamın arkasından bir dua okumuyordu. Şehrin diğer hekimleri ve iksircileri çoktan düşman kesilmişti herifçioğluna. Bu topraklarda kellesini omzu üzerinde muhafaza etmek ve cehaletle mücadele etmek arasındaki zor dengeyi gençliğinde kurup o zamandan beri koruyan Kadı Zahittin Efendi bıkkın gözlerle kullukçubaşını süzdükten sonra, “Beni haberdar et gelişmelerden,” deyip avucunun tersiyle çekilmesini işaret etti.
Aradan iki gün geçmiş, göl kenarında bulunan cesedin ahali arasındaki tesiri zayıflamıştı. Kahvehanelerde toplanan kalabalık ilk gün cesedin sol yanındaki yarığı konuşup dursa da sohbetlerin ana konusu bilmem hangi dulun yürürken sallanan kalçalarına dönmüştü tekrar. Hem zaten adamın peşine düşen, tanıyan eden de olmadığına göre muhakkak çevre köylerden ya da konargöçerlerdendi. Bu topraklarda konargöçer ahalinin canı bir sikke etmezdi. Hekimbaşı tetkikleri sonucunda adamın karaciğerinin olmadığını kullukçubaşına bildirmiş ancak beriki bu bilgiyle olayı çözmek şöyle dursun karaciğerin yerini bile yeni öğrenmişti. Şehirde hayat normale dönmeye başlamış, ölen öldüğüyle kalmışken Harran Kapı civarında iki yeni ceset bulunduğu haberi sokağın gündemine top güllesi gibi düştü. Ekmek fırının önünde, odunların dizili olduğu duvarın arkasında yaydıkları kokunun rehberliği vasıtasıyla fırıncı çırağı tarafından bulunan iki ceset, kullukçuların ilk günkü protokolü uygulamalarıyla hekimbaşının tıbhanesinin yolunu tuttu. Arabanın yanında dalgın dalgın yürüyen Genç Asım son olayda işlerine koşan arabacının, “Ağam bari bir iki akçe atsaydınız şu kulunuza da karnını doyursaydı,” cümlesine tokatla karşılık verip adamı arabadan düşürmüştü ki kan ter içinde yanlarına varan bir velet, derin derin nefes aldıktan sonra, “Ağalar, ağalar! Bir ceset daha bulundu,” diye bağırıverdi. Asım okkalı bir küfür savurdu. Az önce bir tokatla öbür yana yıktığı arabacıya, “Kalk lan ayağa, daha işimiz var,” deyip çocuğu kucağına aldığı gibi arabaya çıkardı. Bu altı kişi yanlarında, üzerinde sinekler uçuşan iki cesetle, Taş Camii tarafındaki dar bir sokağın girişine vardı. Az önce nefes nefese yanlarına varan çocuğun haberini verdiği bu son cesedin çevresini saran kalabalık, Asım ve diğer üç cüssedarın sokağın başında görünmesiyle hemen geri bastı. Olay yerine varınca, “Diğer üçü gibi, yine karaciğerini çalmışlar adamın namussuzlar. Siz üçünüz bunu da hekimbaşının yanına götürün, Nedim Ağa’yı beklersek iyice kokar adamlar. Bari öbür tarafa pürü pak gitsin. Vallahi cennete koymazlar adamı bu kokuyla,” deyip kendilerine kılavuzluk eden çocuğa cebindeki yemişlerden bir avuç verdi. Diğerlerinden toy olmasına karşın şimdiden Nedim’in vekili mutlak-ı konumuna erişmişti. Kadı efendinin yanındaki ağasına yetişmek için hızlı koşar adımlarla olay yerini terk etti.
Zahittin Efendi’nin konağının girişinde ağasının çıkmasını bekleyen Asım, Nedim’in merdivenlerde görünmesiyle hemen davranıp yeni cesedin haberini verdi. “Sonuncusu birkaç günlük ağam, iyiden iyiye çürümüş. Orasında burasında böcekler çıkmış. Sanırım ilk mevtayla aynı tarihte kavuşmuş hakkın rahmetine. Fırıncı, biz bir yerlerde sıçan öldü sandık ta peşine düşmedik kokunun,” dedi. Nedim Asım’a ters ters bakıp, “Ulan dürzü, orasından burasından böcek çıkan adam neyin rahmetine kavuşmuş olsun? Biz bu olayları çözene kadar adamlar hakkın rahmetini falan kavuşamaz. Şimdi yıkıl git hekimbaşından farklı bir durum var mı bu üç cesette öğren bakalım.” Asım, ağasından yediği azarın yüreğinde doğurduğu öfkeyle merdivenlerden aşağı hızla inip gözden kayboldu. Nedim derin bir nefes aldıktan sonra az önce çıktığı odanın kapı tokmağını tekrar vurdu.
Akşam karanlığı şehrin üzerine düşerken Ayn Zeliha’nın üzerinden ayın aksi belli belirsiz seçiliyordu. İki aydır adet edindikleri üzere bu akşam da tebdili kıyafet sokağa çıkan kadı efendi ve hekimbaşı ağır adımlarla gölün çevresindeki kalabalığın arasından geçtiler. İbrahim Peygamber’in mancınıklarla fırlatıldığı rivayet edilen kalenin tepesine doğru adımlarken kadı efendinin muhafızları da az geriden onları takip ediyordu. “Ee, ne dersin bu işe Şifaciyan Efendi, çözebilecek miyiz bu cinayetleri?” Zahittin Efendi bir ipucu dahi bulamadıkları cinayetleri çözme yükünün birazını olsun üzerine almasını istercesine çaresiz gözlerle baktı hekimbaşından tarafa. Yavaş ve düzenli adımlar atan Hekimbaşı, başını saran örtünün arasından zar zor seçilen gözlerini önündeki merdivenlerden ayırmadan, “Zor kadı efendi hazretleri,” dedi, “zor, çünkü ne biçare bedenlerde bir işaret var ne de bir tanık. Kıyafet yok, iz yok. Sağda solda baş gösteren tanrıtanımaz tarikatların ayinleri için yaptıkları tuhaf ritüellerden diyecek gibi oluyorum, ama da o da kolaya kaçmak olur. Bir mahlûkatı öldürüp bir de üstüne karaciğerini almak nasıl bir iştir, aklım almıyor. Adamcağız öte tarafta ciğersiz gezecek. Yahu ciğer olmadan vücudun dengesi kalmaz. Hormonlar bozulur. Kan akar durmaz. Enerjisi kalmaz adamın. Affedersiniz kadı efendi, vücuda giren zararlı şeyleri bile temizlenmez karaciğer düzgün çalışmazsa.” İkili nefes nefese kalsalar da kalenin tepesine çıkmayı başardılar. Şimdi şehir ayaklarının altındaydı. “Vali paşanın sıhhatleri nasıllar inşallah?” diye sordu Zahittin Efendi. “Olayları konuşmak için kaç kere randevu istedik ama müşkül durumları nedeniyle kabul edemediler bizi. Muhakkak alakadar oluyorsunuzdur ama ciddi bir şey yok değil mi?” Ufak tefek cüssesinin aksine güven veren tok sesiyle, “Kadı efendi, eklem rahatsızlığı zordur bilirsiniz. Boyun bir yandan bastırır, sırt bir yandan. Ama önce Allah’ın inayeti sonra da tıbbın marifetiyle iyi olacak vali paşamız. Şimdilik yalnız kalması en iyisi. Konuşmak dahi zor geliyor bazen paşa hazretlerine, bakışlarıyla anlatıyor derdini.” Kadı efendi gözlerini aya dikip, “Allah, paşamızı başımızdan eksik etmesin Şifaciyan Efendi. Bilirsin, şehir halkı sevmez seni. Ama paşa arkanda. Paşa ilme, fenne değer verir. Ben de veririm. Sen paşayı ayağa kaldır, ben de şu cinayetlerin icabına bakayım. Sonra da senin cemaate ne faydalı bir zat olduğuna ikna ederiz ahaliyi.” “Sizin ve vali paşamızın takdirleri yeterli benim için kadı efendi,” dedi Hekimbaşı başını eğerek, “bilirsiniz, ilme hizmet etmek her şeyden önemli benim için.” Kadı efendi eliyle işaret edince yanına yaklaşan muhafız topladığı çalı çırpıyı yere yığıp tutuşturdu. İkili az sonra ateşin üzerinde pişen Yemen kahvelerini yudumlayarak şehri izlemeye koyuldular. “Ne iyi ettin bize bu kahve denen mereti sunarak Şifacıyan” dedi kadı efendi keyifle aldığı koca yudumun ardından. “Afiyet olsun kadı efendi hazretleri.” İkili kahvelerini bitirdikten sonra sohbet ede ede dönüş yolunu adımlamaya başladı.
Ertesi gün erken uyanan Zahittin Efendi geçen hafta görülen davalara ait kağıtları çantasına koyup vali paşanın konağının yolunu tuttu. Avluya girdiğinde vali paşanın oğullarının matrak oyununa denk gelen kadı efendi gençliğinde bol bol oynadığı bu oyunu zevkle izlemeye koyuldu. Genç paşazadeler bir yandan kalkanlarını öne atıyor, diğer yandan ellerindeki tokmakları savuruyorlardı. Avluda “Hayda bre!” nidaları yankılanırken ön kapıda görünen Odacıbaşı Murat, hızlı adımlarla kadı efendinin yanına gelip başını öne eğdi. “Hoş geldiniz kadı efendi hazretleri, afiyettesiniz İnşallah.” Bu tanıdık yüzü içtenlikle selamlayan Zahittin Efendi, “Sağ ol Murat Efendi, ben iyiyim şükür. Sen devletli paşamızdan haber ver asıl. İyiler mi?” Bu soruyla Murat Efendi’nin yüzü bir başka hal aldı. “Ne siz sorun ne ben söyleyeyim kadı efendi,” dedi güneşin alnında teninden süzülen terleri elbisesinin yeniyle silerken. Etraftakilere duyurmamaya özen göstererek öne eğildi, “Üç kez sefere çıkmış Koca Paşa’nın idrarı kahverengi akıyor, o da yapabilirse. Rengi soldu, yerinden kalkacak hali yok. Ah paşa efendi hazretleri ne kudretli adamdı. Nasıl bu hale düştü?” Zahittin Efendi bir anlık şaşkınlığın ardından, “Nasıl yani, paşa efendimiz fıtığı azdığından yatmıyor mu evde?” diye sordu bir çırpıda. Odacıbaşı’nın yüzünü ağzından yanlış bir şey kaçıranların paniği sardı bir an için. “Aman kadı efendi, tabi ki fıtığı azdı. Ama bu aralar kötü beslendiğinden olacak bazı başka sorunlar da yaşadı. Yoksa çok şükür fıtıktan başka derdi yoktur devletlimizin.” Murat bu lafları hızla geveledikten sonra evrakları kaptığı gibi selam verip merdivenlere yöneldi. Kadı efendi Odacıbaşı Murat’la arasında geçen konuşmaya anlam vermeye çalışırken konağın girişinde sabırsızlıkla bekleyen Nedim’in bakışlarıyla karşılaştı. Nedim, “İki ceset daha var efendimiz,” deyince yolun köşesinde kendisini bekleyen arabasına atladı. Murat ve kadı efendi fark etmese de konağın üçüncü katındaki odasının penceresindeki tülün ardından odacıbaşı ile kadı arasındaki konuşmayı izleyen Cevher Paşa, Murat’ın yüzündeki paniği görünce hışımla perdeyi çekip gözden kaybolmuştu.
“Bu cesetler de aynı kadı efendi hazretleri.” Zahittin Efendi üç aydır ilk kez bu ufak tefek hekime şüpheyle bakıyor, kandırılmış olma ihtimalinin verdiği öfkeyi gizlemeye çalışsa da muvaffak olamıyordu. “Nasıl aynı Şifaciyan? Hiç mi ipucu yok? Hiç mi işaret yok? Hekimbaşı Kadı’nın içeri girerkenki tavrından şüphelenmiş, deniz yosunundan hazırladığı bayıltıcı iksiri, yıllar yıllar sonra bu madde kloroform olarak adlandırılacaktıysa da bu olay başka bir çağın konusudur, sanki olağan işini yaparmış gibi bir bez parçasına döküp iksirli bezi cebine yerleştirmişti. Gözlerini yere dikerek, “Yok efendimiz, vallahi billahi yok,” demekle yetindi. Paşanın sağlık durumuyla ilgili kendisine yalanlar söyleyen bu adama öfkesini bastırmakla iyiden iyiye zorlanan Zahittin Efendi, “Sen Paşanın eklem iltihabı var demedin miydi? Bilmez misin hem enerjisi kalmamış, hem idrarı kararmış, yerinden kalkamaz olmuş paşamız!” diye haykırdı. Şifaciyan derin nefes alıp, “Bana böyle bir malumat verilmedi. Bilsem bir ilaç reçete ederdim” demekle yetindi. Kadı efendinin kapıda bekleyen iki muhafızı içeriye kulak kabartmış, tıbhaneden gelecek emri bekliyorlardı. “Efendi, sana bir kez soracağım. Paşanın sağlığını bozan da, bu biçarelerin kanına giren de sen misin?” Arabası bozuk yollardan çukurlara gire çıka hekimbaşının konağının yolunu tutarken bugün aldığı bilgiyi son birkaç gün olanlarla ilişkilendirmek için kafasında evirip çeviren kadı efendi sonunda hekimbaşının hem paşaya komplo kurduğu hem de bir şekilde bu biçarelerin kanına girdiğine kanaat getirmişti. Ancak bu ufak tefek adamcağızın tüm bunları nasıl olup da yakalanmadan yaptığını bir türlü almıyordu aklı. Aylardır rol yapmaktan sıkılan Şifaciyan yaşlı kadının olayları bu denli hızlı çözmüş olmasına duyduğu hayranlığı ifade etmek istercesine çırptı ellerini. “Bravo kadı efendi, bravo,” bir yandan alkış tutuyor diğer yandan kendisine doğru hamle yapması durumunda cebindeki iksir sürülü bezle onu bayıltmanın hesabını yapıyorken içeriden duyulan “Devletli paşa efendimiz teşrif ettiler!” cümleleriyle derin bir nefes aldı. Şimdi avluyu adımlayan onlarca ayağın sesi doldurmuştu her yanı. Hekimbaşına sırtını dönüp yüzünü kapıya verdi. Az sonra müştemilata gelen Cevher Paşa solgun ve yorgun görünüyordu, ter içindeydi. Paşayı karşısında görmenin bir anlık şokunu atlatan Kadı Zahittin, “Efendimiz,” dedi, sesi hala hiddetliydi. Yere eğdiği başını kaldırıp Paşaya olanları anlatmaya başlayacaktı ki burnunda bir ıslaklık hissetti. Bir an sonra gözleri karardı.
Kadı efendi gözlerini açtığında başında şiddetli bir ağrı hissetti. Ağzının kenarından sızan salyası sakallarından boğazına akmıştı. Genzi keskin bir kokuyla yanıyordu. Bilmem ne zamandır aynı şekilde kalmaktan ağrıyan başını kaldırınca karşısında paşayı ve hekimbaşını buldu. Son birkaç günde olanlar hızla geçti zihninden. Anlam veremiyordu tüm bunlara. Her şeyin sorumlusu bu Revanlı iblis nasıl oluyordu da paşayla yan yana karşısına dikiliyordu? Öfke dolu gözlerini hekimbaşına dikip üzerine atılmaya kalktı ama o an acı gerçeğin ayırdına vardı. Elleri ve ayakları oturduğu sandalyeye bağlanmıştı. Biraz daha zorlayınca devrildi. Hekimbaşı ufak kollarıyla zorlansa da sandalyeyi doğrultmayı başardı. Ancak bu sırada suratına erimeye yüz tutmuş bir kartopu gibi çarpan balgamla karışık tükürüğün hedefi oldu. Tepki vermedi. Cebinden çıkarttığı kirli bir bezle yüzünü silmekle yetindi. Paşanın yanındaki yerini tekrar almıştı ki kadı efendi konuşmaya başladı. “Paşa efendi, her şeyi çözdüm. Katil bu mendeburdur. Dahası sizin sağlığınızı da bu adam bozuyormuş kaç zamandır. Devletli paşamızı kim bilir hangi alengirli sözlerle kandırdı. Kullarınızı çağırın da şu habis şeytanı derderst etsinler hemen.” Kadı efendi bir çırpıda kurduğu cümlelerin ardından yıllardır hizmet ettiği Paşa’nın tek buyruğuyla Hekimbaşını tutuklatacağını düşünmüştü ancak işler pek de beklediği gibi olmadı. Konuşmakta zorlandığı yüzündeki ifadeden anlaşılan Cevher Paşa, “Yapma Zahittin Efendi. Devlet-i Aliyye’ye bunca sene hizmet ettin. Şehrimin adaletini de güvenliğini de bir ahmağa emanet etmiş olamam herhalde?” Paşanın sözlerini bitirmesiyle şimşekler çaktı Zahittin Efendi’nin zihninde. Şimdi anlamıştı her şeyi. Ama neden? Nasıl? Bir cevap beklercesine bir paşaya bir de hekimbaşına baktı. Akşamları kahve sohbetlerinde kendisine eşlik eden biçareyi daha fazla cevapsız bırakmak istemeyen hekimbaşı söze başladı, “Kadı efendi hazretleri, öncelikle söylemem gerekir ki şu şehirde paşamızdan sonra yüzüme bakan yegâne insan olmanız, beni kollayıp kollamanız ve ara ara yaptığımız sohbetler benim için çok kıymetliydi. Ancak durumun karmaşıklığı görüyorum ki sizin gibi zeki bir adamın bile aklını bulandırdı. Merakınıza daha fazla işkence etmeden anlatayım olanları. Devletli paşa hazretlerimizin bir hastalığa tutulduğu malumunuz. Ancak bu hastalık ne et ne de kemik hastalığıdır. Maalesef Paşamızın hastalığı karaciğerinin ölüme yüz tutmasıdır. Nedendir bilinmez, karaciğeri bir türlü görevini yerine getirmemekte, bu da Paşamızın sağlığını günden güne bozmaktadır.” Hekimbaşı her türlü davayı çözmeyi kendine görev edinmiş Kadı efendinin yüzünde ömründe ilk kez olmak üzere bir davayı aydınlatmanın ardından mutluluk değil dehşet ifadesinin gezdiğini görerek konuşmasını sürdürdü, “Bu hale ne iksirler, ne ilaçlar ne de arşa yükselen dualar fayda etmiyor kadı efendi.” Kadı gözlerini bir anlığına paşanın yüzüne dikti. Paşanın yüzündeki acı dolu ifade Hekimbaşının sözlerini destekliyordu.
“Hâl böyle olunca,” dedi hekimbaşı ilginin tekrar kendisine dönmesi için kelimeleri gereğinden fazla uzatarak, “Eski çağlarda Antik Nil tabiplerinin deneyip de başarılı olduğu yöntemi denemekten başka çaremiz kalmadı. Karaciğer nakli. Evet kadı efendi, doğru duydunuz, nakil.” Kadının yüzünde bir an için duyduklarına inanmadığını belli eden bir ifade görünüp kayboldu. Ardından dört cesedin karaciğerlerinin neden çıkarıldığını anlamasıyla yüzünü dehşet kapladı. “Katil herif, manyak mendebur!” diye bağırdı öfkeden titreyen sesiyle. “Ben buna ilim diyorum kadı efendi. Hem paşamız için hem de ilim dünyası için umut dolu bir çalışma. Cesetlerden anlayacağın üzere henüz başarılı olamadık. Ademoğullarını bu nimetten mahrum bırakmamak için şu ana kadar dört Ademcik feda edildi. Her seferinde iki tane. Bu sayede sağlıklı bir naklin mümkün olup olmayacağını görmek istedim. Tabi, bu iş için paşa hazretlerinin canını tehlikeye atamazdım.” Paşa başını onaylarcasına salladı. “Ancak gördüğün gibi başarılı olamadık henüz kadı efendi. Neyse ki bu hafta Nil diyarından bir adam yen bir parşömenle buraya gelecek. Neyi yanlış yaptığımı anlamak için bir fırsat. Ardından, Devletli paşamızın sağlığı tekrar eski günlere dönecek. Ve ben bu yöntemi bulan hekim olarak Avicenna gibi, Razi gibi tarihe geçeceğim.”
Daha fazla kendini tutamayan Zahittin Efendi, “O zamana kadar daha kaç kişiyi kesip biçeceksin bre katil?” diye haykırdı. Kudreti olsa da ipleri çözebilse oracıkta boğazlardı hekimbaşını. Peki ya paşa? Yıllardır kapısında kulluk ettiği koca paşa nasıl inanmıştı bu zırvalara. Anlamak isteyen gözlerle artık vicdanına zerre itimat etmediği paşaya baktı. Yıllardır hizmet ettiği adamdan bir cevap bekliyordu. “Üzgünüm Zahittin,” dedi Paşa duygusuz bir sesle. Senin gibi ilim irfan sahibi bir adamın kellesinin Murat’ın boşboğazlığından gitmesini istemezdim. Ancak vicdanına da dinine de bağlılığını bilirim. Ve ellerime bu kadar günah bulaştıktan sonra yarı yolda durup dönmeye hiç niyetim yok. Acem diyarına tuğranla gönderdiğin yazışmaların bulunması suçlamasıyla, birazdan kelleni vereceksin.” Paşa sözlerini bitirmişti ki kapı çalındı. Genç Asım elinde iki kâğıtla içeri girdi. Paşa, “Ala,” dedi evrakları incelerken. Her ikisinin de üstünde kadı efendinin gösterişli tuğrası çekilmişti. “Demek Nedim Ağa’n da bu işindeymiş öyle mi Çulçubaşı Asım?” dedi Paşa genç adama gözlerini dikip. “Doğrudur paşa hazretleri. O mendebur da bu ihanetin parçasıymış. Yakalanınca karşılık verdi, ecelini elimden buldu. Allah günahlarını affetsin.” Paşa başıyla yeni Kullukçubaşına çıkmasını işaret etti. Asım kapıyı kapatırken koridorun başından kendisine doğru yürüyen maskeli üç adamı görüp bir an için irkildi. Ellerinde yay kementleriyle üzerine doğru gelen iri adamlar rahatça geçebilsin diye kapıyı sonuna kadar açtı.
Comments