“İşte buna ilim derler Asım Çelebi!” dedi Venedikli dönme Lucio tahta sedyede göğüs kafesi açılmış vaziyette yatan adamın kalbinin atışını hayranlıkla izleyen çırağına. Bırakın kanlı canlı bir âdemin bedenini yarıp açmayı kadavra ile çalışmanın bile yasak edildiği dar zamanlarda tababetin esaslarını öğrenebileceği birinin yanına kapılanmanın ateşiyle memnuniyetini ve şükranını her fırsatta dile getirmeyi görev edinen Asım, “Sabuncuoğlu kadar büyük adamsınız!” diye yanıtladı hocasının sözlerini. Kendini Osmanlı mülkü hatta cümle garpteki tüm alimlerden allame gören Lucio bu lafa alınmış olacak ki, “Senin Sabuncuoğlu dediğin zat tababet değil tercümanlıkta mütehassıstır Asım Bey! Hoca Zehravi’nin dediklerini papağan gibi tekrarlayan adamla mı bir tutarsın beni?” diye payladı genç adamı. Boğazdaki deniz analarının suyun yüzeyine doğru seğirtirken yaptıkları harekete benzer bir görüntüyü dakikalardır gözleri önünde tekrar eden âdem kalbine mühürlenmiş bakışlarını kaldıran Asım, “Zat-ı alinize saygısızlık etmek istemedim efendim,” deyip tekrar başını eğdi. Thales’ten bu yana tüm ilim adamlarının yaptığı gibi büyüklenmenin ve kibrin rüzgârına ara ara kendini bırakan hocasının suyuna gitmekten başka çaresi olmadığını bildiğinden, “Hadsizlik ettim,” diye ekledi. “Ha şunu bileydin!” deyip bileğinin sırtıyla alnında biriken terleri silen Lucio sedyede yatan adamın üstüne tekrar eğilip memleketlisi terzilerin kıvraklığı ve el çabukluğuyla dikmeye başladı az önce açtığı kesiği.
Yedikule tarafından öğle ezanının duyulmasıyla kapıyı çalıp hocasının yatmakta olduğu odaya girdi Asım. Sırf ilmi becerileri körelmesin diye sokaktan bulduğu bir garibanı elli akçe karşılığında göğsünü yarıp açmaya ikna eden dahası adamın kalbine yapacağı tek bir dokunuşla ruhunu teslim etmesine sebebiyet verebilecekken gece boyu eli dahi titremeyen iki metrelik hocasının karşısındaki yatakta bir cenin gibi kıvrılır vaziyette duran adam olduğuna inanmaz bakışlarla yaklaştı. Neden sonra, “Vakit geldi hocam!” diye seslendi sesinin çok kaba çıkmamasına dikkat ederek. Birkaç dakika önce uyanmasına karşın kendini yataktan dışarı atamayan Lucio, “Şu kahve denen meretten kaynattın mı?” diye sordu doğrulmaya çalışırken. “Fincanda sizi bekler kahveniz.” Zor da olsa yataktan çıkan Lucio uyuşan ayaklarındaki karıncalanmaya aldırmadan kendisini çağıran kahve kokusunu içine çeke çeke iç odaya geçti. Helaya girmeden önce kahvesini içmeyi, kahvenin hacetini kolaylaştırdığını fark edip bunları da defterlere not etmesiyle kahve ve boşaltım konusunda ilmi çalışma yapan ilk insan olma şerefine erişmişse de bugün bu bilgi tarihin tozlu raflarında unutulup gitmiştir, İstanbul’a geldiğinden beri alışkanlık haline getiren Venedikli sininin başına çöküp fincana uzanmıştı ki kapı sertçe vuruldu. “Hayır değil,” dedi kapıyı açıp açmamakta kararsız kalan Asım’a. Ardından, “Ancak şerden kaçarak da yaşanmaz bir ömür!” deyip bir yandan kahvesini höpürdetirken boştaki eliyle de kapıyı açmasını işaret etti. Kapıyı açan Asım karşısında en az hocası boyunda iki bostancı buldu. Elleri kılıçlarının kınındaki bostancılar genç adamı itekleyip destursuz içeri daldılar. Osmanlı diyarında asker görmenin, hele bu askerler sarayın has adamları olan, tüm şehrin görünce yolunu değiştirdiği bostancılarsa hayra alamet olmadığını çoktan öğrenmiş olan Lucio hızla ayağa kalktı. Ancak bu kalkış henüz yeni uyandığından mı bilinmez sendelemesine sebebiyet verdi. Dengesini zar zor sağladı. Hoş geldiniz demeye hazırlanıyordu ki, “Lucio denen dönme sen misin?” sorusunun muhatabı oldu. Yirmi dört sene üzerinde taşıyıp çoktan vefat eden anasından İspanyol bir subayla kaçan karısına kadar hayatında ehemmiyet verdiği her ağızdan binlerce kez işittiği eski ismiyle bir derdi olmasa da dönme lafına içerledi Lucio. “Kulunuz Ayasofya’ya Lucio olarak girdi, doğrudur,” dedi alındığını belli eden bir tavırla: “Ama oradan Ahmet olarak çıktı.” “Neyse ne!” dedi az önceki soruyu soran bostancı yüzünü buruşturarak, “Vezir-i âzam Mahmut Paşa seni görmek ister!” Osmanlı diyarının en kudretli ikinci adamının adını duyunca rengi atan Lucio öğrencisinden yana baksa da odadaki iki bostancıya ve hocasına göre yarı ebatta olan tüysüz Adem’in olanları korkulu gözlerle izlemekten fazlası gelmedi elinden. “Bir kusurumuz mu oldu acaba bilmeden?” diye sordu Venedikli son bir umutla. “Amma uzattın dönme. Yürü hadi!” deyip hâlâ açık duran kapıdan çıktı bostancı. Onu diğer bostancı takip etti. Çaresiz pek çok insan gibi yüreğinin istemediği yere ayakları tarafından sürüklenen Lucio çıktı dışarı ikilinin ardından. Asım, hocasının kendisini geride bıraktığına şükrediyordu ki, “İçerdeki çırağınsa o da gelsin. Yok yavuklunsa, o zaman iş başka!” dedi ağır adımlarla toprak yolu adımlamaya başlayan bostancılardan başından beri susanı. Edilen lakırdıyı duymazlıktan geldi Asım. Hocasının, “Asım Ağa! Duymaz mısın ne dedi bostancı efendiler? Yavuklu muyuz ki beklersin hala orada!” diye bağırmasıyla bu meseleden yırtma umudunun suya düştüğünü anladı. Kapıyı kapayıp hızlı adımlarla yetişti adamlara. Yedikule’ye doğru yürürlerken ne o ne de Lucio iç odada ilaçlı vaziyette yatan, dün gece göğsünü yarıp diktikleri adamın akıbetini düşünmüyordu.
Pek çok ilim adamı gibi hareketsizliği düstur edinmiş Lucio ve Asım kan ter içinde kalmış, belleri bükülü hâlde çarşıyı adımlarken önlerinde zırhları, başlarında börkleri ve çocuk boyunda kılıçlarıyla dimdik vaziyette yürümeye devam eden bostancılara hayret ve öfkeyle bakıyorlardı. İkilinin nefes nefese kaldığını çıkardıkları seslerden fark eden bostancılardan eve girdiğinde konuşanı, “Ne o? Sabahlara kadar insan kesip biçerken yorulmazsınız da şimdi mi yoruldunuz?” diye sordu sıradan bir olaydan bahseder gibi. Asım buz kesildi bu lakırdıyı işitince. “Ne kesmesi efendi hazretleri? Nasıl lafmış o?” dedi Venedikli korkuyla. Bostancılara sinik gözlerle bakıp kenara kaçışan kalabalığın varlığını unutmuş, yolun sonunun kelleyi teslime gideceği korkusuyla bildiği tüm duaları okumaya başlamıştı. Dualar bir surenin ilk ayetiyle başlıyor başka bir surenin ortasından bir ayetle devam ediyor ve hangi surenin hangi ayeti olduğu anlaşılmayan birtakım sözlerle noktalanıyordu. Adamın ölüm korkusuyla dua edişini işiten bostancıların yüzlerinde eve girdikleri andan beri ilk kez gülümseme peydah oldu. Çarşının çıkışına yaklaşırlarken hocasının can derdiyle iyiden iyiye saçmalamasına katlanamaz vaziyete gelen Asım kulağına eğilip, “Hocam dua işini bana bırakın. Gerektiği takdirde ben ikimizin yerine de ederim!” dedi.
Bir süre daha konuşmadan yürüdüler. Ardından Vezir-i âzamın konağının bulunduğu sokağın başına geldiler. Giyiminden kuşamından Paşa’nın uşağı olduğunu anladıkları heybetli bir adam karşıladı onları. Bostancılar adama selam verdikten sonra, “Allah yardımcın olsun dönme!” diyerek gerisin geri yürümeye başladılar. Bu lafı ederken ikisinin de yüzlerine yayılan gülümseme kalbini göğsünde zar zor zapt eden Lucio’yu iyiden iyiye kaygılandırdı. “Benimle gelin!” diyen uşağın ardından bu sefer de nefes nefese onu takip ettiler. Konağa doğru atılan her bir adım cehennemle arasındaki mesafeyi kısaltıyormuş gibi geldi Lucio’ya. O güne kadar ilim ve merak uğruna türlü yasakları delip envaiçeşit suç işleyen adam, “İlim için ölümü göze alırım!” derken nasıl da yanıldığını o an anladı. “Canımı bağışlasınlar bir daha elime neşter alırsam namerdim!” dedi içinden. Öyle ya böyle durumlarda Tanrı’ya söz vermek ademoğlunun son sığınağıydı. Konaktan çok küçük bir sarayı andıran yapının önünde durdular. Dış kapıdaki bostancılar yumruklayınca sanki bir mekanizma bu yumruklarla harekete geçmeyi bekliyormuş gibi bir anda açıldı demir kapı. Lucio, ortasındaki kare havuz ve roma işi kolonlarıyla memleketindeki villalara benzeyen konağın avlusunu inceliyordu ki bir anda geriye döndü önlerindeki heybetli adam. Bu tuhaf hareket karşısında yerlerinde çakılı kalan iki ilim adamı meraklı gözlerle ne diyeceğini beklemeye başladılar. Karşısındaki dönme ile konuşmayı kendine yakıştırmaz gibi iğrenir bir ifadeyle etti sözlerini uşak: “Paşa söyleyene kadar gözlerine bakmayın. Gereksiz lakırdıyı etmeyin. En önemlisi hiçbir isteğine hayır demeyin. Anlaşıldı mı?” İkili korkulu bakışlarla başlarını salladılar. Ardından başka bir uşak öfkeyle, “Çabuk olun! Paşanın ağrıları arttı!” diye söylenerek kendisin takip etmelerini işaret etti.
“Kaldır başını yerden Efendi!” dedi yüzünden acı çektiği anlaşılan Mahmut Paşa. O an hafızasından şüphe duyan Lucio az önce uşağın kendisine kati süratle başını kaldırmaması gerektiğini mi yoksa Paşa söyleyince kaldırması gerektiğini mi söylediğinden emin olamadı. Şansını ilkinden yana kullandı. Birkaç saniye geçmişti ki, “Sağır mısın be adam? Yüzüme baksana!” dedi kat kat yastıklar üzerine oturmuş Vezir-i âzam. Azarı yiyen Lucio hemen başını kaldırdı. Karşısındaki kırklı yaşlardaki adamın Osmanlı mülkünün en kudretli ikinci adamı olmasına imkân yoktu Venediklinin nazarında. O, kudretli bir asker beklerken karşısında göbeği sarkık, boynu ile başı bir olmuş ve acıdan suratı şekilden şekle giren bir adam vardı. Ne söyleyeceğini bilmez halde baktı. Neden sonra, “Kötü bir niyetim yoktu Paşa Hazretleri!” dedi bir çırpıda. Paşa anlamak ister gibi gözünü kısıp başını öne uzattı. Ardından yanındaki Asım’ı dürtüp, “Bu kulunuz gibileri eğitip Osmanlı mülküne yeni hekimler kazandırmaktı tek niyetim!” diye ekledi. Bu öğlene kadar saygı duyduğu adamın konu kelle oldu mu ne gibi hallere girdiğini gören genç hekim iyiden iyiye soğumuştu Lucio’dan. “Venedikli olduğumdan burada ne yasaktır ne değildir onu da tam bilmem zaten!” Paşa bir şey demediğinden aklanmak için kendisini sürekli konuşmak zorunda addediyordu. Tam bir cümle daha ediyordu ki, “Sen buraya geleli yedi sene olmuş be adam. Yedi sene!” dedi Paşa. Her kelimede acısı artıyor gibiydi. “Neyse ne! Korkma! Kesip biçtiğinle işimiz yok. Ha, bana kalsa kelleni çoktan alırdım ama Padişahımız Hazretlerinin İstanbul muhafızına kesin emri var. Büyü, fal gibi işlere girilmediği müddetçe itikadımızca yasak olan bazı ilmi çalışmalara göz yumulmasını buyurdular. Öyle ya, biz ikinci Romayız! Cenk etmekle bitmiyor iş. İlim de lazım!” Bunu derken inanmaz bir ifade belirmişti yüzünde. Terden sırılsıklam olan Lucio ve ruhunu teslim etmek için doğru anı kollayan Asım aynı anda derin birer oh çektiler. Bu halleri Mahmut Paşa’nın gözünden kaçmamıştı. Ağrısına rağmen bir kahkaha koyuverdi. “Tüccar Artin’i tanır mısın?” diye sordu Lucio’ya. Geçenlerde mayasıl tedavisi için evine gittiği Ermeni Artin’i tanıyor olmanın başına iş açıp açmayacağını bilmediğinden bir süre sessiz kalan Venedikli, perdeleri çekili odayı aydınlatan onlarca muma bakıp ilahi bir kudretin yardımını dilendiyse de bu yönden bir cevap alamadı. “Mumlara ne bakarsın be dönme bozuntusu? Mayasılını tedavi ettiğin Artin’i derim. Hatırlamaz mısın?” Paşa’nın sorunun cevabını çoktan bildiğini dahası yoldaki bostancıların dahi kendisinin bin bir gizlilikle yürüttüğü çalışmalara kadar her şeye hâkim olduğunu gören Lucio Venedik’in aksine bu şehirde gizli saklı iş yürütmenin imkânsız olduğuna kanaat getirdi. O halde ne diye geceler boyu uykusuz kalıp kör karanlığı aydınlatmakta zorlanan mumların ışığında yaptım çalışmalarımı diye kendine kızıyordu ki, Paşanın, “Niyetim yoktu ama kelleni almak farz olacak böyle giderse!” diye gürleyen sesiyle kendine geldi. Ardından hızla başını sallayıp, “Artin Efendi’yi tanırım. Tedavi etmiştim. İnşallah afiyettedir!” dedi bir çırpıda. “Boş ver şimdi Artin’i. Ben de bu mayasıl denen illete tutuldum. Saray hekimine söylesek düşmanlarımızın diline düşmek var sonunda. Sen bana yardım edeceksin. Şimdi yanaş bakalım!” diye yanıtladı onu Paşa. Ardından uşaklarının yardımıyla ayağa kalkıp yere yüz üstü uzandı. Donup kalan Lucio neden sonra tüm bu yaşananların rüya olup olmadığından emin olmak için kendini çimdikledi. Hayır, gerçekti. Ömründe ilk defa mabat göreceğinden memnun vaziyette Paşa’ya yöneldi.
Saim Serhat Arslan
Comments