Arabayı park edip markete uğradım. Bir sigara alabilecek kadar vaktim var. Hümeyra’nın çıkış saatine yetişirim. Geciksem de bekler zaten. Çıkık elmacık kemikleri üzerine düşmüş perçemlerini kenara çekerken göz göze geliriz. Utanır. Bakışlarını kaçırırken soluk benzi pembeleşir. Altı yıldır beni hiç yarı yolda koymadı. Her pazar izinli gider, annesini bazen de bir arkadaşını görür. Ertesi sabah biz uyanmadan gelmiş olur. O kadar sessiz o kadar renksizdir ki bazen onun bu evrendeki her şeyi tüm ayrıntılarıyla bildiğini düşünürüm. Sırlar, mucizeler, efsaneler bir araya gelmiş Hümeyra’nın bedeninde, maddenin tüm hallerinden sıyrılarak başkalaşmış da bu garip etkileşimden ortaya renksiz, kokusuz, şekilsiz bir varlık çıkmıştır. Sarı kanepeyi bile bildiğinden şüphelenirim.
Sigarayı çantama atıp apartmana girdim. Hep aynı küf kokusu. Sarı, loş ışığın bir başka suretiymiş gibi daracık merdivenlere sinmiş kesif, boğucu hava. Merdivenleri çıkarken her adımda kuyunun dibine doğru sarkıtıldığımı düşünüyorum. Gövdemdeki ip göbeğimi kesiyor; koptu kopacak. Karanlık artıyor, koku ağırlaşıyor, döne döne kapıya geliyorum. Altıncı kat. Zili mi çalmalıyım, anahtarımla kapıyı kendim mi açmalıyım. Her defa aynı tereddüt. Zili çalıyorum. Buraya ait olmadığımı Hümeyra’ya ima etmenin yollarından biri. Bir yabancı gibi görünme arzusu içimdeki; ayrıksı bir yabani ot.
Her zamanki sessiz duruluğuyla karşılıyor beni. Yüzünde halinden her şartta memnun olanların dingin huzuru. Haftalık rutin teslimini yapmaya başlıyor.
“Akşam ilaçlarını eritip etajere koydum. Kremleri ve yedek çamaşırları da dolapta, bildiğiniz yerde. Bugünün nöbetçi doktorunun numarası buzdolabının üzerinde. Acil bir şey olursa diye, biliyorsunuz.”
Bu dünyayı hiç görmemiş birine eşyaları, insanları, hayatları göstermeden birkaç kelimeyle şimdiki çağı anlatmanın bir yolu varsa, Hümeyra’da gizlenmiştir. Arada sırada rüyama gelerek bana yaşamı soran o zamansız misafiri tereddütsüz Hümeyra’ya yollamak isterdim.
“Biliyorum.” diyorum içimden, “dört yıldır olmayan o acil şey bugün de olmayacak.” “Sağ ol Hümeyra, iyi istirahatler.”
“Yarın görüşürüz hanımefendi.” diyerek çıktı.
Dış kapıyı kapattım. Çıplak holü geçip odasına doğru yürüdüm. Aralık kapıdan yatağının yarısı, onunsa tamamı görülebiliyor. Cenin pozisyonunu almaya başlamış gövdede ikinci bir kafa gibi çıkıntı yapmış kamburu ilk kez ona bakan birini korkutabilir. Kollarını dirsekten büküp karnında çapraz birleştirmiş. Ufalabilmenin, bir zerreye dönüşmenin tüm yollarını bedeniyle yıllarca aramış ve en idealinin bu olduğuna karar vermiş sanki, kıpırtısız bekliyor. Çantamı kapı eşiğine bırakıp içeri girdim. Önce pudra kokusu çarpıyor yüzüme, peşinden kendini göstermeyi, üste çıkmayı bilen lavanta aromalı pişik kremi. Bacaklarının arasındaki irili ufaklı, pembeli kırmızılı kabarıklara yenice yedirmiş olmalı Hümeyra. 40 kilo var yok. Yine de hayatımda gördüğüm en güçlü şey olabilir. Göğüs altlarındaki yaralara ulaşabilmek için gövdeye yapışık iki çengel kolu açmak ancak Hümeyra’nın becerebildiği bir şey. Bu mukavemete karşı tek bir kemik kırmadan, yıllardır o gizli yerlere varabilmesine hep imrenmişimdir. “İşim bu hanımefendi.” demişti bir keresinde, “Boğazındaki balgamları çektikten sonra bir iki dakika halsiz kalıyor, o ara sürüveriyorum merhemlerini.”
Beni hissetmiştir, soluğunun hızlandığını duyabiliyorum. Hümeyra’nın yaz-kış açık bırakmayı sevdiği üst pencereyi sıkıca kapatıyorum, perdeleri çekiyorum. Kokudan ve hırıltıdan ibaret varlığını odanın içine hapsetmiş oluyorum. Yüzünün sol tarafına vuran güneşin yakıcılığı bir anda kesilince hırıltısı gürültüye dönüşmeye başlıyor. Kamburu ritmik hareketlerle inip kalkarken geri kalan tarafları, içinde hırlayan bir azgın köpeği dizginlemeye çalışır gibi kontrolsüzce sallanıyor. Küçük kafası tüm bu kargaşadan ayrı kurtuluşu aşağıda bir yerlerdeymiş gibi kendini karnına gömüyor. Birazdan dizlerini de göğsüne doğru çekip tespih böceği pozisyonuna geçecek. İçinde azgın bir köpek besleyen tespih böceği. Küçükken bana durmadan anlattığı hikâyenin kahramanına benzediğini biliyor mu, sanmam. Gürültü ve koku içeride iyice biriksin diye, kapıyı sıkıca kapatıp mutfağa geçiyorum.
Kahve suyu kaynayana kadar bir sigara yaktım. Her şey yerli yerinde. Hümeyra, mutfak dolaplarından iki büyük rafı onun için ayırmış. Protein ve enerji içerikli mamalar, ilaçlarını eritmek için kullandığı geniş bardaklar, püre yapmak için bir robot ve renkli yemek önlükleri. Başını boynuna doğru kenetlemiş birini beslerken bu önlüklerin işlevi kalmasa gerek. Yine de Hümeyra, bu renk renk meyve ve şeker baskılı bebe önlüklerini o sivri, çürümüş çenesinden buruşuk boynuna doğru kaydırmanın bir yolunu bulmuştur. Suyun kaynadığını pencere camına vuran kabarcıkların buğusundan anlıyorum. Burası apartman boşluğuna bakıyor. Karşı evin duvarında kuytu bir çukurda iki kuş yumurtası. Güvercin mi kumru mu bilmiyorum. Kuşlardan anlamam. Bıldırcın yumurtası büyüklüğünde iki beyaz top. Anneleri ortada görünmüyor. Arada gelip kuluçkaya yatıyor olmalı. Kahvemi alıp odaya dönüyorum. Odadaki tek sandalyeyi çekip yatağının tam karşısına oturuyorum. Biraz süt tozu sayesinde ben karıştırdıkça daireler çizerek büyüyen girdap sarı-kahverengi bir renk almaya başladı. Ne var ne yok içine alıp götüren, kendisine bir noktadan katılanı sonsuz döngüsüne hapseden tehlikeli bir boşluk. Gittikçe artan hırıltının iki nedeni olabilir. Boğazında birikmiş balgam soluk borusunu tıkıyordur ya da bacak arasındaki iltihaplı, yeşilli-sarılı yaralarını, idrarı yakmaya başlamıştır. Henüz havada o kadar keskin bir sidik kokusu yok, demek ki ilk ihtimal gerçekleşiyor. Yazları kokunun en güçlü olduğu kuytu yerlerin üzerinde vızıldayıp duran karasinekler sayesinde hırıltının nedenini hemen tek ihtimale düşürürüm. Bu mevsimde daha zor.
“Tespih böceği gibi olacaksın.” derdi. “Geceleri canavar gelip sana dokunduğunda başını karnına kadar eğip dizlerini göğsüne çekeceksin ki işini bitirip hemen gitsin. Avuç içlerin kanepeye yapışık gibi olsun. İçinden yüze kadar say. Çok sessiz olmalısın, canavar uyanık olduğunu bilmemeli. Sen, ben bir de sarı kanepe. Anlaştık mı?”
Süt tozuna rağmen yumuşamamış sert kahvemden bir yudum aldım. Gözüm etajerdeki ilaçlarına ilişiyor. Akciğeri, kalbi ve de böbreği için eritilmiş haplar. Hümeyra, evdeki tek çiçek olan yıllanmış fesleğenin gittikçe yeşillenen yapraklarına bir anlam veremiyor. İlaç dolu bardağı toprağın her yanına güzelce bölüştürüyorum. Sandalyeme oturup kahvemi yudumlamaya devam ediyorum. Küçük masa aynasında kendimi görüyorum; huzurlu gibiyim. Haftada bir, her pazar hırıltılar ve kokular arasında kendimi güzel bulduğum tek an. Gözlerimi kapayıp bir yudum daha alıyorum. Açıyorum sonra. Hümeyra aynanın içinden bana bakıyor. Sessizce gülümsüyor. Biliyor mu, ürperiyorum.
Saliha Samanlı
Öyküyü sesli dinlemek için:
Comments