27.09.1996
Gönlümce Çıkıp Urumeli’ne gidemiyorum. Beylerbeyi’ne arz-ı hâl etmek ise biliyorum imkânsız. Bu duvar, bu masa, bu şehir…
Ben burada ne arıyorum?
15.06.1997
Toz, sıcak. Metruk denecek bir fabrika deposu. Yine sıcak. Adamın dilinin ucuna ağır küfürler konduran kara sinekler. Arsız şeyler.
Ayaz beni çok özlemiştir. Ayaz, bir arkadaşımın atı. Bana çok alıştı. Şimdi onunla tepelerde gezintiye çıkmak ne iyi olurdu.
“Metrik on altı somun versene oradan!”
Bu emrivaki cümleler yerine göre cinayet sebebi mi, cinayet sebebi. İt oğlu it! Hayvan herif. Yavşak!
Yahu benim burada ne işim var?
Ne işim olacak. Helal kazanıyorum. Elbette bu cevap beni tatmin etmiyor. Hiçbir zaman da etmeyecek.
O halde ben burada ne arıyorum?
01.08.1997
Önümüzden yadırganmayan bir haykırışla bir seyyar satıcı geçiyor.
“Buyrun abilerim ablalarım! Çakı, çakmak, ustura, bıçak, ayna, tarak, el feneri, bel kemeri, iki metre don lastiği…”
O aptal fabrikadaki saçma işi bıraktım. Mutsuzdum. Mutsuzluk işi bırakmam için geçerli bir sebep değil mi?
Arkadaşım pazarcı. Düzgün bir iş bulana kadar onun tezgâhında takılıyorum. “Kesmece dedim abla,” diyor. “Yalan değil. Çekirdek karpuz bunlar.”
Arkadaşım hiç yalan söylemez ki. Niye doğru söylediğine inandırmaya çalışıyor şu kadını? Tuhaf karşılıyorum.
Karpuzların üzerine mısralar yazıyorum. Geçen yıl bu zamanlar merhum Enver Paşa’nın naaşı yetmiş dört yıl aradan sonra Türkiye’ye getirilmişti. Onun anısına burma bıyık çizdiğim karpuzlara bakıp duygulanıyorum. Karpuza bakıp duygulanıyorum. Ellerim gayriihtiyari bıyıklarıma gidiyor. Karpuzu kimsecikler almıyor.
İyi de ben burada ne arıyorum?
05.10.1997
Bu göl kenarı fena değil. Yaklaşık yirmi dört kilometre yürüdüm bugün. Ayaklarım su topladı. Gelen geçen çiftçilerin tuhaf bakışlarını mütebessim selamlarımla geçiştirmeye çalışıyorum. Göl civarının doğa yürüyüşü için uygun bir yer olmadığını düşünüyor olabilirler. Yahut doğa yürüyüşü diye bir kavramdan haberleri yok. Hem neden olsun? Ah beni gidi küçük burjuva beni…
Muhtemelen burada ne işim olduğunu düşünüyorlar. Ben de onlarla aynı düşünceyi paylaşıyorum.
Aslında ben sadece yürümek istemiş olabilirim.
11.11.1997
Havalar iyice soğudu.
Askerden geleli beri düzgün bir iş tutturamadım. Yaşım da artık yirmi yedi. Annem ısrarla evlenmem gerektiğini söylüyor. Yola girermişim. Yoldan mı çıkmışım? Ne yapmışım da yoldan çıkmışım, anlayamıyorum.
Annemin ve cümle akrabanın ısrarıyla buluşmayı kabul ettiğim kız beni bekliyor. Yazık, kim bilir onu nasıl zorladılar buluşmaya. Abim, “şu kabanını değiştir artık,” diyor. Hâlbuki ben bunu çok seviyorum. Eskice ama sapasağlam. Üşütmüyor da. Daha ne?
Abime ters bir bakış atıyorum. “Kürk ile börk ile adam olunmaz,” der gibi bakıyorum. Büyük bir laf etme niyetimi anlamış olacak ki, sessiz kalıyor.
***
Kız çok nazik, pek güzel. İsmi de Neşe. “Evlenmem gerekiyormuş,” diyorum. “O yüzden buradayım,” diyorum. Kıza kalkar gider umuduyla bakıyorum. Gitmiyor, gülümsüyor. Kanım kaynıyor. Ne iyi kız. Severim bile ben bunu. O da severse, belki fabrikada bile çalışırım. Öyle ya, dut kurusuyla yâr sevilmez. Çay söylüyorum.
Ben bu çayın tınısında ne arıyorum?
***
“Evet sevgili seyirciler. Yirmi Yedi Eylül 2018, Perşembe. Ana haber bülteniyle karşınızdayız. Önce kısa başlıklar…”
“Şu elindeki defteri bırak da bana bak iki dakika. Fabrikada durum ne şimdi? Sendika ne diyor?”
“Bilmem ki Neşe. Bir şeyler konuşuluyordu yine bugün. Kulak asmadım.”
“Vallahi sen insanı çatlatırsın! Ne gamsız, ne meraksız adamsın… Bazen diyorum, acaba diyorum bu Saffet bu dünyada ne arıyor diyorum. Bak gülüyor bir de!”
“Neşe!”
“Efendim?”
“Hadi bir çay koy da içelim.”
Samet Çıldan
Özlemişiz kalemini abimizin. Kalemi daim olsun. Bir de hikayelerini kitaplaştırsa ne iyi olur ama hikayedeki gibi fıtrat olunca bazı şeyler (ikna etmek gibi) hayli zor oluyor. 😊
Eline , yüreğine ve kalemine sağlık. Çok güzel bir öykü 👏🏻👏🏻 Samet ÇILDAN.