‘Hikâye yazmak, sanılanın aksine çok kolaydır’ diye iddialı bir cümle kurayım isterdim fakat bu konudaki genel kanaat hikâye yazmanın zor olduğu yönünde mi bilemiyorum. Yine de pek zor olmasa gerek. Kısa öykü namına bir şeyler karalamak isteyen herhangi biri, bir kasaba kahvehanesini azıcık dikkatle izlese, pekâlâ ortaya güzel bir eser çıkarabilir. Evet mekân belki biraz klişe addedilebilir; ama dil... illa da dil, bir metni ya nitelikli kılar yahut okuru kıvrım kıvrım kıvrandırır.
Gelin kahvehaneye birlikte göz atalım. Sözüm ona emekli bir ihtiyar gazeteci… Şiir zevki Yahya Kemâl’de kalmış, müzikle alâkası Tamburî Cemil Bey’de kesilmiş ve görsel-işitsel medya ile imtihanını ‘Sevmek Zamanı’ filminde takılıp kalarak kaybetmiştir. Yılların gazetecisidir ama, sektör içinde varlığı ile yokluğu arasında müsavidir. Boynundan eksik etmediği kırmızı kravatı ile Menderes’ten, yetmiş dört harekâtından, seksen ihtilâlinden bahis açmamak için kendini güç zapt ediyor olabilir.
Kahvehane genelde orta yaş üstü müdavimlerin olduğu bir mekândır. Akşamları fersiz gözleriyle hasbıhal edeceği dostlar gözetleyen iki ihtiyar, ceplerinde birer ikişer kutu hap olduğu halde, için için yanan sobanın başında ölümü bekliyorlardır. İkisi de Bağ-Kur emeklisi, nekbet, suratsız, pinti… Pek tabiî yine her ikisi ağzı dualı, mübarek, gönülleri hakikate açık; hadi bir de ehl-i tarik birer pir-i fani… Niçin olmasınlar?
Bu kahvehaneden hafızasına ve not defterine cümleler devşirmeyi murat eden biri yanlarına sokulup; gaddar ağalara ve gâvur Yunan’a baskın üzerine baskınlar ekleyen Çolak Hüseyin Efe’nin hayatını, soba başındaki iki siluetten farksız iki ihtiyardan dinleyebilir, onlara sorular sorabilir:
Sabah ayazında yüzünü, evin poyraz tarafına düşen arkta yıkayıp, bir çanak üzüm pekmezi içip, Adıyaman tütününden bir cıgara mı sarmıştır ilkin? Karagöz’ün Abdullah’a henüz diktirdiği meşin çizmeleri, çıkacakları zorlu yolculuğun farkına varıp önceleri mırın kırın etmiş, sonra sonra bu ayaklarla yârenlik etmenin vahşi ve mağrur hazzına erişmekten nefislerini men edememişler midir? Kayacaköy sapağından; adı kara, kendi boz derenin yatağından ani bir zaptiye baskınına karşı pürdikkat, sedef işlemeli martini omuzunda, başı bulutlu dağlara ak başlı doğanlar gibi mi seğirtmiştir? Önceleri namlı eşkıya, sonraları ‘Kuvvacı Çolak Hüseyin’ -haklı veya haksız- akıbeti meçhul kıyamına doğru böyle mi yollanmıştır?
Farz-ı misal, aynı vakitte bir başka masada altı kişi -ki çoğu emeklidir- dördü eşli pişti oynayıp, diğer ikisi profesyonel yancılık yapıyorlardır. Girişteki köşeye düşen masalarının arkasında Türkiye siyasi haritası vardır. Gürültüleri, şen şakraklıkları gençlere taş çıkartıyordur. Diğer kahve sakinleri hiç rahatsız olmadan yine sohbetlerindedirler. Arada bir kahveci, mesela hava durumunda, televizyonun sesini biraz daha açıyor, o esnada oyun oynayanların gürültüleri azalır gibi oluyor, sonra yine aynı manzara tekrarlanıyordur.
– Kahveci! Üç çay, iki soda, bir kuşburnu!
Gibi emir cümlelerine inat, kahveci aheste aheste siparişleri hazırlıyordur. Önce, rutubet kokan çay ocağında bardakları sıcak suyla haşlıyor, sonra çayları dolduruyor ve yine aynı kayıtsızlıkla fişi takılı olmayan buzdolabından iki tane sade soda çıkarıyordur. Nitekim kahvehanede karpuz çilekli, elmalı yahut limonlu soda da mevcut değildir.
Kahvecinin oturduğu ve kasa niyetine kullandığı askerî usûl, demirbaş listelerinden adı çoktan silinmiş bir masa, masanın üzerinde adisyon vazifesi gören eski bir çizgili okul defteri. Defterde, içilen çay başına karalanan çizikler…
Az ötede işsiz olduğu için mutlu, parasız kaldığı için huzursuz; kasaba eşrafının gevezeliğine karşın suskun bir adam. Hadi bunun da ismi Zeki, yaşı da kırk beş olsun. Bu adam sessizce çayını yudumluyordur. Kahvehane önündeki balık tezgâhında ilçeden getirilen levrekleri, sardalyaları izlemektedir. Havanın soba yakılacak kadar serin, boğa çayırında şöyle bir gezintiye çıkılacak kadar ılık olduğunu düşünüyor ama bunları kimseye söylemeyi aklından geçirmiyordur. Cezaevinden henüz çıkmıştır zâhir. Niye cezaevine düşmüştür? Belki orası ayrı bir hikâye konusu. Okur düşünsün canım, bize ne.
Sonra mesela babasının iki kilo sardalya alması için çarşıya gönderdiği, ilk gençliğinin tam ortasında bir genç kız dahi yazılmak istenen satırlara dâhil edilebililir. Televizyonlarda ve bilumum popüler kültür zımbırtılarında kendisine dayatılan ve doğru diye kabul etmek üzere olduğu bir hayat tarzıyla; daha şuncacık bir çocukken babaannesinin dizinde dinlediği masallar, efsaneler ve nasihatlerle bezenmiş mutlak hakikat arasında sıkışmış kalmıştır belki. Gerçekle hakikat arasında bocalamak çok yorucu olsa gerek ki, genç kızın kafasındaki tilkiler neredeyse bütün vücudunu sarıp sarmalamak üzeredir. Yanlış nedir, doğru ve gerçek nedir? Mutluluk ve mutsuzluk nedir? Hangi mutsuzluk insanı mutlu eder? “Bazen mutsuzluk da insanı mutlu eder,” diyen o delikanlı ne kadar haklıdır?
Böyle böyle, yazılmak istenen bir hikâye; arzu edilirse vurucu bir girizgâh yapılarak, damak zevkine göre bütünlük arz eden bir karmaşa içinde okura sunulabilir. Orijinal sayılabilecek karakter tasvirleri belki işin tuzu biberi olur. Amaç, okurun kalbinin bir yerlerinde kalmış merhamet duygusunu, şefkati ve vefayı; yahut çocukluk günlerine ait küçücük mutlulukları hatırlatmaksa, tadından yenmez. Küçük bir çocukken bir yaz gecesi bisikletten düştüğünü, bir türlü kabuk bağlamayan diz yaralarını okura hatırlatmanın neresi yanlış olabilir? Belki kuvvetli bir öykü olmayacaktır ama dil. İlla da dil.
Eğer satırlarımızda kasabalardan, kahvehanelerden, kırsaldan uzaklaşmak istersek; bir hikâyeye konu yahut hikâyedeki mekân olabilecek en güzel unsurlardan biri de içinden tren geçen şehirlerdir kanaatimce.
Bir de bu şehirler kadar; kıyısından, içinde aşina bir çift gözün bulunduğu otobüsler geçen şehirler de güzeldir. Şehrin güzelliği otobüs terminaline sinmemiştir ve bu çirkinlik ve yapaylık, terminale kendine has bir güzellik katar. Tartışmasız Bursa ve terminali, bu şehirlerin ve terminallerin en güzelidir. Belki de anlatılmaya en muhtaç olan, bu terminalin ta kendisidir. Muhtaç olduğu ölçüde anlatılmazdır ve sırf bu yüzden hakkında bir hikâye yazılamamaktadır.
Ne alaka demeyin. Bursa terminali güzeldir. Dilsiz, suskun ve gürültülü…
Samet Çıldan
Comments