Göğsümden yaşlı bir gemi konvoyu geçiyor. Oysa mutlu bir aşk hikayesi olacaktı bu. Mutlu yelkenliler, bizim rüzgarımızla dolduracaktı yelkenlerini ve dörtnala seyredeceklerdi pembe denizlerde. Öyle ya, mutluluk hep pembedir; öyle diretildi bize. Sonra, o koca koca ağaçların gövdelerine tutunup, arkasına saklanan o aptal aşıklardan olacaktık biz; hani şu Yeşilçam filmlerinde gördüklerimizden. Tüm İstanbul’u tepeden gören, nefes kesen güzellikte bir manzaraya sahip ama bir o kadar da görmüş geçirmiş efendi bir ihtiyarın mahcup mütevazılığıyla çevrelenmiş alelade sandalyelerin olduğu, sade bir çay bahçesinde oturacaktık el ele. Hayatında çoğu şeyi az ama inadına gülümseyen, kıt kanaat bir mutluluğa yamalanan o fazla iyimser insanlardan olacaktık. Ben öyle hayal etmiştim. Öyle düşlemiştim. Öyle olsun istemiştim. İzlediğim tüm o filmler, öyle olacağına inandırmıştı. İşte, bu da salakça bir bencilliğin başka bir maskesi. Sen istediğini um, düşün, hayal et; o Yeşilçam filmlerinde ağaçtan ağaca koşturan aptal aşıkların, bir lokma ekmeği güle oynaya bölüştükleri bir dünya değil hayat. Bunu, Melis’in gitgide ölü balığa dönüşen gözlerinden daha rahat anlıyorum. Oysa, o baktıkça Dünya dört yapraklı mini minnacık bir çiçek kadar ufalırdı. Renkli ve hoş kokulu bir küçülme olurdu bu; rahatsız etmezdi. O minicik dünyayı ellerimde tutar, yapraklarını sayardım koparmak yerine; seviyor, sevmiyor, seviyor, seviyor, seviyor… Ama şimdi öyle mi? Ah Melis, bakışlarının ruhsuzluğu ölülerin bile tüylerini canlandırmaya yeter.
Melis’in bunlardan zerre haberi yok; minik üf püflerle saatine bakıyor.
“Bir şey demeyecek misin?”
Oturduğumuz kafe hiç de öyle zihnimde tezahür ettiğim muazzam manzaralı ve mütevazı o yere benzemiyor; tuhaf müzikler dinledikleri belli değişik tiplerin kocaman kulaklıklarıyla etrafı doldurduğu, zombi filmlerindeki tiplemeler gibi ifadesiz ve donuk suratlarıyla ağır ağır hareket eden şehir insanıyla dolu. Sanki hiç kimse elinde tuttuğu kahveden, kulaklığındaki müzikten, hayatından, yetişmeye çalıştığı ve olduğu yerden, isminden, cisminden, aldığı para üstünden, hayatında yer eden insanlardan mutlu değil ve müthiş bir ızdırap duyuyor gibi. Neden herkes bu kadar ifadesiz? Neden kimse gülümsemiyor? En ufak bir mimik yok insanların yüzünde. Sizi bunca mutsuzluğa rağmen bu kafeye atan şey ne? Neden içinize şişko bir kedi gibi kıvrılmış o mutsuzluğunuzla beraber evde kalmadınız? Mutsuzluk, belki de bulaşıcıdır. Bunca ruhsuz insanın bir arada olmasının başka bir izahı yok çünkü. Ya da hiç Yeşilçam filmleri izlememişler. Hiç Sadri Alışık’ın gülüşüyle gülümsememişler. Ya da…
“Sana diyorum?”
Dikkat ediyorum da geldiğinden beri ismimi söylemiyor Melis. Melis, Melis, Melis… İsmin, hiçbir Yeşilçam filmine yakışmıyor. Pervin, Jale, Nermin falan olsaymış adın. Ne fark edecekti? Zaten şu bulunduğumuz ortamda tek bir obje, tek bir insan, tek bir duygu, benim zihnimdeki hiçbir şeyle uyumlu değil ki. Sanki, nereye takacağımı bilemediğim bir puzzle parçasıyla dolanıp, şaşkın bir dalgınlıkla dolduracağım bir boşluğu aramakla geçmiş gibi ömrüm. Neden ismimi söylemiyorsun Melis? Ayrılık konuşmalarında, ayrılma talebi daha keskin olsun diye ismi bile ağza alınmıyor mu ayrılmak istenen kişinin?
“Anlaşıldı, bir yere varamayacağız Mert.”
Ah! İşte, söyledi.
“İsmimi söyledin.”
“Ee? Ne olmuş?”
“Geldiğimizden beri ilk.”
“Şaka mı yapıyorsun sen? Şimdiye kadar söylediğim hiçbir şeyi dinlemedin mi?”
“Dinlememiş olsam ismimi oturduğumuzdan beri ilk kez söylediğini nasıl bilecektim?”
“Öf! Mert çocuk çocuk şeylerle oyalanıp sinirlerimi bozma ya. Ne anlatıyorsun? Bin tane şey söyledim.”
“Bini de salakçaydı.”
Tüh! Hay aksi, sesli düşündüm. Yüzü, şuradaki baristanın kocaman ağızlı kahve kupasına sütle çizdiği abuk sabuk motife benziyor şimdi; karmakarışık. Kahvelere neden mide bulandıracak ölçüde sütle o kadar şekli verdiklerini hiç anlamam zaten. Kahve o kadar fazla sütle içilmez, ayrıca o çizdikleri kuğuya benzemeye çalışan motifler de…
“Salak olan sensin! Ne kadar isabetli bir karar aldığımı şimdi çok daha iyi anlıyorum! Ben de aptal gibi burada oturmuş, seni incitmeden nasıl bu konuşmayı yaparım diye düşünürken sen… Her neyse ya!”
“Neden incineceğimi düşündün ki?”
Beklemiyordu. Üzüntüden, kahrımdan öleceğimi düşünüyordu. Belki de umuyordu; Dünyanın kendi etrafında döndüğünü zanneden o benmerkezci kadınlar gibi. Ama gerçekten incinmedim, neden bilmiyorum. Belki de bütün dişlerimize gün yüzü gösterecek bir gülüşle o ağaçların aralarında saklambaç oynamadığımız için. Soruma öfkeleniyor, makul bir cevap arıyor. Beni kızdırmak, canımı yakmak istiyor. Bunu, iyice tiksinerek bakan yüzünden daha iyi anlıyorum. Son kez kavga edeceğiz. Saldır Melis, dilediğin yerden vur.
“İnsanlığımdan öyle düşündüm. Geçirdiğimiz onca güzel zaman hatırına öyle düşündüm. Keşke senin gibi dümdüz olsaydım!”
“Keşke.”
Yüzüme bir müddet daha bakıp çantasını kaptığı gibi abartılı hareketlerle ayağa kalkıyor. “Arama beni!” diye tersleniyor kapıdan çıkmadan önce. Bu, iyice tökezlemiş gururun toparlanmaya çalışan son adımları. Zaten aramayacak olmamı, tutulmuş ve yerine getirilmiş bir söz gibi addetmek istiyor. Aramayacağım Melis. Sana verdiğim çiçeği bile soldurdun sen, kaldı ki…
Kapıdan çıkıp gittiğinde sanki ortamdaki oksijen de artmış gibi bir ferahlık duyuyorum. Buz gibi Şubat havası mı girdi içeri diyeceğim ama, kapının açılmasıyla kapanması bir oldu. Temiz hava, bu mutsuz insan kalabalığının ortasında kendine yer bulmuş olamaz. Ufacık bir mutluluk atsan yere düşmez, o denli kalabalık bir mutsuzluk. Fakat şimdi o ifadesiz insanlara renk geldi gibi biraz; yan masadan biri, arkadaşının telefonda gösterdiği şeye kahkaha attı. Kafeye nereden girdiği belli olmayan bir kedi kuyruğu, bacaklara sürtüne sürtüne yavaş ve miskin dansını yapıyor. Ah Melis, bunların hepsini kaçırdın. Ama sen tüm bunları, burada olsaydın da kaçırırdın. Güzel şeyleri görecek göz yok sende.
Eve gidip malum Yeşilçam kanalını açıyorum; Sadri Alışık, yine o hüzünlü tebessümüyle üzüldüğü bir şeyleri boş veriyor, kahve makinesinde süzülen taze kahve damlalarının küçük sesi, balkon manzarasında nereye uçtuğu belli olmayan kuşların sebepsiz ve heyecanlı telaşesi… Pierre Loti Tepesi’ne çıkasım geliyor birden, kafamda başıbozuk bir eski zaman hülyası. Gitsem ne olacak sanki? Ama oradaki kahveler sade oluyor, o entel baristaların bol sütlü, süslü püslü, sürahiden hallice bardaklarında sunulan ve kahve demeye bin şahit isteyen kahvelerine hiç mi hiç benzemiyor. Bunun için bile gidilmez mi sanki?
Çok özlüyorum yaşamadığım tüm o dönemleri birden. Hayır, bu popüler kültür malzemesi olmuş bir nostalji arayışı değil. Daha başka. Melis anlamaz mesela. Gidip birdenbire, o çekmeceyi yokluyorum; annemin bir ara bıraktığı o albüm. Bir yer arıyorum o fotoğraflarda: İçinde ben, üzemeyecekleri kadar bir yaşsızlık ve rengarenk kıyafetlerimle kendimi arıyorum. Buluyorum da hatta. Kuruluyorum bir müddet o fotoğrafın içine; nasıl da renkli bir çilek tadı o çocukluk. Neden yerimi yadırgadım Melis’te? Bir üzüntüye tutturmam lazım aklımı, sevgilisinden ayrılan her erkek gibi. Ama olmuyor. Aksi gibi hafiflemiş hissediyorum. Bak, yine gülüyor Sadri Alışık bir şeye. Sevinecek bir şey olmamasına rağmen, mutlu mutlu gülümsemeyi de Sadri Alışık sayesinde öğrendik. Ah Melis, senin bu toyluğun bunu da bilmez. Evet, her erkek gibi ben de sana atacağım suçu; kusura bakma. Unuttum bir sevinin dallarında gezinmeyi. Sen beni, kendi sesimi, adımı bile unutturacak bir yalnızlıkla sınadın Dünya. Hayır Melis, sen değil; sen, sadece bu sessizliğe uydurabileceğim bir kılıftın. Bahanem de kalmadı artık sayende. Kimle örteceğim sessizliğimi? Derken annem arıyor:
“Mert? Nasılsın annem?”
Sesi hep incitmekten korkan bir soru gibi. Cevabımı beklemeden devam ediyor:
“Sana gönderdiğim o kutunun içinde sarma var, ısıtmadan yesen de olur. Ne yaptın, yedin mi?”
“Yok, duruyor canım.”
“Neden canın sıkkın?”
Sesimin ufacık bir zerresinden bile anlıyor her şeyi. Sırf bu yüzden bile ‘anne’ olmak isteyebilir bir insan.
“Sadri Alışık yüzünden…”
“Ne olmuş Sadri Alışık’a?”
“Gülüyor. Hiçbir şey olmamış gibi gülüyor. Neden o kadar mutlu anne?”
Telefonda uzun bir sessizlik oluyor. Anlıyor, anlaşıyoruz. İncecik sarılmış sarmaların olduğu buzdolabına bakıyorum. Melis, mevzubahis bile değil. Ben, seneler sonra, belki de ilk kez o baktığım çocukluk fotoğrafımın kucağına kuruluyorum. Elimde, kimsenin görmediği o puzzle parçası; hala uygun bir yere yerleştirmeyi umarak avuçlarımda tutuyorum onu. Bazen çok sıkıyorum, avuçlarımı kanatıyor ama atamıyorum da yere. Herkes görmezden geliyor, annem de gördüğünü çaktırmıyor. Birden, zihnimdeki o ağaçlıklı dekorda, birileriyle o yıllanmış ağaçların arkasında saklambaç oynuyorum. Tüm bunlar olurken, telefonun ucundaki annemin iç çekiş sesini duyuyorum. Belki, o da elinde yarım asırdan fazladır tuttuğu puzzle’ın yorgunudur. Konuyu, ortadan bıçak gibi ikiye keserek öldürmeyi seçiyor; çünkü, evladı orada biraz daha kalırsa nefessizlikten ölecek:
“Boşver Sadri Alışık’ı! Salondaki çiçekleri güneşe çıkar, kurumasınlar. Kendini de biraz güneşe çıkar. Sonra da git, bozulmadan o sarmaları güzelce ye. Bak inan, sen annenin bu sözlerini dinle, herkesten çok daha mutlu olacaksın!”
“Sadri Alışık’tan bile mi?”
Sesindeki metanet, anne merhametine karışıp, ölü bir kuş gibi telefonun ucundan kucağıma düşüyor:
“Evet, Sadri Alışık’tan bile…”
Seda Nida Demir
Comments