“An-ga-ra-gü-cü!”
“An-ga-ra-bö-yük-şe-hir-be-le-di-ye-si-si-por!”
“Genç-ler!”
Adımlama bitti. Kırmızı-gri renkli, üstünde doksan sayısı bulunan spor ayakkabı altta kaldı. Hemen mahallenin en iyi topçularından başlanarak seçimler yapıldı, takımlar kuruldu.
“Yaş mı kuru mu?”
“Yaş!”
“Yaş geldi. Alın topu başlayın!”
Öğle vakti yeni okunmuştu, maç ikindiye değin sürecekti. Köşe vuruşlarının penaltıya, kalecilerin oyuncuya, degajların kaleden kaleye gollere dönüştüğü maç kıran kırana geçiyordu.
“Üç korner bir penaltı!”
“Üç korner olmadı ki!”
“Kaleci oyuncu yok be Çiçekdağlı! Gitme gel!”
“Kaleye geçerken söyledim, bana ne, var!”
“Kaleden kaleye gol yok!”
“Neden yokmuş! Siz de atın sizinkini de sayalım!”
Maç tüm hızıyla sürerken top oynayanları izleyenlerin sayısı her kaçan, kaçmayan pozisyonda biraz daha artıyordu. Mahallenin küçük çocukları beton sahanın yanına toplanıyor, bizi izliyordu.
Yamuk yumuk duran kıyafetleri toz, toprak içindeki, yüzleri yanmış, sümükleri akmış bu gecekondu yığınının arasına lacivert bir gökdelen yanaştı.
“Mustafa! Lan Mustafa! Kardeşini de bul gel! Akşam bizdesiniz. Hadi bırak topu mopu da kardeşini bul!”
Amcamın sesiyle kala kaldım. Maçın bitmesine çok az kalmıştı. Hem takımımı eksik bırakamazdım.
“Amca, maç bitsin öyle arasam Eren’i? Az kaldı.”
“Başlarım maçına, maçın bitecek de kardeşini bulacaksın da! Seni mi bekleyeceğiz lan! Hadi dedim!”
Yerime birini bulurlardı herhalde. İstemeyerek de olsa kardeşimi bulmaya sahanın kenarına doğru yürümeye başladım, kardeşimi bulup sonra da birlikte amcamlara gidecektik. Annem amcamın sözünden çıkmamamız için bizi sürekli tembihlerdi.
“Amca, amca! Son bir gol. Sonra gider Mustafa, lütfen amca!” Top oynadığım diğer çocuklar benim gibi hemen pes etmemişlerdi.
Amcam diğer çocukların dört bir yandan gelen rica minnet ataklarından bunaldı. Sokulduğu gecekondudan sıyrılıp uzaklaşırken: “Ne duruyorsun lan! Çabuk ol Mustafa!” dedi. Yerime biri bulunurdu bulunmasına da ben kardeşimi şimdi nerede bulacaktım. Onun yüzünden güzelim maçımdan da oldum.
Sabah evden çıktı mı akşama kadar nerede, kiminle Allah bilir. Her gün değişmeyen bir şey varsa o da Amcamın iş çıkışı yolunun üstü olmadığı halde beton sahaya kadar gelip bana kardeşimi sorması. “Mustafa kardeşini al doğru eve hadi!”, “Mustafa kardeşin nerede lan!” “Mustafa, kardeşin…” Bekçisi miyim kardeşimin? Ben onun yaşındayken kapının önünde oynardım hep. Kim bilir nerede sürtüyordur şimdi. En iyisi parka bir bakmak.
Parkta koşturan çocukları gördüm. Kardeşim de aralarındaydı. Seslenip çağıracaktım, vazgeçtim. Gerçekten gün boyu ne yapıyor merak ediyordum. Çardaklara gire çıka koşturuyordu çocuklar.
Çocuklar girdikleri çardaklardan izmarit topluyordu. Neden sonra ağaçların altında toplandılar. Ne yaptıklarını uzaktan anlamaya çalışıyorum. Nereden buldularsa bir kibrit bulmuşlar, topladıkları izmaritlerin, en uzunlarını, yarım kalmışlarını yakıp son bir fırt alabileceklerini seçip yakıyorlardı. Sırayla kimi Yusuf Bakkal’ın tuttuğu gibi eli yüzünde izmarit dudaklarında, kimi Kemerikırık Sedat gibi ayakta dimdik yüzü gökte tıpkı bir vapur bacası gibi dumanı yukarı vererek diğer çocukların etrafında yürüyor, kimisi ise Sansar Hami gibi çöküp hızlı hızlı içer gibi yapıyor. Kardeşim ne yapacaktı acaba? Kardeşim de diğer çocuklar gibi yerden bulduğu bir izmariti yaktı, içer gibi yaptı. İzmariti her dudaklarının arasından çıkarışından sanki uzaklara öpücük gönderir gibiydi. Amcam da sigarayı böyle içiyordu. Şimdi mi uydurmuşlardı bunu yoksa her günleri mi böyleydi? Böyle oyun mu olurmuş? Seneye ilkokul birinci sınıfa başlayacak ama yaptığı hareketlere bak. Adam olmaz ki bu çocuktan. Benimle bir alakası yok kesinlikle.
Topladıkları izmarit ve yarım sigaralarla oyunları biten çocuklar, ağaçların dallarına asılmaya başladılar. Dalları eğip, büküyorlardı. Birer ikişer kırabilenler yine sıralarını diğerlerine bırakıyordu. Eren de sırası gelince gücünün yettiği bir dala asılıp kırdı. Ağaç dallarıyla birbirlerini dürtüyorlar, vuruyorlardı. Yeni oyunları buydu. Aptal çocuk. Böyle oyun mu olur? Ben onun yaşındayken böyle şeyler hiç yapmadım. Yapmam da. Çocukların acımasız kılıç kalkan oyununda canı yananlar hep aynı çocuklardı. Bunlardan biri kardeşimdi. Dövsünler, iyice bir vursunlar, gözünü çıkarsınlar. Sigara içmek, ağaç kırmak neymiş anlar inşallah. Çocukların bu oyunu da bitti. Can yakanlar, canı yananlar kol kola girmiş güle oynaya yürümeye başladılar. Eren’e seslendim, koşarak yanıma geldi. Amcamlara gideceğimizi söylediğimde masum bir çocukmuş gibi arkama takılıp geldi. Eve gidince yaptıklarını anneme tek tek anlatmalı ama kabak yine benim başıma patlardı. O yüzden anlatmayacağım.
Ertesi gün aşağı mahalle ile maçımız vardı. Mahallenin en iyi topçuları toplanmış, aşağı mahalleye geçiyorduk. Onların sahası parkın içinde tellerle çevrili beton bir sahaydı. Kaleler, gerçekleri kadar büyük olmasa da yan direkleriyle üst direkleriyle gerçek bir kaleydi. İnsanı havaya sokuyordu.
Diğer mahallede maçı duyan bizim mahallenin çocukları izlemek için saha kenarına akın etmişti bile. Toplananlar arasında kardeşimi gördüm. Gözleri yaşlıydı. Yanında da çok sevdiğim bisikletim. Kalabalıktan seçemiyordum ne olduğunu ancak bir şey olmuştu. Aklım onlardaydı. Maçı kaybettik. Şimdi iki takım birlikte bakkala gidecek, kaybeden takım kazanan takıma yirmi beş kuruşluk kolalardan alacaktı.
Maç biter bitmez soluğu kardeşimin ve ön tekeri eğri büğrü olan bisikletimin yanında almıştım.
“Noldu lan?”
“Maçını izlemeye geç kalmayım diye… Bisikletlen geleyim dedim,” gözüme bakıyordu. Bunları söylerken dudakları titriyor, gözleri yaşarıyordu.
“Dikkat etsene oğlum sende var mı bir şey?” Sormuştum ama gözüm kardeşimden çok bisikletimdeydi.
“Yokuş aşağı çok hızlandım, duramadım, korktum,” diye devam etti kardeşim. Diğer çocuklarla bakkalın yolunu tuttuk. Eren, soluğunu toparladıkça anlatmaya devam ediyordu. Kolaları ısmarladık, mahallenin yolunu tuttuk.
“Frene de bastım ama durmadı. Ben de kaldırıma yanaşayım da ineyim dedim. İnerken düştüm.” Kardeşim hikâyesini anlatmaya devam ediyordu ama onu pek dinlediğimi söyleyemezdim. Bir yandan yürüyor bir yandan sürüklediğim bisikletimi inceliyordum.
“Kaldırıma vurunca yamuldu teker. Düzelir mi abi?” Düzelir düzelmez, sana ne ki. Kır, dök, parçala sonra da düzelir mi abi. Ona cevap vermiyordum. O da susmuyordu.
Diğer çocuklar, bisikletin hurdaya çıktığına, düzelmeyeceğine emin bir şekilde yorum yaptılar. Bizim mahalleye girmiştik.
“Gardaş geçmiş olsun la. Fena olmuş bisiklet. Adam olmaz bundan.”
“Uğraşma direkt ver la bi hurdacıya. O paraya kola alırız.”
“Benim kardeşim böyle bir şey yapacak, onu öldürürüm. Mustafa’ya kimse karışmasın şimdi döver kardeşini bakın görün.”
Bisiklet düzelirdi neden böyle söylüyorlardı? Düzelmez miydi yoksa?
Arkadaşlarla birlikte ya top oynardım ya da bisiklete binip gün boyu gezerdim. Etraftakilerin yorumları beni dikenli duvarlara sahip bir labirente soktu. Duvarlara yaklaştığımda canım yanıyordu. Duvarlara değmeden ilerlemek de pek zordu. Labirentin sonunda Eren bekliyordu. Orada öylece duruyordu. Burada canım yanıyor, boğuluyorum yardım etsene. O yanıma gelmek istemiyordu ben de onun yanına gitmek istemiyordum, ama kendimi buradan çıkarmak zorundaydım. Bu labirent beni boğuyordu.
“Kızgın mısın abi?” diye sorularına devam ediyordu.
Onu görmek, sesini duymak hatta var olduğunu bilmek bile zoruma gidiyordu. Sanki kardeşimin varlığıyla azap çekiyordum. Git! Nereye gidersen git! Yeter ki git!
“İzinsiz neden bisikletimi alıyorsun? İzinsiz bir şey alınır mı?”
“Sen de izinsiz para almıyor musun? Annemin cebinden bir lira, bir lira. Almıyor musun? Ben de bisikletini alırım işte!”
İki elimle zar zor sürüklediğim bisikleti yere çaldım. Dönüp tam kardeşime bir tekme sallayacaktım ki amcam yanımızdaydı. Amcam bisikletin halini görünce ufak bir sorgu sualden sonra her zamanki gibi bağırdı, çağırdı. Sonra da Eren’e okkalı bir tokat vurdu. Ben vuracaktım, ben dövecektim. Amcam ne karışıyor ki? Eren yere kapaklandı. Gözleri amcamda ağzına kan dolmuş gibi yere tükürdü. Tükürüğünde kan yoktu. Tokat yediği yanağını küçük eliyle kapatsa da kızarıklığı görülüyordu. Acıya daha fazla dayanamadı. Ağlayarak koştu gitti. Bacak kadar çocuğa neden vurursun ki. Kızgınlıktan mı korkudan mı bilmiyorum ama Eren’in arkasından bakarken benim de gözlerim yaşardı. Bisiklet benimdi. Tokadı ben yemeliydim.
Bisikleti alıp tamircinin yolunu tuttum. Mahallenin çocukları sık sık teker şişirmeye gelirdi. Tamirci amca birçoğumuzun yüzüne aşinaydı. Beni tanıdı.
“Selamünaleyküm, kolay gelsin!”
Tamirci amca bisiklete bakarak “Ve aleykümselam! Geçmiş olsun, nasıl yaptın bunu böyle?” dedi.
“Sorma usta. Ben yapar mıyım? Kardeşim yapmış. Benim yapacağım iş mi? Kaldırıma çarpmış. Düzelir mi? Yapabilir misin?”
Tamirci, ince zayıf bedenini sürüklercesine ağırca kapı eşiğine kadar geldi. Bisiklete yaklaştı. Burnunun ucundaki gözlüğü düzeltti. Yaşlı bedeninde kalan son bir kuvvetle bisikleti kaldırdı, ters çevirdi. Sağına soluna baktı.
“Yapılır. Yaparız herhalde. Eee kardeşin nerede? Kazazede ortalarda görünmüyor. Şu senin yanında dolaşan afacan değil mi? İsmi neydi?”
“Eren. Görünmesin gözüme. Dövdüm onu. Kazazede değil o. Zarar ziyancı.”
Tamirci ön tekeri söktü. Tekerin eğrilen jantlarını penseyle düzeltiyor, tellerini tamir ediyordu.
“Dövmen pek olmamış. Ya sana abi demezse bir daha?”
“Dövmedim de dövecektim. Ama dayak yedi. İnşallah abi falan demez. Yanıma gelmesin bir daha, döverim.”
“Yanına gelmezse nasıl abi kardeş kardeş olacaksınız?”
“Benim gibi olacağını inansam çok güzel abi kardeş oluruz. Ama bilmiyorsun, yok olmaz.”
“Hiç mi benzemez sana?”
“Hiç.”
Tamirci amca bir müddet uğraştıktan sonra teker eskisi gibi olmasa da düzgün bir hal almıştı. Tekeri takıp bisiklete bir takla daha attırdı. Olmuş mu diye birkaç kez denedik. Ön teker ile arka teker hizalı bir biçimde gözüküyor, arka teker ön tekerin hizasında ilerliyordu.
“Oldu gibi, helal be usta,” diyerek neredeyse tabana kadar zıpladım. Çok sevindim, kurtarmıştık.
“Evet, oldu sanırım.”
Tamirci amca ile hesaplaşıp, helalleştik.
“Unutma. Ön teker nereye giderse arka teker de oraya gider,” dedi.
Demek ön teker nereye giderse arka teker de… Demek arka teker de oraya. Eve geldiğimde akşam olmuş, kardeşim çoktan eve gelmişti. Kanepeye yüz üstü uzanmış, öylece duruyordu. Belki de koşarak direkt eve gelmişti. Bilemedim. Eren’in yatışından üzgün olduğunu anlamıştım. Yaklaşıp dokunacak, konuşacak oldum, sonra vazgeçtim.
Ertesi sabah arkadaşlara tamircinin bisikleti nasıl düzelttiğini anlatıyor, eskisi gibi olmayan kısımlarını gösteriyordum. Bulutsuz, sıcak bir mavi vardı gökyüzünde. Birtakım çocuk yine koşturmaca halindeydi. Aralarında kardeşimi gördüm, arkadaşların arasından ayrılıp çocukları takip etmeye başladım.
Çocuklar bu kez kuz bir duvarın dibinde altı yedi yavru köpek bulmuş, onlarla uğraşıyorlardı. Aralarından kimse cesaret edip yaklaşamıyordu. Uzaktan sırayla yavru köpeklere taş atmaya başladılar.
Çocuklar teker teker taş atmaya devam ediyordu. Kardeşim de eline bir taş almış, sırasını bekliyordu. Eren’in aldığı taş küçük avucuna sığmamıştı. Elindeki beyaz renkli taşı seçebiliyordum. Terliyordum. Yine aynı labirentteydim. Bunalmıştım. Kardeşimle artık vakit geçirmek istemiyor, onunla oynamak istemiyordum. Böyle miydi gerçekten? Çıkarmıyordum labirentten. Böyle düşünmenin bir faydası yoktu. Çocukların olduğu yere doğru yürümeye başladım. Dünden beri düşünüyordum. Labirentin duvarlarını kıracak bir taş lazımdı. Yerden bir taş aldım. Kardeşimin yanına sokuldum. Eren, beni görünce önce şaşırdı. Sonra elimdeki taşı görünce yüzü güldü. Önce ben atacaktım ardımdan Eren. Sıra bana geldi. Elimdeki taşı havaya kaldırdım. Eren’in gözleri parladı, bir bana bakıyor, bir de duvar dibindeki köpeklere. Heyecandan yerinde duramıyor, olduğu yerde zıplıyordu. Onunla oyun oynamam çok hoşuna gitmişe benziyordu.
“Yazık. Küçücük hayvanlar. Taş atarak oyun mu oynanırmış.” dedim elimdeki taşı ayağımın dibine bırakarak.
Sıramı savıp, çocukların arasından ayrıldım. Kardeşime gelmişti sıra. Duvara bir taş attım aslında. Labirentin duvarına. Acaba Eren de bana eşlik edecek miydi? Arkama bakmadan meraklı yürüyordum. Duvara çarpacak bir taş sesi labirentte yapayalnız bırakacaktı beni. Her adımımda dikenli duvarlar üstüme geliyor, labirentin koridoru daralıyordu. Burada sonsuza kadar sıkışıp kalacaktım. Biraz yürüdükten sonra dikenli dar koridor genişledi, açıldı. Elimi sıkıca tutan küçük bir el hissettim, aynı şekilde sıkıca kavradım. Labirentten el ele çıkıp bisikleti bıraktığım yere doğru yürüdük.
Sefa Aykent
Comments