Bir anda tüm heyecanın yatıştı, derin bir sükûnet kapladı içini. Kuyruğun sıkıştığında hiç paniğe kapılmazsın, hep böyle uyuşturursun bütün duygularını. Soğukkanlılık mı yoksa vurdum duymazlık mı seninkisi kestirmesi zor. Bir çırpıda buz gibi soğumuştun bile her şeyden, yaşamdan, yaşama sevincinden. Anlaşılan, farkına varmadan kendini epeyce hazırlamıştın böyle bir olasılığa. Halbuki sinirlerin yer altında bitmeyi bekleyen otlar gibiydi. Derinde, usulca patlayacağı anı bekliyordu. Elinde hâlâ mazot kokusu... Göl kenarında donmuş bir köpek ölüsüne rastladın. Uzaktan önce bir kaya parçasına benzettin. Yaklaştıkça köpeğin beyaz tüyleri rüzgârda dans eder oldu. Boynunu kıvırmış, burnunu ayaklarının arasına gömmüştü. Öylece uzun bir süre izledin. Donmuş kalbi çözülünceye kadar köpeği izledin. Kendi kalbin mi yoksa köpeğinki mi daha fazla donmuştu? Düşündün, cevabını bulamadın. İnsan bildiği soruların cevabını bulamaz. Sen de öylesin işte.
Hava kararmaya başlamıştı. Elini kalbine koydun. Çıkan ayazla birlikte her şey daha da taş kesilmişti. Köpeğin tüyleri bile hareket etmiyordu artık. Biliyorum ruhun güneşli bir baharda yazlığına çekilmişti. Hatta deniz kıyısına inmiş, güneş kremini sürmüş şezlongda sere serpe uzanıyordu. Ya bedenin donmuş köpekten farksızdı; bunu çok iyi biliyordun. Bedenin ruhunun saçlarından tutuyor, yerlerde sürüklüyordu. Yerler vıcık vıcık güneş kremi. Soğuk bira bardağı yere döküldü. Bedeninin soğukluğuna doldurdun olanca içkiyi. Bedenin koca bir bardak oldu sanki. Merak etme birazdan kendinle sarhoş olursun.
Sizin oralarda ayıp değil mi? Güneşlenmek, güneş kremi sürmek, içki içmek ya da içkiye kap olmak. Tüh suratına. Kalk sofrayı hazırla. Yüzüne bir iki boya çal. Saçlarını tara. Göğsünün altına da fondöten sür. Bak karışmam sonra. Yoksa donarsın. Göldeki köpek gibi gerçekten donarsın. Göğsünde kocaman bir iz. Köyün mezarlığına da gömmezler seni. Kurt, kuş yer ya da çakallara atarlar leşini.
Kapı çaldı. Her zaman olduğu gibi isteksizce açtın kapıyı. Karşında sıra sıra dizildi komşular. Buyur etmedin içeri. Buyururlardı zaten. Ağızları çürük diş kokuyordu. Gıybet yapmaktan suratlarının nuru kaçmış. Çamur gibiydiler. Yemek yapmaya başlayamadan, onlar yamuk ağızlarıyla buyurmadan sen ocağa çoktan çay koydun. Akıllı kadınsın vesselam. Tepeden tırnağa süzmeye başladılar seni. Göğüslerin komşu kadınların ağzına girecekti sanki. Edepli olsana biraz. Hasta annen gelen kadınları yeni doğmuş bebek gibi izledi. Sadece gözleri hareket ediyordu. Bir sağa bir sola bakıyordu. Tek tek duruyor. En çok sevdiklerinde mola veriyordu. Bir tek sana bakmıyor; sende kalmayı hiç istemiyordu…
Yine gelişme yok. Ölmedi de. Doğrulmadı da. Gitgide vücudunu derin bir koku sardı sadece. Bacakları ince bir değnek gibi. Kollarını kaldıramadı. Derisini gerip davul kaplasan daha çok faydası olacak. Büzüşen derisi gittikçe inceldi. Delikler açıldı, yazık... Yeşil koyu bir irin gölünün içinde annen. Bir tek gözleri hayatta. Bu yeşil gölün içinde mavi bir çiçek açtı gözleri. Tüm komşuları tekrar tekrar selamladı. Hepsiyle ayrı ayrı sohbet etti gözleriyle. Gözleriyle içti çayını. İyi ki geldiniz. Ne iyi ettiniz diye baktı. Kadın kadının halinden anlar. Annenin halinden gelen kadınlar hep anladı. Bir tek senin halinden anlamadılar.
Daha sana sormadan biri perdeyi kenara çekip camı sonuna kadar açarak tüm çam kokusunu evin içine doldurdu. Diğeri bir elinde çay bardağı annenin üzerindeki bordo battaniyeyi kaldırıp çamaşır makinesine tıkıştırdı. Makine battaniyeyi yıkamadan önce toplanıp anneni bir güzel yıkadılar. Banyoda gülüşmeler, kıkırdamalar... Teker teker her yerini kurulayıp kremlediler. Evin her bir köşesini senden daha iyi biliyorlar. Yeni çarşaflar serildi, battaniyeler örtüldü. Karanfil oyalı yazmayı da örttüler başına. Hep bir ağızdan dualar okudular. Odayı çam kokusuyla beraber takma diş kokusu doldurdu.
Tahammül edemedin. Göğüslerini iyice sıkıştıran kırmızı bir elbise giyip dışarı attın kendini. Arkandan homurtu, uğultu, duayla karışık beddua uğurladı seni. Takma diş kokusundan kurtulmak için bileklerine ve kulaklarının arkasına parfüm sıktın yine. Ayakkabının topuğu kırıldı ama aldırış etmedin. Hatta yolun kenarında durup ikincisini de çöp tenekesinin metal kulplarına vura vura kırdın. Bu sefer ağır bir çöp kokusu gelip çöktü üstüne. Annenin bedeninin ağır kokusu, komşu kadınların takma diş kokusu, çöp tenekesindeki şehrin ağır kokusunu bedeninden söküp atamadın. Yine sık parfümünü. Birkaç saat idare eder. Sahtekâr kadın seni.
Annenin gözlerine sen de bakamadın. Bugün yine fark ettim. O da senin gözlerine bakmadı zaten. Ölmeyen tek yeriyle de reddetti seni. Allah senin eline düşürmeseydi keşke. Altı kapaklı iki tane gardırobun var, her ikisi de ağzına kadar dolu. Çeşit çeşit elbiseler giyip dışarı atıyorsun kendini.
Gün boyu dönüp dolaşıp yine aynı evi gözlüyorsun. Evin bahçesinde iki çocuk oyun oynuyor. Kadın çocuklara bahçedeki masada limonatayla pasta yediriyor. O kadın sen olmak istiyorsun. Mis gibi beyaz sabun kokan çamaşırları serip akşam yemeğine kocanı beklemek istiyorsun. Sinirleniyorsun. Göğüslerini daha da çok sıkıştırıyorsun. Sıkıştırdıkça morartıyorsun. Acını bile hissetmiyorsun. O evde camları silip yerleri süpürüp en güzel elbiselerini giyip kocanı beklemek istiyorsun. Üçüncü bir altı kapaklı gardırop alıp dünyanın en güzel kadını sen olmak istiyorsun. Takıp takıştırmak, giyinip kuşanmak. O evde huzur kokmak istiyorsun. Çocuklarına limonata içirip yaş pastayı sen yedirmek istiyorsun. Ah sen o adamı hâlâ unutamıyorsun.
O adam askerlik iznine geldiğinde annen sizi senin küçük odanda yakalamıştı. Annen komşuya gitti diye dayanamayıp hemen odana almıştın adamı. Komşunun oğlu bisikletten düşünce canhıraş hastaneye gideceklerini nereden bileceksin ki. Annen de hesapladığından erken döndü eve tabii. Hâlbuki senin dırdırını çekmektense komşu kadınlarla kışlık fasulye ayıklar, reçel yapar, domates kaynatırdı annen. Sen elini hiçbir şeye değirmezdin. Sen kadın mısın be? Sen anca giyin, süslen, parfüm sık. Rahmetli baban yaşasa böyle olmazdı tabii. Zavallı annen senin yapmadıklarını yaparken ömrünü çürüttü…
O gün bileğine takmıştı beni. O gün bugündür çıkarmadın bileğinden. Ayrıldığınız günün hesabını tutmaktan vazgeçmedim hâlâ. Ben günleri, geceleri nasıl saydıysam senin de bir ömür beklemekle geçen yalnızlığını öyle saydım. Bana bakarken onunla tanıştığınız bahar sabahı gelir hep aklına. Fırından simit almaya gitmiştin. Onu görünce simit torbası yere düşmüştü. Dudağının kenarıyla gülmüştü sana. Sen de eteğinden çiçekler düşürmüştün yere. Koklasın diye döke saça gittin her şeyini. Ardından eve kadar gelmişti. Günlerce seni izledi. Sen rahmetli baban yüzünden bir türlü görüşemedin o adamla. Bıkmadan usanmadan bekledi. Sen de bıkmadan usanmadan onu bekledin. O zamanlar edepli, uslu, namuslu bir kızdın ama mayanda vardı hep. Ama helal olsun sana. Adın çıksa da dokuza hiç unutmadın o adamı. Hakkını yemeyeyim şimdi. Uzaktan uzağa yediniz bitirdiniz birbirinizi. Ağaçların arkasına gizlenip izlediniz. Sen çamaşırları ağır ağır serdin, daha çok göreyim diye... Çamaşırlar sen sererken kurudu. Sen ıslandın yapış yapış oldun. Onu görünce kendinden geçiyordun. Askere gidene kadar gizli saklı yaşadınız her ne yaşayabildiyseniz. Hoş daha fazlasına cesaret edemezdin. O askerdeyken babanı da kaybettin. İlk izne geldiğinde onu ne yapıp edip odana aldın. Zavallı annen sizi o vaziyette görünce kapının eşiğine yığıldı kaldı kadın. Bir daha da kalkamadı. Beni kolunda her gördüğünde belki de o günü hatırlıyor. Kim bilir. Takma diyorum sana beni. Takmasana. Acı veriyorum sana. Askerden döndüğünde annenin yüzüne bakamam diye o da bıraktı seni. Günlerce, gecelerce, aylarca ağladın. Anneni çoğu zaman yatağın içinde çürümeye terk ettin. Senin de yüreğin çürüyordu. Yaz günleri bedenin buz tutuyordu. Kış günleri cayır cayır yanıyordun. Daha da açıldın farkında mısın sen? Kendini kıyafete verdin. Artık dolaplar doldu taştı diyorum dinlemiyorsun beni. Zaman da gelip geçiyor. Bakmıyor musun bana? Koluna ilk taktığında gencecik körpe bir kızdın sen. Şimdi ruhunu oradan oraya çekiştirip duruyorsun. Acı çektiriyorsun. Ruhunun saçlarından tutup yerlerde sürüyorsun. Sadece ruhuna değil bedenine de acı çektiriyorsun. Morluklarını kapat diyorum. Biri görecek adın çıkacak yine. Sen sadece kendinle sevişiyorsun bunu bir tek ben biliyorum. Seni bir tek sen dövüyorsun bunu bir tek ben biliyorum. El gün bilmez. El günün ağzı torba değil ki büzesin.
Yapma. Aklından geçenleri biliyorum. Gitme o eve yine. İzleme o adamı sakalları bile ağarmış bak. Adam mı o be. Kolundaki benden başka ne iz kaldı ondan. Derinlerdeki izleri karıştırma şimdi. Üstünden ne sular aktı. Anneni düşün. Yazık kadına. Sen olmasan ne yapar o. Ben olsam da ne yapıyor ki zaten deme. Evlatsın sen. Anadır o. Beş para etmez adamın tekidir o. Yapma. Gitme o eve.
Gittin. Dinlemedin beni. Olamadığın kadını, doğuramadığın çocukları, odalarında dolaşamadığın evi, sakalları ağarırken yakından izleyemediğin adamı, oda oda gardıroplara yerleştiremediğin kıyafetleri, limonataları, pastaları, gençliğini, ruhunu, çocukları diyorum evet evet o çocukları, küçücük çocukları, küçücük çocukların renkli oyuncaklarını, çocuğun annesini, çocuğun annesinin masumluğunu, hayallerini, güzelliğini, o adamın yarım bırakmış olduğu her şeyi hatta anneni mazot kokusuna nasıl teslim ettin? Hadi onları teslim ettin? Ya bana nasıl kıydın? Ellerinde mazot kokusuyla o gölün kenarında öylece köpeğin koynunda nasıl günlerce durdun?
Selahattin Anatürk
Commentaires