top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Selman Dinler- Tanrısal Boğanın Kurban Edilişi

Dostum Onur Kılıç için


Mimar Sinan fotoğraf bölümü yakışıklılarından Onur Parlak, akşam haberlerine çıkacağından habersiz, Abbasağa’daki deniz manzaralı dairesinde aşk acısı çekiyordu.

Dolu kül tablalarını ve boş bira şişelerini topladı, mutfağa götürdü. Sehpanın üzerinde açılan boşluğa ayaklarını uzattı. Kurosawa filmini tekrar başlattı. Siyah beyaz samuraylar ekranda kılıçlarını sallayarak oradan oraya koştururken onun aklı hep aynı yerdeydi. Kalktı, az önce yere attığı kartpostalı tekrar aldı eline.

Sırmalı, daracık kostümüyle fırlak götlü bir matador, boğanın sivri boynuzlarından kıl payı kurtulmuş olmanın gururuyla kasılmıştı. Elindeki kırmızı pelerini indirmiş, tribünlere poz kesiyordu. “Kasıntı züppe,” diye hasetlendi Onur. Kıyafetlere bak. Oysa boğa ne kadar mütevazı ne kadar sadeydi. Saldırısı boşa çıktıktan sonra başını hafifçe çevirmiş, şaşkınlıkla hasmını arıyordu. Boz bedeni arenanın kumları üzerinde kaybolmuştu ve ancak dikkatle bakıldığında kısa bacaklı, kaslı gövdesinin görkemi anlaşılıyordu.

Bir sigara yaktı Onur. Nereden çıkmıştı birdenbire bu İspanya sevdası? Önce ciddiye almamıştı ama işte, kartpostalı eline alınca kafasına dank etmişti. Gitmişti kız.

Koca boynuzlardan yağlı saçlı matadora kaydı bakışları. Herhalde orada böyle sıkı kalçalı, süslü İspanyollardan bolca vardı. İyi de bunu gözüne sokmak zorunda mıydı?

Cep telefonu bipledi. Bir mesaj. Okuldaki kızlardan biri onu sergiye davet ediyordu. Ayrıldıkları duyulmuştu elbette. Cevap vermedi.

Kılıçlarıyla birbirini yaprak döner gibi kesen samurayları durdurdu. Film izleyecek havada değildi. Kartpostala döndü yeniden. Şu zavallı boğa gibi hissediyordu kendisini. Bütün hızıyla hedefe koşuyor, sivri boynuzları yarıyor havayı ama bir de bakıyor ki karşısında kimse yok. Sendeliyor, neredeyse yere kapaklanacak. Çenesinden salyaları damlayarak düşmanını arıyor. Herkes gülüyor ona. Alayların, ıslıkların hedefi.

Boğanın burnundan sarkan ince sümüğe, yarı açık ağzına, bön bakışlarına döndü. Bu kendisi miydi? Boğa burcu olduğuna göre? Kız buradayken her olumsuzluğu burcuyla açıklardı. Bir keresinde, “Sığır gibisin,” demişti. Kıza bağlandığını ancak o gittikten sonra anlayan bir kereste. Bir kez daha fırlatıp attı kartpostalı.

Bir süre volta attı salonda. “Demek öyle, demek canımı acıtmak istiyorsun,” diye mırıldandı. Öyle dalgın dolanırken kitaplığın önünde durdu. Hemingway’in bir kitabını çekti. Boğa güreşiyle ilgili bir öykü açtı. Ayakta okumaya daldı. Matadorun o sert, havalı tasvirlerine, arenada cesaretinin övüldüğü kısımlara gelince çarparak kapattı kitabı. Neden bu kartpostal? Birini mi bulmuştu kız orada, anlatmaya çalıştığı şey bu muydu?

Kafasını dağıtmak için televizyonu açtı. Bir kelime yarışmasında durdu. Telefonu çaldı çok geçmeden. Arkadaşları, okulun çatısında esrar içmeye çağırıyorlardı onu. Bitirme projesine çalışacağını söyleyerek reddetti. Gerçekten de bitirme projesine çalışmalıydı. Teslim tarihi yaklaştığı halde ne çekeceğine karar verememişti. Günlerdir şu kartpostala bakıp aşk acısı çekmekten, o kadar önemsediği fotoğraf sanatını bile unutmuştu neredeyse.

Kanalı değiştirdi, Kurban Bayramı’yla ilgili haberler çıktı. İpini koparmış, önüne çıkanı boynuzlarıyla sağa sola döke döke otoyol kenarında koşan boğayı boş gözlerle izledi. Ancak zavallı hayvan uzaktan iğneyle vurularak dizleri üzerine çökertilip o çaresiz gözler ekranı doldurduğu anda dank etti kafasına. Bitirme projesi olarak tabii ki kurban pazarındaki boğaları çekecekti.

Hızla toplandı, fotoğraf çantasıyla sokağa indi. Peki kurban pazarını nerede bulacaktı? “Bunu bilse bilse bakkal İbrahim bilir,” diye düşünerek dükkanına girdi. Adamcağız biraz kafasını kaşıdıktan sonra bir akrabasını aradı ve bir adres elde ettiler.

Birkaç otobüs değiştirdikten sonra Sefaköy’de buldu kendini. İlk kez geliyordu buralara. Tarif edilen yöne doğru yürüdü. Yaklaştıkça gübre kokusu ağırlaşıyor, uğultu artıyordu. Uzaktan derme çatma, küçük bir köye benziyordu kurban satış alanı. Yelekli amcalar, sümüklü çocuklar, şişmanlıktan zor adım atan teyzeler bu mavi branda köyüne doğru akın akın gidiyordu. Onur aralarına karıştı, onların temposuyla yürümeye koyuldu. Açık kasalı eski kamyonetler ve doblolar her yere park etmiş, trafik kilitlenmiş, insanlarla taşıtlar iç içe geçmişti.

Böğüren sığırların, meleyen koyunların sesine korna ve motor hırıltıları karışıyor, bu gürültüye bağıran, pazarlık eden insanların sesleri ekleniyordu. Çadırlara yaklaştıkça gürültü küresi onu içine aldı, kulakları dengelendi. Az sonra burnu ağır hayvan dışkısı kokusuna alıştı, onu da duymaz oldu.

Her şey farklıydı burada. Başka bir gezegene inmiş gibiydi Onur. Işık sanki toz efekti veren bir filtreden süzülerek geliyor, nesnelerin keskin köşelerini yuvarlayarak, her şeyi birbiri içinde eriterek ışıtıyordu dünyayı. Hava ağır, yapış yapış ve öyle yoğundu ki insanlar onun içinde denizde yürür gibi, güçlükle hareket ediyordu.

Bulanıklaşan insan kalabalığı az ileride iki yana açıldı, dev bir boğa başı insanların üzerinde belirdi. Burnundan ve boynundan iplerle bağlanmış hayvanı birkaç kişi çekiştiriyor, çevresindeki refakatçiler hayvan durakladığı zaman böğrünü değneklerle dürterek, kuyruğunu büküp ileri iterek onu tekrar harekete zorluyordu. Onur tarih öncesi bir canlı gibi vakur ve iri hayvanın yanından geçişini hayranlıkla izledi. Kamerasını çıkarıp bir poz çekmek aklına gelene kadar boğa ve ertesi gün onu yiyecek kişiler uzaklaşmıştı.

Birden omzundaki kamera çantasının ağırlaştığını hissetti. Kenardaki seyyar köftecinin mangalında cızırdayan yağ kokusunu duyunca yutkundu. Plastik taburelerden birine çöktü. Ekmek arası bol soğanlı, maydanozlu köfteyi iştahla yiyip bitirdiğinde kendini daha iyi hissediyordu.

Gelip geçenlerin yüzlerini izlerken bir çay söyledi, sigara yaktı. Tuhaf bir trafik akışı vardı burada. İnsanlar bazen hızlanıp bazen yavaşlıyor, bazen de kim bilir neden, kalakalıyorlardı. Ne ileri ne geri. Yeşil ışığı bekleyen arabalar gibi duruyorlardı. Orada belirsiz bir süre boyunca beklerken, yüzlerindeki dingin kabulleniş ifadesi titremiyordu hiç. Anlamsızca bekliyor, bekliyor ama asla sinirlenmiyor, bağırıp çağırmadıkları gibi o sıkışıklıktan kurtulmak için bir hamle de yapmıyorlardı. Boynundaki ipten çekiştirilen kurbanlık koyunlar bile bir süre sonra sıkılıp tepinmeye başlarken insanlar sabrediyordu.

Onur izlenimlerin etkisiyle düşüncelere gömüldüğünü hissetti. Odağını, amacını kaybediyordu. Hatırlattı kendine, bu tuhaf yere boğa fotoğrafı çekmeye gelmişti. “Boğanın bakışı,” diye tekrarladı. Kesinlikle boğanın tarafındaydı. O hissi vermeliydi karelerinde. Ayaklandı. Başındaki yağlı kasketten gözlerini alamadığı köftecinin söylediği rakamın azlığına şaşırdı cüzdanını çıkarırken.

Kalabalığa karıştı, sürüklenmeye başladı. Nihayet kendisini genişçe bir çadırın önünde bulduğunda bitkindi. Son bir gayretle, bedenine yapışmış kollardan, gövdelerden kurtuldu, güç bela içeri attı kendini.

İçeride yemliklerin üzerindeki metal boruya bağlı, ağır ağır geviş getiren iri kıyım boğalar ve enine çizgili tişörtlü dayılar vardı. Dayıların hülyalı gözleri sığırların kaslı gövdelerine dalıp gitmişti. Hayallerinde hayvanları almış, kesmiş, etlerini siyah poşetlere ve plastik leğenlere doldurup eve götürmüş, kavurma yapıp mideye indirmiş, şimdi de dişlerini karıştırıyorlardı. Karınları tıka basa dolmuş, artan biftekler, pirzolalar da bu iş için özel olarak alınmış dondurucuya istiflenmişti.

Boğalardan biri hemen gözüne çarptı Onur’un. Kartpostaldaki gibi gri, cüsseli bir hayvandı bu. En çarpıcı yanı da diğerlerinin güdük boynuzlarının aksine hilal gibi kıvrık, sivri uçlu, korkutucu boynuzlarıydı. Yine de bir yanıyla gariban ve kaderine razı görünüyordu. Onun da sağrıları kendi dışkısıyla kirlenmiş, kuyruğu tembel tembel sinekleri kovuyordu. Kara gözleri hüzünle dalıp gitmişti uzaklara.

Onur o gözlerin arkasına yerleştiğini düşündü. Bu boğayla empati kurduğunu hissediyordu. Çekirdek çitleyerek, sigara içerek ona bakan, bedeninden kaç kilo et, kaç kilo kemik çıkacağını hesaplayan adamlardan hangisinin ipinden çekip götüreceği umurunda değildi. Onları görmüyordu bile, onların ötesine, çok başka yerlere bakıyordu gözleri. Kanının deli aktığı ilk gençlik çağlarında tepindiği çayırları mı hayal ediyordu? Genç ve çekici düvelerle birlikte otladıkları taze çayırları? Yüksek yaylaların çiçek kokulu, ferah havasını özlemişti. İstanbul öyle sıcak, öyle nemli, havası yağ ve egzoz kokularıyla öyle kirliydi ki… O cilveli genç danalardan özellikle birini düşünüyordu belki de. Kısa ömründeki ilk ve tek sevdasını… Onun diri butları, uzun kirpikli işveli gözleri… Yine de ağır ağır soluyarak ayakta duruyordu. Yaşama dair hayal kırıklıklarını ve ilgisini çok derinlere gizlemişti.

“Yeğenim, yeğenim! Bak hele!” Onur’un ense kökünden bir ses yükseldi. Bunun üzerine hayvanların arasından, sarı plastik çizmelerini şapırdatarak biri çıktı. Mal sahibi olmalıydı bu. Kısa boylu, kalın omuzlu, otuzlu yaşlarda, bıyıkları diken diken, bezgin bir adam. O da diğer herkes gibi enine çizgili, yakalı tişörtlerden giymişti. Göğüs cebinden bir sigara paketi görünüyordu. “He dayı?”

“Bu ne gelir canlı, yeğenim?” Önündeki samanı ağır ağır çiğneyen kahverengi bir boğayı gösteriyordu parmağı.

“O canlı…” durakladı, gözleriyle bir kez daha tarttı hayvanın etini, budunu. “Beş yüz kilo gelir.”

“Buna ne istiyon?”

“Valla ona otuz diyoruz.”

“Yirmi beşe bırakacağız diyosun.”

“Yok,” dedi satıcı. “Aha şu dayılar yirmi sekiz verdi, anlaşamadık. Daha orada arpacı kumrusu gibi düşünüp duruyorlar.” Çadırın çıkışına yakın duran dört, beş kişilik bir grubu işaret etti. Adamlar ayakkabılarının ucuyla toprak zemini eşelerken, asık suratlarla kendi aralarında konuşuyorlardı.

“Bunun şimdi son bitmiş rakamı ne?” diye sordu heyecanını biraz yitirmiş dayı.

“Yirmi dokuz dedim onlara, sana da aynısı olur.”

Adam başını sallayıp kendi kendine bir şeyler mırıldanarak uzaklaştı.

Yelekli bir dayı göbeğiyle seyircileri yarıp öne geçti. “Hayırlı işler,” diye selamladı satıcıyı. Ağzının kenarından sallanan bir sigarayla sırıtıyordu. Yanında tıpkı kendisine benzeyen, tombul, başörtülü bir de teyze vardı. Adam, Onur’un adeta tesiri altına girerek gözlerini gözlerinden alamadığı boğayı gösterdi. “Ha bu boz oğlan ne gelir canlı?”

“Canlı altı yüz elli gelir abi. Yedi yüze yakındır da altı yüz elli diyelim.”

“Hadi hadi, atma,” der gibi yanındakilere göz kırptı adam. “Et ne kadar çıkar bundan, kemikli et?”

“Et üç yüz çıkar, üç yüz otuz çıkar.”

“Bana yutturamazsın,” der gibi güldü dayı. Çürük dişlerinin arasındaki sigara bu konuşma boyunca tütmeye devam etmişti. Yanındaki kadın dürtünce, kulağını ona eğdi. Dinleyip başını salladı.

“Maşallah, hadi dediğin gibi olsun. Buna ne fiyat istiyorsun bakalım?”

“Ona otuz altı dedik.”

“Otuz altı olur mu ya? Kaça kadar kurtarır en son? Otuz bile çok buna. Bismillah! Ver bakayım elini, otuz!”

Elini arkasına sakladı satıcı. “Valla kurtarmaz.” Küsmüş gibi sırtını dönüp hayvanların arasına girdi.

“Yav gel hele gel!” diye çağırdı adam, gülerken göbeğini hoplatarak.

Satıcı hiç oralı olmadı. Hayvanların yemliğinden bir saman parçası alıp onunla dişlerini karıştırmaya başladı.

Pazarlığı tutturamayan dayı etrafındakilere dönüp, “Ne yapalım, herif aptal,” dercesine ellerini iki yana açtı. Çakır gözlü karısıyla biraz fısıldaştılar. Kadın konuşurken yemenisinin ucuyla ağzını örtüyordu. Buradan umutları kalmamıştı. Ağzında tüten sigarasıyla uzaklaşırken, laf sokarcasına bağırdı. “Allah çarşına göre pazar versin yeğenim!”

Satıcının burnundan kıl aldırmayan, seyircileri eğlendirmek için yalandan da olsa gürültülü pazarlıklara girmeyecek biri olduğu anlaşılınca çadırdan çıkanlar oldu. Bu yalnızca kuru bir hayvan ticareti değildi ki. İnsanlar her yerde olduğu gibi burada da öncelikle deneyim satın almak istiyorlardı. Heyecanlı anlar, karşıdakini pes ettirip söylediği rakamı kırmak ve ona kendi iradesini dayatmak, yanında hayvanla çıkarken satıcının boyun eğmiş, fazla indirim yapmaktan pişman ve mecalsiz suratını geride bırakmak… Atalarımızın düşman kabileyi savaşta mağlup ettikten sonra mallarını yağmalarken duydukları zafer coşkusuna benzer hislerle ayrılmak istiyorlardı bu pazardan.

Seyirciler için de benzerdi durum. İki güçlü yiğidin meydanda kıran kırana -yani gerçekten de el sıkışıp kol sallarken birkaç kemiğin kırılması pek de nadir görülen bir şey değildi- pazarlıklarla mücadele etmesi, kimin kime söz geçireceğinin henüz bilinmediği o heyecanlı bekleyiş ve sonunda ödül olarak hayvanın, savaşçılardan birinin yedeğinde çadırdan çıkması. Muzaffer erkek ve yanında hak edilmiş eti. Ayrılan çift kanlı bir birleşmeye gidecekti. Neredeyse erotik bir hazla bunu bekliyordu seyirciler. Taraflar birbirini kışkırtacak, iş bağlanır gibi olurken bozulacak, arabulucular ayrılan elleri tekrar birleştirecek, kollar hırsla, tutkuyla sallanacak. Ve sonunda, kötü bilenmiş, plastik saplı bir kasap bıçağının ucundan damlayan kan yayılıp bütün sahneyi kaplayacak.

Bu gibi düşüncelerle içini iyice kararttı Onur. O daima boğanın tarafındaydı, bunu hatırlattı kendine, “Boğanın gözünden.” Kartpostaldaki boğaya benzettiği gri hayvan kuyruğuyla sinekleri kovdu, inler gibi bir ses çıkardıktan sonra biraz yem aldı ağzına ve tembel tembel gevmeye koyuldu.

Onur, içinde devinen duyguların kabarıp gözünü kararttığını hissetti. Evet, içinde bir sanatsal yaratıcılık dalgası giderek büyüyordu. Bedeninin yükseldiğini, bu dalga tarafından kaldırılıp sürüklendiğini duyumsadı. Gözleri boğa gibi bakıyor, kalbi boğa gibi çarpıyordu. Göğsü genişledi, körük gibi inip çıkmaya başladı. Burnundan hırslı bir nefes verdi. O artık tam bir boğaydı. Çantasından fotoğraf makinesini çıkardı. Loş iç mekâna uygun, geniş diyaframlı, kısa bir objektif taktı. Makineyi boğaya yaklaştırıp birkaç poz çektikten sonra kontrol etti. “Hayır, hayır,” diye mırıldandı kendi kendine. İstediği etkiyi yakalamaktan çok uzaktı bunlar. Çantasını karıştırıp balık gözüne yakın başka bir lensle değiştirdi objektifi. Evet, buradaki klostrofobi duygusunu çok daha iyi yansıtıyordu bu. Boğayı karşıdan, alttan, uzanıp yandan, çeşitli açılardan çekti. Kenarlarda şekli bozulmuş, kareye sıkış tıkış doluşmuş bunca insan, bunca hayvan ve ortada kara, hüzünlü gözleriyle asıl kahraman, yani boğa. Onun siyah mermer gibi parlak gözlerindeki yansımalara, ışık oyunlarına odaklandı.

Bu sırada çadırın giderek sessizleştiğini, bakışların kendisine döndüğünü henüz fark etmemişti. Çektiği son kareyi büyütüp inceledi. Fena değildi. Ama biraz daha yandan alabilse, karşıdaki insanların çokluğunu vurgulayabilse. Düşünmeden öne atıldı. Kurbanlıkları kapatan tahta çiti bir hamlede aştı. İzleyenler arasında biraz şaşkınlık, biraz da kınama bildiren bir mırıltı dolaştı.

Onur boğanın yanına atlayınca kendisine yer açmak için bitişiğindeki diğer hayvanı geniş karnından itip uzaklaştırdı. Beyaz benekli, kahverengi, çok uysal bir hayvandı bu. Sanata da hürmeti vardı ki, terbiyeli terbiyeli kıpırdandı, arkadaşlarını sıkıştırarak fotoğraf sanatçısına rahatça çalışabileceği kadar boşluk açtı. Onur şimdi şehvete varan bir tutkuyla, çat çat basıyordu deklanşöre. Hırsla, ardı ardına, eğilip bükülerek. Gayretinden nefes nefese kalmış, tişörtü terle ıslanarak üstüne yapışmıştı. Ayağındaki gıcır gıcır Nike'lar bileğe kadar boka batmış bir halde, sanatını icra ediyordu.

Arada kameranın küçük ekranını gözüne yaklaştırarak çektiklerini inceliyor, elde ettiklerinden hoşnut, gülümsüyordu. “İşte bu duygu, boğanın bakışı,” diye mırıldandı. Tepeden biraz daha ışık olsa, arzuladığı gotik havayı daha iyi verebilirdi. Brandada bir göz, bir pencere açamaz mıydı acaba? O böyle burnunu havaya dikmiş, ışıklandırmayı düşünürken bir el omzundan tutup sarstı Onur’u.

“Hayırdır birader?”

Onur satıcının en az sattığı büyükbaşlar kadar bezgin suratına büyülenmiş gibi baktı. Evet, ona da sirayet etmişti aynı ruh. O da boğaların yanından bakıyordu dünyaya. Çitin aynı tarafındaydılar. “Seni anlıyorum,” dedi ve adamın sert çizgilerle kırışmış güneş yanığı yüzüne objektifi dayadı. “Az daha kaldır çeneni, biraz sağa, şöyle sert bak,” diye peş peşe talimatlarla adamı sersem ederek fotoğraflamaya koyuldu. Satıcı çaresizce itaat ediyordu. Pek de cevap alma umudu olmadan sordu, “Hayırdır? Gazeteci misin?”

Kalabalık, sigaraları, çekirdek ve fıstıklarıyla kıpırdandı. “Gazeteciymiş,” dedi bir tanesi ve çadırın köşelerine kadar hızlıca gidip geldi bu söz. Satıcı, kendisine tarif edilen şekilde durmaya çalışırken tekrar sordu. “Hangi gazete abi?”

Çitlediği çekirdeklerin kabuklarının bir kısmı dudak ve bıyıklarına yapışmış bir adam cesaretini toplayıp Onur’u dürtükledi. “Haberlere mi çıkacağız?” Soranın yanındaki, diğer yanındakine döndü. “Haberlere çıkacakmışız.”

Arka sıradaki teyzelerden biri, beyine seslendi. “Arka Sokaklar’daki Sinan’a benzemiyor mu?” Adam başını salladı, gerçekten de bu uzun boylu, yakışıklı delikanlı Sinan Komiseri andırıyordu. Onlara kulak misafiri olan bir dayı sordu, “Oyuncu muymuş?” Bir başkası yanıtladı, “Ne oyuncusu hacı, adam gazeteci! Televizyoncu yani!”

Daha kendinden emin bir ses, son noktayı koydu, “Bu akşam sekizde YTV’ye çıkacakmışız.” Şimdi herkes akşam televizyona çıkacağı için heyecanlıydı. Fotoğraflarının televizyonda sırayla döneceğini mi düşünüyorlardı acaba? Ama detaylar çok önemli değildi. Televizyona çıkacaklardı, o kadar.

Az önce uzanıp Onur’u dürtükleyen dayı birden sesini yükseltti: “Gazeteci abi, ne olacak bu ekonominin hali?”

“Hıı, ne?” Onur sanatsal yaratıcılığının şiddetinden biraz başı döndüğü için sendeleyerek arkasına baktı. Bunlardan biri konuşmuştu ama hangisi? Ses tekrar geldi. “Kurbanlık fiyatları cep yakıyor yakışıklı abim. Vallahi vatandaş kasabın yolunu unuttu, bayram gelsin de kavurma yiyek diye bekler oldu ama bu gidişle onu da bulamayacağız.”

Kurduğu cümleden memnun, kızarmış yanaklarını sağa sola çevirdi. Onaylayıcı baş sallamaları ve mırıltılarla biraz daha cesaretlendi. “Ha bu cambazlar utanmasa canımızı alacak? Böyle pahalılık olur mu?” Küçük birkaç alkış duyuldu. Adam iyice coşmuştu artık, “Otuz altı bine mal mı olur vicdansız? Al işte oyunun bozuldu, basına çıktın!”

Onur sonunda karşısında, hepsi de birbirine benzeyen suratlardan hangisinin konuştuğunu anlamış ama konunun içine hâlâ girememişti. “Nasıl? Ne açıdan?” diye kekeledi.

Satıcı biraz gücenmişti, “Cambaz değilim dayı, bizzat üreticiyiz. Mallar Erzurum’daki çiftliğimizden.”

“Çek bunu, çek!” diye bağırdı adam. Onur sersem sersem bakınırken uzandı, kameranın objektifini satıcıya çevirdi. “Vallahi fırsatçıdır bunlar, çek!”

Her yerden gür sesler katıldı koroya. “Çek! Çek! Çek!” Çadırın içi mahşer yeri gibiydi şimdi. Onur çılgınca akan bir nehre düşüp sürüklendiğini hissetti. Bastı düğmeye.

Satıcı da uyuşukluğundan kurtulmuş, kızgınlıkla hareketlenmişti artık. “Çek abi çek!” Dikleşti, kaşlarını çattı. Sertleştirdi suratını. “Böyle de çek.” Usul usul önündeki yemlerden atıştıran kahverengi boğaya sarıldı. Pat pat vurdu boynuna. “Çek abi! Başkaları gibi suyla, tuzla, hormon iğnesiyle şişirmedik. Harbi yayla malı. Dibine kadar organik. Kekik yedi bunlar dayı, kekiik!” diye bağırdı çitin öbür tarafındaki isyankâr dayıya.

“Ya bırak, ne kekiği.” Ak saçlı dayı biraz gerilemişti bu gayretli müdafaa karşısında. “Sorsan hep kekik yerler.” Sesi düştü, mırıltıya dönüştü. Tam bu taarruzun sona erdiği düşünülecekken başka biri çıkıştı. “Yan çadırda aynı mal, canlısı yedi yüze yakın, adam yirmi dokuza bırakıyor.”

“Peki o hayvan arpayla mı beslenmiş?” Satıcının geri adım atmaya niyeti yoktu. “Yok, yok, soruyorum, arpa geçmiş mi kursağından, geçmemiş mi? Yav bırak! Biliyorum ben o malları. Cıldır cıldır yağ. Saman yemek isteyen yan tarafa gitsin, kurbanlık aldım diye kendini kandırsın. Amma lokum gibi kavurma yemek isteyen de kimse kusura bakmasın dayıı, buraya gelecek, üçe beşe bakmayacak.”

Onur’u tutup başını yemliğe eğdi. “Çek abi, arpa ezmesini çek.” Elini daldırıp samanların arasından bir avuç yem çıkardı. “Arpa ezmesi!” Elini kalabalığa uzattı, görmeleri için önlerinde gezdirdi. “Dayıı! Arpa ezmesi bu. Kilosundan haberin var mı? İkiyi geçti, değil mi?” Arpayı objektifin içine soktu. “Çek!”

Onur bastı deklanşöre. Arpayı, samanları, yemliği bol bol fotoğrafladı.

Fakat kalabalık tam olarak ikna olmamıştı. “İyi diyon da yeğenim,” diye itiraz etti yetmişlik, bıyığını üstten inceltmiş, kasketli bir ihtiyar. “Yan tarafta yirmi dokuz, sende otuz altı. Bu biraz fahiş fiyat olmuyor mu? Bunu nasıl açıklayacan?”

“Yav kurbanın olayım dayı.” Satıcı yılgın, umutsuz hareketlerle, yardım istercesine etrafa bakarak eğilip eğilip kalktı birkaç kez. Elini kolunu açıp kapadı. “Gözünü sevdiğim, iki saattir ne anlatıyoruz? Arpa dedim, maliyet dedim. Erzurum’dan buraya nakliye var. Kamyon kaç para yaktı haberin var mı? Mazotu bildin mi, mazotu?”

“Yandaki kamyon tüplü müymüş?” diye bağırdı biri. Çadır kahkahalarla çınladı.

İhtiyar inatçıydı, sordu. “Tamam da niye pahalı?”

Onur kendi de ne anlama geldiğini bilmeden “Kekik,” deyiverdi ve makineyi kaldırıp kasketli, Ayhan Işık bıyıklarını kötü bir siyaha boyamış dayının çarpıcı bir portresini çekti.

“Evet!” Satıcı ummadığı anda yetişen bu yardımla tekrar gayrete geldi. “Kekiğe ne diyeceksin? Kekik yedi ya bu hayvan. Yayla hayvanı bu!” Hayvanın sırtına, böğrüne sert tokatlar attı.

“Bence pahalı,” dedi dayı. “Yanda daha hesaplı veriyorlar.” Yüzünü ekşiterek döndü, çıktı çadırdan. Heyecan yatışacak gibiyken bir adam bağırdı. “Beni de çek!” Diğerlerinden ayırt etmenin zor olduğu bir dayıydı. Onur onu da çekti.

“Bak şimdi gazeteci kardeş, izle. İspat edeceğim bu fırsatçıların fahiş para kazandığını.”

Yandan destek sesleri geldi. “Püü! Fırsatçılar! İspat et! Rezil! Utanmaz!”

Gürültü hafifleyince adam tekrar konuştu. “Çıkar ulan telefonunu!”

“Nasıl?”

“Çıkar telefonunu. İki saattir yok yemmiş, yok maliyetmiş, ağlayıp duruyorsun. Duyan da seni bitli dilenci sanacak. Durumun iyi mi kötü mü anlayalım. Çıkar telefonunu!”

Satıcı böyle bir saldırı beklemiyor olmalıydı ki telaşlandı. Kekeledi biraz. “Ne alakası var ya! Yalan mı konuşuyoruz burada? Mazot bize yirmi de size on mu? Pahalılık hepimize aynı değil mi abilerim, ablalarım?”

“Onu bunu bırak!” diye kestirip attı adam. “Çıkar telefonunu!”

“Çıkar! Çıkar! Çıkar!” sesleriyle inledi çadır.

Satıcı elini kemerindeki deri telefon kılıfına attı, çıkaracakken son anda durdu. “Tamam ama sen de çıkar.”

“Ne oldu korktun mu?”

“Sen korktun mu?”

“Çıkar!” “Sen çıkar!” İki taraf bir dengede duraklamıştı. “Önce sen çıkar!” “Yok o çıkarsın!” “Hayır önce o çıkaracak!”

Onur’u ite kaka yaka yakaya gelmiş bu iki adamın karşısına geçirdiler. “Çek abi! Telefonunu çek!” “Onunkini de çek!” “Önce o!”

Onur elini kaldırıp herkesi susturdu. “Peki madem, ikisi de aynı anda çıkarsın.” Bu öneri makul bulundu ve taraflar bellerinde silahşor gibi taşıdıkları telefonları aynı anda çektiler kılıflarından, hasımlarına doğrulttular. Gürültü dindi.

Kalabalık jüri, sessizce inceledi neticeyi. İki elde de akıllı telefonlardan vardı. Biri Kore, biri de Çin malıydı. Satıcı atik davrandı, konuştu. “Bana işim gereği akıllı telefon şart. Youtube’da besicilik kanalına aboneyim. Instagram ve TikTok’ta da yüzlerce takipçim var. Müşterilerimle mallarımın videolarını paylaşıyorum. Peki sen? Senin neyine gerek kameralı telefon? Söyle bakayım!”

Dayı bu atılgan hazırcevaplık karşısında afallamıştı. Kekeledi, “Ben de, ben de… İhtiyaçsa hepimize ihtiyaç yeğenim. Yani torun torbayla bir görüntülü de görüşmeyek mi?”

“Hayır! Sana ihtiyaç değil bu telefon, lüks!”

“Sana lüks asıl! Çoban değil misin alt tarafı? Neyine gerek telefon?”

“Çobansak insan değil miyiz?”

“Bırak ya!” “Sen bırak!” “Önce sen!”

Onur bu çekişmeli münazarayı bol bol fotoğrafladı. Maç berabere bitmişti. Anlaşılan kimse masum değildi burada. “Bir şey dersem ben de telefonumu çıkarmak zorunda kalırım,” diye endişelenen kalabalık öfkesini bastırdı, sessizce dağıldı. Olan bitenden haberi olmayan yeni müşteriler tek tük giriyordu şimdi içeri.

Onur az önceki fotoğraflardan çok memnundu. Müthiş bir belgesel seri yakalamıştı. Bu çiğ gerçekçi, ışık ve figürlerin her yerden patladığı fotoğrafları amfide göstereceği anı hayal etti. Elbette daha sonra sansasyonel bir sergi. “Dramatik ve trajik bir gelenek,” diyecekti. Şöyle şimşek gibi çakan havalı bir isim lazımdı sergiye. Düşündü, sonra gözünün önünde belirdi, “Tanrısal Boğanın Kurban Edilişi.” Afişin üzerinde kırmızı harflerle, sanki kanla yazılmışçasına, yapış yapış kelimeler. Birkaç cümle de tanıtım broşürü için. Kadim kurban ritüelleri, onun gizli şifreleri ve Anadolu’nun hiç anlatılmamış büyük destanı falan. Biraz abartılı mı olurdu bu tanıtım? Neyse, diye düşündü, broşürü yazarken Olgaç Hoca’dan yardım alabilirdi. Olgaç Hoca uzun saçlı, bıyıklı, Anadolu Rock dinleyen bir adam olarak bu temayla yakından ilgilenecekti kesinlikle. Ama şimdi ilk plana dönmesi gerekiyordu Onur’un. Buraya kafasında bir mottoyla gelmişti.

“Boğanın bakışı,” dedi satıcıya. Adamcağız az önceki şiddetli saldırıdan bunalmış, bitkindi.

“Af buyur,” dedi gazeteciye.

“Boğanın bakışı, Kurbancı Bey. Sanki ben boğaymışım gibi onun gözünden de birkaç kare çekmek istiyorum.”

“Çek abi,” dedi kafası karışan adam. “Yok yok, kafamda bir kompozisyon var. Senin de yardımın gerek.”

“Ne demek abi. Ne gerekiyorsa yapalım. Ama akşam haberlerde neler çektiğimizi güzelce anlatacaksın değil mi? Yem fiyatlarını, mazotu mutlaka anlat. De ki, üretici küstü de. Malı davarı satıp fabrikaya güvenlik girecekmiş de. Yazın sıcak, kışın soğuktan imanı gevremiş, bir de milletin çenesinden bıkmış, de. He abim?”

“Aynen abi, aynen,” dedi Onur. “Sen şimdi ne yap biliyor musun? Şöyle dur, şu hayvanın ipinden çeker gibi yap.”

Onur gri boğanın epik boynuzları arasına koydu makineyi, satıcı da hayvanı çeker gibi ipini gerdi. Birkaç kare çekti öyle. Baktı, beğendi. “Evet, evet,” diye mırıldandı. Bunlar güzeldi ama biraz daha çarpıcı bir kompozisyonla öne çıkmalıydı.

“Bak, bak,” diye seslendi satıcıya. “Şimdi ben boğa olacağım tamam mı? Sen boynuma ip atıp beni çekeceksin. Satılmışım ben, kurban olmaya götürülüyorum. Birazdan bıçaklar bilenecek, kan akacak. Kara yazgıma doğru çekiyorsun beni. Trajik sonumu hissediyorum. Gelmek istemiyorum ama ne çare, çekiyorsun ipimden. Çünkü sen de geçim derdine mahkumsun. Kurbanlıkları satmasan evde aç bekleyen beş çocuğunu neyle besleyeceksin? Değil mi?”

Satıcının kafası karışmıştı. “Nasıl dedin abi?”

“Şöyle kalın bir urgan var mı? Hah, gel şimdi şöyle dışarı çıkalım.” Satıcıyı çadırın dışına çekti. Nispeten geniş bir yol ağzına sürükledi. “Hani kovboy filmlerinde kement atarlar ya, biliyor musun?” Satıcı başını salladı. “Halka yap ipin ucunu. Daha geniş. Harika! Aynısı oldu gerçekten. Şimdi çevir başının üstünde, çevir, çevir.”

Bastı deklanşöre, bastı deklanşöre. Akşam üstünün kızıllaşmış ışığı, kalabalığın kaldırdığı tozla birleşince müthiş mistik ve melankolik bir atmosfer yaratıyordu. Sanatının zirvesinde olduğunu hissediyordu Onur. Havada ıslıklar çalarak dönen kemendi bol bol fotoğrafladı.

Az önce çadırdan çıkanlar, diğer çadırlardan çıkanlarla birleşti, yoldan geçenler onlara katıldı ve Onur’la satıcının çevresinde gittikçe büyüyen bir kalabalık meydana geldi. Onur’la satıcı açılan boşlukta, kimsenin anlam veremediği ama izlemekten de kendini alamadığı hareketler yapıyorlardı.

“Şimdi beni yakala,” dedi Onur. “Boynuma at kemendi, tam üzerime gelirken çekeceğim.”

“Abi bir şey olmasın.” Satıcı tereddütlüydü.

“Yok, yok. Çok güzel olacak. Şimdi ben biraz dik başlı, onurlu bir boğayım. Senin boyunduruğuna girmek istemiyorum. Sen de usta bir matador, şey pardon, kurbanlık satıcısı olarak boynuma geçiriyorsun kemendi. Hadi!”

Satıcı çaresiz itaat etti Onur’un otoriter sesine. Tepesinde çevirdiği kalın urganı olanca hızıyla savurdu. Onur’un fotoğraf makinesi çat çat çekiyordu pozları. Kalın ip uçtu, yaklaştı, yaklaştı ve kırbaç gibi şakladı Onur’un boynunda.

Darbenin şiddetiyle dengesini kaybetti. İstediği kareleri ele geçirmiş olmanın yüzünde yarattığı gülümseme, aniden yayılan acının tesiriyle ağzında çarpıldı. Onur’un uzun, düzgün yapılı bedeni öne doğru sendeledi ve yere kapaklandı. Genç sanatçı bir tarafa, fotoğraf makinesi diğer tarafa savrulmuştu.

Çevredekiler bunu görünce irkildi. Tepki sesleri arasından biri sivrildi. “Ne yapıyorsun insafsız herif! Basın mensubu hiç dövülür mü?” Çadırda telefon düellosuyla satıcıya meydan okumuş dayıydı bu. “Zalim fırsatçı!” Ona diğer sesler katıldı hemen. “Şerefsiz! Fırsatçı pezevenk! Namussuz!” Hakaretler her yandan oluk oluk yağmaya başlamıştı satıcının üzerine.

Zavallı adam neye uğradığını şaşırmıştı. Urganı, bir suç aletinden kurtulur gibi elinden attı. Kendini ifade etmeye çalıştı ama çadırda az önce kendisine ziyadesiyle bilenmiş kalabalığın onu dinlemeye tahammülü yoktu. Konuşmasına müsaade etmediler. Küfür ve hakaretleri tokatlar, tekmeler ve yumruklar takip etti.

Onur darbenin etkisiyle hala canı yansa da doğrulmaya çalıştı. “Müthiş,” diye fısıldadı. Toplumsal bir hadisenin tam göbeğine düşmüştü. Çekmeliydi bunları. Dört ayak üstünde makinesine emekledi. İzdihamdan dolayı hemen ulaşamadı makineye ama neyse ki dayıların hıncı çabuk sönecek cinsten değildi. Birkaç yıldır doya doya et yiyememiş olmanın bünyelerinde biriktirdiği öfkeyle, Allah ne verdiyse girişiyorlardı satıcıya, bu mübarek kurban arifesinde. Onur da ayaklanan halkın haklı öfkesini en çarpıcı karelerle ölümsüzleştirme fırsatı buluyordu.

Güneş gözlüklü sivil polisler ellerinde telsizlerle beş on dakika sonra yetişti, kalabalığı ayırdı. Olan biten, çevredekilerin cep telefonları tarafından kaydedildiği için, gerçekten de akşam haberlerinde tekrar tekrar gösterildi. Halkın bilgeliği olacakları öngörmüş, akşam haberlerine çıkacaklarını yanlış delillerden hatalı çıkarımlar yapmışlarsa da sonuç olarak bilmişlerdi.

Onur akşam ayaklarını sehpaya uzatarak tartışma programlarında kendisi üzerinden kopan fırtınayı izlerken bir bira daha açtı. Muhtelif görüşler, bu elim linç hadisesini kendi pencerelerinden, kendi takımlarının işine yarayacak şekilde yorumlamaya çalışıyordu. Bir süre sonra sıkıldı Onur. Aynı cümleler farklı ağızlarda yankılanıp duruyor, kimse kendi sesiyle konuşmuyordu. Sanki herkes bir başkasının yazdığı bir metni tekrar ediyordu. Kapattı televizyonu. Gözleri aşağı, sabah fırlatıp attığı kartpostala kaydı.


Selman Dinler

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page