top of page

Öykü- Sema Öztürk- Bir Gül, Bir Çiçek

  • Yazarın fotoğrafı: İshakEdebiyat
    İshakEdebiyat
  • 27 Haz
  • 6 dakikada okunur

Cadde sessizdi. Yağmur ince ince, tüm şehri kirlerinden arındırmak istercesine yağıyordu.  Kadın, kaldırımda, geniş kollarıyla gökyüzüne uzanan ağacın altında öylece duruyordu. Burası onun için oldukça korunaklıydı. Gecenin içine, ağacın altına gömülmüş gibiydi.

Üzerindeki sarı, parlak, göbeğini açık bırakan üst, büyük bir cesaretle göğüslerini göz önüne seriyordu. Dekolteden çok, geçkin yaşına meydan meydan okumaydı. Mini eteği, kısa ve kalın bacaklarını olduğundan daha kısa gösteriyordu.  Saçlarının kaynak olduğu oldukça belliydi. Yağmurdan ve rüzgârdan ağırlaşmış, salkım saçak olmuştu. Gözlerine çektiği siyah kalem, havanın neminden etrafa yayılmış perişan bir görüntü sergiliyordu.

Şehir yavaş yavaş sesini kaybettiğinde, insanlar evlerine çekildiğinde, kapısını, perdesini kapadığında çıkardı ortaya… Günlük telâşların toplanıp kaldırıldığı, görülmek istenmeyen ne varsa geriye kaldığında. İşte o zaman, gece onun olurdu.

Ama geceyi o seçmezdi. Gece onu içine alırdı.

Kadın, gecenin sessizliğinde yankılanan kuru ve tok sese çevirdi başını. Genç bir kadın, topuklarının üzerinde hafifçe sallanarak ona doğru yürüyordu. Dikkatle baktı ona. Çantasından bir sigara çıkardı, avuçlarının arasında yaktı. Alev, gözlerini kısa bir an için parlatıp geçti.

“Sen de kimsin?” dedi.

Sesi ürkekti, "Beni senin yanına gönderdiler abla," derken kaldırıma adım attı.

Şimdi  kollarıyla gökyüzüne uzanan ağacın altında yan yana iki kadın olmuşlardı. Hayatın dalından koparıp yere fırlattığı iki çiçek.

Kadın, sigarasını dudaklarının arasına sıkıştırdı. Ağzının ucuyla, "Yenisin galiba," dedi.

Genç kadın  başını salladı.

"Evet abla."

Gözlerini kıstı, baştan aşağı süzdü. Yağmurun altında titreyen bu incecik bedene, yüzündeki tedirginliğe, parlak rugan, siyah topuklu ayakkabılarına, bacaklarının düzgünlüğüne baktı. Birkaç saniye sessiz kaldı. Sonra, sesi biraz boğuk ve alaycı bir tonla sordu.

"Hadi bakalım öyle olsun. Adın ne senin, çaylak?"

"Çiçek," dedi.

Hafifçe, alaylı bir kahkaha attı.

"Çiçek ha! Bak sen!"

Sigarasının külünü silkeleyip dumanı havaya üfledi.

"Dalından henüz kopmuş gibi tazesin. Körpeciksin." Genç kadının yüzüne uzunca baktı. Sesi düştü. "Mis gibisin."

Yağmurun sesi yükseldi o ara. Gürültüyle yağmaya başladı. Kaldırımlara vuran ışıklar suyun içinde titreşti.

"Ama mis gibi şeyler burada kalmaz biliyor musun?”

Sigarasının külünü silkti. Yüzünün rengi değişti.  Küller yere düşmeden havada dağıldı gitti. Küçük bir kıvılcım, ayaklarının dibine düştü ve söndü.

“Senin adın ne abla?” dedi Çiçek.

Kadın sigarasının ucuna kısa, art arda birer nefes çekti, dumanı yavaşça savurdu. Genç kıza baktı, gözleri etrafta gezindi.

"Benim mi?”. Başını yana eğdi, Çiçek’in gözlerinin içine baktı.

“Burada herkesin adı aynıdır, çiçeğim. Ya Menekşe’dir ya Lâle ya da Sümbül ya Papatya…”

Sonra bir an düşünür gibi yaptı. Belli belirsiz gülümsedi.

“Ama ille de bir isim istiyorsan, bana Gül de. Biliyor musun? Bir zamanlar bana da çiçeğim diyen biri vardı.”

Uzun uzun güldüler buna. Sonra gülmenin yerini bir acı aldı oturdu yüzlerine. Sustular.

Orada öylece beklediler. Zaman ilerledi, gece uzadı. Yağmur devam etti. Ne zaman biteceğini, birilerinin gelip gelmeyeceğini bilmeden.

 “Üşüdün mü?” dedi Gül.

Kadının sesi çatallıydı. Biraz boğuk, biraz pürüzlü. Çiçek, başını omuzlarının arasından çıkarıp kaldırdı, tereddüt etti. Ne 'evet' dedi ne 'hayır', ama kollarını biraz daha sıkı sardı bedenine.

“Bacaklarımı hissetmiyorum, abla. Beton gibi oldum. Daha bekleyecek miyiz? Bence boşuna bekliyoruz.”

Gül, göz ucuyla baktı kendine sımsıkı sarılmış Çiçek’e.  Çantasından bir sigara daha çıkardı. Sigarayı dudaklarının arasına sıkıştırıp avuçlarının içinde yaktı. Alev, yüzünü bir anlığına aydınlattı, çatlamış dudaklarını, gözlerinin altındaki gölgeleri, gözlerine çektiği siyah kalemin etrafına bulaştırmış izlerini…

Derin bir nefes çekti, dumanı yavaşça bıraktı havaya.

“Çok sigara içtin be abla,” dedi Çiçek.

“Boş ver!”

Gül, hafifçe güldü. Boğazından kopan, alayla karışık, kısa bir gülüştü bu.

“Hayırdır? Bu senin kaçıncı piyasaya çıkışın?”

Sesi sakindi.

Çiçek başını eğdi, topuklarını birbirine sürttü. Küçük bir çocuk gibi, azar işitmekten çekinircesine fısıltıya yakın bir sesle konuştu.

“Üçüncü.”

Gül, gözlerini kıstı.

“Ne!?”

Sonra, sigarasının ucunu parmaklarının arasında döndürdü, iç çekti.

“Üçüncü ha? Vay be! Hakikaten çaylakmışsın.”

Gözleri sokakta gezindi. Bir araba geçti önlerinden yavaşladı, eğilip baktı ama durmadı. Camı bile açmadan yoluna devam etti.

“Daha çok erken çiçeğim,” dedi, dumanı ağır ağır savurarak giden arabanın arkasından bakarken, “daha hiçbir şey yaşamadın, görmedin. Sanki buraya çay içmeye, sohbete çıktık. Tövbe estağfurullah. Kimse gelmeyecekmiş gibi konuşuyorsun. Ama merak etme, gelirler, çiçeğim. Kimi gece hiç gelmezler, kimi gece gelirler. Ama geldiklerinde, keşke gelmeselerdi dersin. Ağzına sıçar, bırakırlar.”

 İçinde patlamaya hazır kaynayıp duran bir öfkeden çok şeyler vardı. Elinden gelse dünyayı yıkar, önüne çıkan her şeyi un ufak ederdi. Ama şimdi, şu an, burada sadece duruyordu. Saatli bir bomba gibi.

“İnsan alışıyor mu peki, abla?”

“Neye alışıyor mu?”

Yüzüne aniden hücum eden utancı saklamak için başını öne eğdi. Kısık bir sesle, kelimelerini dikkatlice seçmeye çalışarak devam etti.

“İşte yani… Yabancı ellerin tenine dokunmasına, nefeslerinin yüzüne değmesine, o hiç tanımadığın kokulara, garip bakışlarına falan... Yani istemediği biriyle o odada kalmaya alışıyor mu insan?”

“Alışmak dediğin şey, istemediğin birine dokunmaya katlanmak değildir bebeğim. Alışmak, hissizleşmek demektir. İlk başlarda her dokunuşta için parçalanır, tiksinirsin, derini değiştirmek istersin her seferinde. Kendine yabancılaşan bedenine dokunamazsın. Nefret edersin. Koparıp atasın gelir uzuvlarını. Başını çevirirsin, görmezden gelirsin, sanki o odada sen yoksun gibi yaparsın. Tavandaki çatlakları ezberlersin, halıdaki lekeleri sayarsın, aklını başka yerlere kaçırırsın. Sonra, gün gelir hiçbir şey hissetmediğini fark edersin. İşte o zaman anlamalısın, asıl kaybettiğin şeyi.”

 İçindeki en derin yaranın kabuğunu kaldırmıştı da şimdi oradan yeniden kanıyordu. O derin yaraya, içine bakıyordu. Kaçıp gitse nereye gidecekti? Kimin sırtına dayayacaktı sırtını?

“İnsan her şeye alışır Çiçeğim. Yalnızlığa, karanlığa, beklemeye… Hayâl kırıklığına, acıya. Sevdiklerinden uzakta olmaya, reddedilmeye. Bir tek kendine alışamaz, ona da alıştı mı, zaten insan olmaktan çıkmışsın demektir.”

Sessizlik, bu sözlerin ağırlığınca uzamıştı.  Müziğini son ses açmış bir otomobil geçti alt sokakta, bir yerlerden. Birbirlerine baktılar… Ardından hafif ürkek, ama merakla sordu yine Çiçek, “Sen kendine alıştın mı?”

“İnsanlıktan çıktım ben.”

Sabah olmak üzereydi. Yağmur eski ritmini yitirmişti. Sokağa bir araba girdi. Yağmurun dövdüğü taşlarda ışık parçalandı. Motorun sesi, gecenin içinde gürledi. Yanlarından geçti. Sonra durdu, geri geldi. Cam ağır ağır indi. Eğilip baktı. Arabanın içindeki adamla aynı anda birbirlerine baktılar.

O idi.

Vücudunu bir alev bastı. Bir şey, derinlerden gelen bir şey, Gül’ün içinde yükseldi. Bahar kapısına gelmişti. Yağmurdan sırılsıklam olan sokak değil, papatyalarla dolu bir yoldu artık önünde.  İçinde bir yerlerde kaybettiği ışık, aniden geri gelmişti.

Bir aydınlanma. Bir sıçrayış. Bir yeniden doğuş.

Uzun zamandır hissetmediği o tuhaf şey kalbine çarpmıştı.

Genç bir kız gibi hissetti kendini.

Sanki adam, arabasıyla onu alıp götürmeye, buradan kaçırmaya gelmişti. Verdiği sözü yıllar sonra tutacaktı işte.

Ne soğuk ne yağmur... hiçbir şey yoktu. Adamın gözleri onda sabitlenince, Gül'ün içinde menekşeler açtı. Dizlerinin bağı çözüldü. Kaldırımdan aşağıya indi. Eğildi.  Arabanın açık camından içeriye baktı.

"Nerden çıktın sen?" dedi. Sesi, incecik olmuştu. Kırılgandı.

Adam hafifçe başını yana eğdi, mahcup olmuş gibi gülümsedi. O gülümsemeyi tanıyordu. Kaç gece o gülümsemeye bakarak uyumuştu? Kaç sabah, kaçıp gitmesinden korkarak ondan evvel uyanarak nöbet tutmuştu. Sonunda gitmişti de o ayrı mesele.  Çok uzun zaman sonra işte buradaydı. Gerçekti.

"Nereden bildin burada olduğumu?" diye fısıldadı.

Adam sigarasını küllüğe bastırdı, omuzlarını silkti.

“Nerede olacaksın başka? Ee, nasıl gidiyor bakalım?”

Gül iki yana açtı ellerini, "Görüyorsun," der gibi.

Az ötede, duraktaki taksi şoförleri, onları film izler gibi seyrediyorlardı.

Adam başını salladı, "Devam yani," dedi.

Gül gülümsedi sadece. Ne desindi ki? Her şey ortadaydı zaten. Yağmurlu, soğuk bir gecede, bedenini cesaretle sergileyen blûzu ve minicik eteğiyle, rezil bir makyajla hâlâ buradaydı işte. Şehirdeki herkes evine çekilirken, o yine vitrine, sahnesine, kaldırıma çıkmış, müşteri bekliyordu.  Gözleri yanıp sönen neon ışıkları gibi ışıl ışıldı. Az sonra arabasına binecek ve uzaklaşacaklardı buradan. O nereye isterse oraya gidecekti.

 Adamın bakışları, Gül’ün arkasında sessizce bekleyen Çiçek'e kaydı. Kafasını hafifçe kaldırdı, çenesiyle genç kızı işaret etti. Gözlerinde tuhaf bir parıltı belirdi.

“Kim bu güzellik?”

Gül hafifçe başını çevirdi, dudaklarına geniş, yapmacık bir gülümseme yerleşti. Çiçek’in kolunu tutup kendine doğru çekti yavaşça.

“Ha, o mu? Çaylak işte. Daha yeni.  Üçüncü işiymiş. Ben ona çaylak diyorum.”

Sonra peşinden, caddeyi çınlatan, kalın, yapay bir kahkaha savurdu. Çiçek şaşkındı, utanıyordu, korkuyordu. Usulca eğilip Gül’ün kulağına fısıldadı.

“Gitmek istiyorum abla.”

Adam uzun uzun süzdü Çiçek'i. Bakışları genç kızın yüzünden boynuna, omuzlarından aşağı doğru ağır ağır kaydı. Çiçek küçülüyor, bakışların ağırlığı altında ezilip büzülüyordu. Utancı yüzünden boynuna, oradan da bedenine yayılıyordu. Ayaklarının ucuna bakıyor, yerinde kıvranıyordu sessizce.

Sonunda adam başını kaldırıp yeniden Gül’e çevirdi gözlerini. Yüzündeki ifade ciddiydi, kesindi.

“Onu istiyorum.”

Gül’ün gülümsemesi bir anda söndü. Gözlerini kırpıştırdı. Sanki duymamış gibi tekrar etti.

“Ne? Ne istiyorsun?”

Adam hiç tereddütsüz, açık ve net tekrarladı sözlerini. Çenesiyle bir kez daha genç kızı işaret etti, “Onu birkaç saatliğine istiyorum. Ne kadar istersen verebilirim. Müşteri beklemiyor musunuz? İşte geldim. Benden başka müşteri de yok galiba,” dedi etrafa bakınarak.

Gül sessizce baktı adamın yüzüne. Avucunun içinde tuttuğu sigaraya ilişti gözü. Unutmuştu onu. Neredeyse filtre parmaklarına yapışacaktı. Derin bir nefes çekti. Yola atacaktı, durdu. Bir an bile tereddüt etmeden adamın açık camından içeri attı sigarayı.

Sonra ani bir hareketle Çiçek’in elini kavrayıp sımsıkı tuttu. Kaldırımdan aşağı sürükledi.


Sema Öztürk

Comments


bottom of page