top of page

Öykü- Sema Öztürk- Kuyu

Yazarın fotoğrafı: İshakEdebiyatİshakEdebiyat

Güneş, tüm kızgınlığını Menderes Ovası’nın üzerine vermişti.  Pamuk tarlalarını ateşsiz bir yangın gibi yakıp kavuruyordu. Tarlada çalışan kadınların tuzlu ter kokusu havaya karışıyordu. Sabahtan beri eğilip bükülmekten, avuçlarının içinde pamuk çiğneyen sert nasırlardan, beli kırılmış bir dal gibi sızlayan sırtlarından başka bir şey hissetmiyorlardı.

Nazife, pamuk tarlasının ortasında bir kaya gibi duruyordu. Toprağın insan suretine bürünmüş hâliydi. Güneşin altında pişmiş, çatlaklarla dolu bir çömlek gibiydi yüzü. Taş değse kırılmaz, bıçak kesse kanamazdı.  Yıllar, sıcağın ve acının işlediği izler bırakmıştı teninde. Gözleri derin bir kuyu gibiydi. Kimse orada neyin biriktiğini, hangi acıların, hangi bekleyişlerin dibe çöktüğünü bilemezdi. Kirpikleri tarlada bırakılmış pamuk kozaları gibi seyrek, göz kapakları ağırdı. Eskiden yaş olup süzülen şeyler, şimdi sadece içini yakıyordu. Elleri, suyu çekilmiş nehir yatakları gibi kuru, ama tuttuğunu bırakmayan sertlikteydi. Parmaklarının uçları pamuğun tüylerinden aşınmış, nasırlar kemikten bir zırha dönüşmüştü. Hayat, Nazife’yi hep bir şeylere tutunarak ayakta kalmaya zorlamıştı. Şimdi o da toprağın bir parçasıydı, ovaya ait, kuyunun karanlığı kadar eski, pamuk tarlası kadar sessizdi.

Sol elinin yüzük parmağında, yılların paslandırdığı, Nazmi’nin kendi elleriyle taktığı gümüş bir yüzük taşıyordu. Eskiden pırıl pırıl parlayan bu yüzük, şimdi tenine işlemiş bir yara gibiydi.

Saçları, aklarla karışmış, yorgun siyah tellerden oluşan bir harmandı. Bazen rüzgârda bir telin ucunu yakalar, kendi kendine düğüm atar, sonra unuturdu. Ne siyahlar galipti ne beyazlar; ama yine de beyazlar gün geçtikçe çoğalıyordu. Her sabah, eski, dişleri dökülmüş bir fırçayla tarardı saçlarını. Taradıkça dökülen telleri avuçlarında toplar, sonra rüzgâra bırakırdı. Güneşten sararmış beyaz başörtüsü artık pamuğun ipliği kadar incelmişti. Başına gevşekçe bağladığı bu örtünün altından birkaç tutam ak saç, gümüşten bir pusat gibi ışıldardı.

Nazife uçmaya mecali kalmamış bir leylek gibiydi. Eğildiğinde dizleri çatırdar, doğrulduğunda ciğerleri yanardı. Pamuk toplarken bazen dizleri üzerinde sürünürdü. Konuşması azdı. Kelimeleri kuyunun içinden çekilen eski bir kova gibiydi. Yavaşça yükselir, cümleleri kesik kesik dökülürdü.

Gölgelik bir yer aradı gözleriyle ama pamuğun arasında gölge de olmazdı ki…  Kendi gölgesi bile kaçıyordu sıcaktan. Ova kıpırtısızdı. Toprak susuzdu. Tam o anda gözleri tarlanın ucundaki eski kuyuyu buldu. Öylece duruyordu orda. Kim bilir hangi zamandan kalandı. Belki dedelerinin zamanındandı.  Pamuktan evvel, tarlanın kıyısına bir öksüz gibi iliştirilmiş o eski kerpiç evden evvel… Nazife’den bile daha eskiydi belki… Derinliği, Nazife’den derin değildi. Üç adam boyuydu belki. Kuyunun derinliğine inilebilirdi belki ama Nazife’nin derinliğine inil(e)mezdi. Nazife, gelmiş geçmiş en derin kuyuydu.

Kuyunun başına yürüdü Nazife. Zincirini eline aldı. Güneşten kızışmış, paslı halkalar avuçlarını yaktı. Ellerine baktı. Canının acısını geçiştirmeye çalışarak, ellerini ovuşturdu. Nasırlarını hissetti. O eller yıllardır pamuğa dokunmuş, toprağı eşelemiş, hayata tutunmuştu. Nazmi gittiğinden beri bu ellerle çalışmış, bu ellerle beklemiş, bu ellerle yitirmişti. Bir zamanlar, Nazmi'nin elleri de böyle akıp gitmişti işte hayatından, su gibi, akıp gitmişti... Geri dönmeyeceğini bilmeden yolcu etmişti şu öksüz kerpiç evin kapısından.

Paslı zinciri saldı kuyuya. Gıcırdayarak indi metal kova aşağıya. Zincir, kuyunun taşlarına sürtündü, eskiden kalma bir yaranın kabuğunu söker gibi. Karanlığın içinde kaybolan kovanın sesi, derinlerden yankılanarak, gıcırdayarak geri geldi.

Her çekişte, aynı ses:

“Dönmem… Dönmem…”

Fakat bu bir yankı değildi. Bir kehanet hiç değildi. Bu sesi ona kuyu söylemiyordu. Zincir, rüzgâr, geçmiş; hiçbir şey söylemiyordu. Bu sesi Nazife söylüyordu. Nazmi gitmişti. Ama mesele bu değildi. Asıl mesele, Nazife’nin artık kendisinden geri dönmeyeceğini fark etmesiydi.

Dizlerinin üstüne çöktü. Kuyunun içine baktı. Karanlıktı. Nazife fısıldadı:

“Dönmem…”

Başındaki eşarbı kovaya batırıp tüm kuvvetiyle sıktıktan sonra içi su dolu kovayı başından aşağıya deh etti. Buz gibi su, saç diplerinden hızlıca omuzlarından geçti, soğuk bir el gibi göğsüne abandığında küçük, uzun bir çığlık attı. Üzerindeki incecik, Nazilli basması elbise her kıvrımını belli eden ikinci bir deri gibi, suyu anında emdi, sımsıkı tenine yapıştı. Göğsüne, beline, sırtına sarıldı. Ama güneş, bu ıslaklığı bile Nazife’ye çok görerek hızla geri almaya hazırdı.

Menderes Ovası cayır cayır yanıyordu.

Kuyunun yanındaki tek gözlü, kamburu çıkmış kerpiç eve baktı. Kapısının eşiğine çürümüş bir nane demeti asılıydı. Yeşili solmuş, yaprakları kıvrılmış, kokusu çoktan kaybolmuştu. Ama işte hâlâ oradaydı. O naneleri Nazmi toplamıştı. Bir yaz günü, tarladan dönmüş, bahçenin köşesinde büyüyen yabani nanelerin arasına eğilmişti. Avcuna birkaç yaprak alıp koklamıştı.  "Çok güzel kokuyor Nazfe" demişti. Ne basit bir cümleydi. Gülmüştü de. “Bildiğin nane işte Nazmi,” demişti o da… Ama bir hatıraya dönüştüğünü sonradan anladı Nazife. O günün, o kokunun, o küçücük anın, yıllar sonra kapının eşiğinde kuruyup kalacağını, rüzgârla eksildikçe kendisinin de kapı eşiğindeki naneler gibi kuruyup eksileceğini, naneler düştükçe kendisinden bir şeylerin kopacağını nereden bilsindi. Her şey oluyormuş hayatta. İnsan anlamadan yaşar, fark etmeden eksilirmiş.

İnsan içindeki acıya alışır mı? Acı bir gün dil gibi, el gibi, göz gibi, vücudun bir uzvu haline gelir mi? Gelir. Olur… Nazmi, ona beş yıl evvel pamuk toplamaktan bıkıp şehirde iş bulduğunu, söylediğindeki kadar değildi artık acısı. Nazmi, gitmek istediğini söylediğinde Nazife’nin avuçlarındaki pamuk taneleri tek tek yere düşmüştü. Şaşkınlıktan, kımıldamadan, nefesini bile tutarak öylece durmuştu.

Ovada her şey durmuş gibiydi.

Uzaklardan bir tarla kuşunun sesi duyuluyordu. Kuru otların arasında saklanan, insan yaklaşınca pırr edip havalanan küçük kuşlardan biri… Tarla kuşları hiç sabit kalmaz. Hep bir yerden bir yere konar, tarlanın bir ucundan ötekine uçup dururlar. Belki de sıcaktan, belki de içlerindeki göç isteğinden. Çırpınan kanatları, göğe yönelen başlarıyla hep gitmeye meyillidirler.

Nazife, o an anlamıştı. Nazmi de bir tarla kuşuydu.

 Nazmi’nin sesi tuhaftı konuşurken. Yüzüne bakamıyordu.

“Pamukla olmuyor işte Nazife görüyorsun…” demişti. Sesi göğsünden tam çıkamıyordu sanki; “Sevda okusun istiyorsak, çok para lazım.”

Güneş tam tepede, gözünü alacak kadar sert vuruyordu. Nazmi’nin yüzü yarı gölgede kalmıştı.

Nazife, tarlayı işaret etmiş, “Burası var ya işte,” demişti, sesi önce alçak, sonra biraz daha güçlü. Ellerini pamuğun arasına uzatmıştı. “Koskoca tarla! Çalışırız Nazmi. Bak, çalışıyoruz. İllâ pamuk mu olacak, mısır ekeriz, fasulye ekeriz. Yonca ekeriz.”

Toprak sıcak, toprak sertti. Ayakları yanıyordu. Parmaklarını eteğine sararak içindeki ağırlığı bastırmaya çalışmıştı. Nazmi başını eğerek, “Yapamazsam, alışamazsam dönerim, Nazife…” demişti. Gözleri halâ Nazife’ye değil, çuvaldaki pamuklara bakıyordu.

“Seversem… çalışırım.”

“Seversen…”

Nazife derin bir nefes almıştı.

"Tabii, seversem..."

Gözleri hep uzak yollara bakan adamı tutamazdı. Ne pamuğun beyazı ne toprağın kokusu, ne de kızı… Hiçbiri onu burada tutamazdı.

“Gidersen dönmezsin Nazmi.”

Giderken sesi titremiş miydi? Gülümsemiş miydi, üzgün müydü? Sarılmış mıydı? Arkasına dönüp bakmış mıydı? Öpmüş müydü?

Hiçbirini hatırlamıyordu artık. Çünkü unutulacak kadar uzun süre beklemişti.

Unutulacak kadar uzun süre bekleyenler, sesleri en son hangi tonda işittiklerini hatırlamazlar. İnsanlar zaman geçtikçe beklediklerinin sesini, varlığını, hissettirdiklerini yavaş yavaş kaybeder. Sesler silinir, sözler belirsizleşir, en son hangi kelimeyi işittiklerini, hangi tonla söylendiğini hatırlamazlar.

Zaman, hafızanın üzerini örtüp geçer. Sonunda geriye sadece sessizlik kalır.

İnsan sessizlikte eksilir, sessizlikte tamamlanır.

Nazife kuyunun içine baktı.

Karanlık, ona baktı.

Çok yorgundu. İnsan, kendini bulana dek çok yoruluyordu gerçekten.

“Dönmem... dönmem...” dedi.

Sesi kuyunun duvarlarına çarpıp içine gömüldü.


Sema Öztürk 

Comments


bottom of page