top of page

Öykü- Sema Öztürk- Raşit

Yazarın fotoğrafı: İshakEdebiyatİshakEdebiyat

Sabah güneşi henüz oturma odanın penceresine vurmamıştı. Cadde, sessiz ve hareketsizdi. Havada latif bir rüzgâr vardı. Karşı kaldırımdan Perdeci Süheyla’nın kedisi hızlıca yolun karşı tarafına, kaldırım kenarına park etmiş bir otomobilin altına girdi. Çıkıp çıkmayacağını bekledim bir süre. Çıkmadı.  Sokaktaki sessizliği yalnızca belediye otobüslerinin motor sesleri ve lastiklerinin asfaltla buluştuğunda çıkan hışırtısı bozuyordu. Türközü tarafından gelen otobüsler, durakta bekleyen insanları koca bir canavar gibi ağzının içine doldurup yollarına devam ediyordu. Uykusunu alamayan yolcular, başlarını cama yaslayarak, gözleri kapalı, kısa uykularına devam ediyorlardı.

Penceremin kenarına oturmuş sabah çayımı yudumlarken, sabahın dinginliğini içime çekiyordum. Bir anlık bir hareket dikkatimi çekti. Hırdavatçının karşısındaki apartmanın kapısından yaşlı bir adam dışarı süzüldü. Kambur, küçük bir çocuk gibiydi. Elindeki bastonuyla bir süre kapıda dikildi. Sokağı gözlemliyordu. Üzerinde, krem renginde örme bir hırka ve koyu renkli, bedenine bol gelen bir pantolon vardı. Sabahın mahmurluğuyla esnedi.  Yan binadaki temizlik market ve beyaz eşya tamircisi henüz açılmamıştı. Saat dokuzdu. Esnafın yavaş yavaş anahtarları kilide sokmaya başladığı bir zamandı.

Yaşlı adam sokağı süzdükten sonra apartman kapısının önüne konmuş olan eski bir sandalyeye oturdu. Bastonunu sıkıca kavramıştı.  Her hareketi dikkatlice ve yavaşça yapıyordu. Gözleri, sanki yaşanmış bir ömrün ağırlığını taşır gibi yorgun ve derindi. - çok yakın değildim ama görebiliyordum- Bir süre sonra apartman kapısı yeniden açıldı ve kot pantolonlu genç bir adam dışarı çıktı. Yaşlı adama doğru yöneldi. Koluna girip ona destek olup ayağa kaldırdı. Ayakta durmakta zorlanan, yeni doğmuş bir tay gibiydi. Dizleri kıvrık ve kasları zayıftı. Yürümeye başladılar. Önce bir ayak, sonra diğeri... Ve sonra işte yine diğeri… Minik minik adımlarla yürümeye başladı. Genç adam, düşecekmiş gibi görünen, titrek bacaklarla yürüyen bu yaşlı adama her adımında ve bedeniyle, ben buradayım, diyerek cesaret veriyordu.

Her sabah onları aynı saatte, aynı kaldırımda görmeye başladım. Bazen kaldırımda yukarıdan aşağıya doğru, bazen de aşağıdan yukarıya doğru yürürlerken rastlıyordum. Merakım, günden güne giderek artıyordu. Kimdi bu yaşlı adam? Öğrenirdim nasıl olsa. Muhakkak tanıyan birileri çıkardı. Ambalajcı Ayhan mesela… Sorsam, o tanırdı. Perdeci Süheyla, o da bilirdi. Evi, onun dükkânının hemen yanındaydı ve o da benim gibi şahitti bu yürüyüşlere.

Bıkmadan, usanmadan mütemadiyen her gün genç adamın desteğiyle azimle, ağır ağır yürüyordu. Tek başına yürüdüğü zaman ara sıra durup dinleniyor ve dinlenirken de yanından geçen insanlarla kısa sohbetler yapıyordu. Fakat dikkatimi çeken şey onu gördüğüm, izlediğim bunca zaman zarfında yanında hiç kadın görmemiştim. Tanımadığım için de kendi kendime bunun için senaryolar üretiyordum. Bu bana daha esrarengiz geliyordu. “Hikâyesi bile yazılır bunun,” dedim. Adını Raşit koymuştum. Raşit adında tanıdığım biri de yok aslında. Hiç de olmadı. Hemen sözlüğü açtım. Raşit ne demek? “Doğru yolda olan, doğru yolu bulan, hidayete eren.” Tam da ona yakışan ismi nasıl da bulmuşum? Raşit her gün yolda…

Onun için yazdığım senaryolardan biri şuydu: Eşi ölmüştü. Bir insanın eşinin ölmesi ne demek! Büyük bir yalnızlık demek. Yatağın diğer tarafı artık boş demek.  Mutfakta iki kişilik hazırlanan kahvaltı artık tek kişilik demek. Geceleri yalnız uyumak, sabahları yalnız uyanmak, gün içinde paylaşılacak bir anıyı, anlatılacak bir olayı birine anlatamamak demek. Evin her köşesinde onun izlerini görmek ama ona dokunamamak demek. Birlikte planlanan gelecek hayallerinin yarım kalması, günlük rutinlerin anlamsızlaşması demek. Birlikte gülünecek, birlikte ağlanacak anların artık yaşanmaması demek. Ortak geçmişin, anıların yükünün tek başına taşınması demek. Gece yarısı uykudan uyanıp yanında onun olmadığını fark etmek, yeniden uyumaya çalışırken içindeki boşluğu hissetmek demek. Gündüzleri neyse de, geceleri zordu asıl. El ayak çekilip de tek başına kaldığı zaman duvarlar üstüne üstüne geliyordu.

İşte başka bir senaryo daha: Bir gece ya da bir sabah bakıcısı onu yerde, sersefil bir halde bulmuştu. Sağ tarafı felçli kalmış, konuşması yavaşlamıştı. Uzun süren hastane günlerinden sonra taburcu olmuştu. Ama dedim ya; yapayalnızdı.

Hiç kimsenin yüzüne bakarak ne düşündüğünü, ne hissettiğini, ne yaşadığını anlayamazsınız. Raşit’in dudakları, kilide vurulmuş kapkaranlık bir mahzendi. Bakışları, kıyıya vurmuş ölü bir balığın gözleri gibi anlamsızdı. Ağzı, kuyruğu suya değince, denize kavuşacağının hayâlini kuran bir balık gibi açılıyordu. İşte o zaman birkaç cümle olsun konuşabiliyordu. Raşit için yazdığım bu senaryoları herkese, abartarak ve süsleyerek anlatıyordum. Her ayrıntıyı özenle seçiyor, hikâyeyi olabildiğince çekici ve dikkat çekici hale getiriyordum. Dinleyenlerin ilgisini çekmek için olayları olduğundan daha dramatik ve etkileyici kılıyor, anlatımımda vurgu yaparak, heyecan ve merak uyandırıyordum. İnsanlar anlattıklarımı dinlerken hayrete düşüyor, gözlerinde Raşit’in hikâyesi daha da büyüyordu.

“Ah yazık, diyorlardı. Ama azimliymiş… Helal olsun adama. Biz bu sağlam halimizle şuradan şuraya yürümeye eriniyoruz. Bravo!” diyorlardı. Herkes onun azmi ve istikrarı karşısında saygı duyuyordu. Onun hakkında konuşurken, sanki bir kahramanın hikâyesini anlatıyormuş gibi hissediyordum.

Evet, Raşit bir kahramandı artık. Mahallenin maskotu haline gelmişti. Perdeci Süheyla’nın, akşamları dükkânını kapatmadan evvel içeriye aldığı siyah kedi bile Raşit’in peşinden yürür olmuştu. Raşit yürüyor kedi yürüyordu. Raşit duruyor, kedi duruyordu… Pantolonunun paçalarına sürtünüyor, onu yürümeye teşvik ediyordu adeta.

Sonraki günlerde onu dışarıda hiç görmedim. Daha sonraki günlerde de görmedim. Dışarıya hiç çıkmadı. Ortadan kayboldu. Dedim, “Adam öldü. Gitti… Tüh!” Alışmıştım ona oysa… Çok iyi tanıdığım birinin yokluğu gibi koymuştu. Yürüdüğü kaldırım bomboş kalmıştı.

Mevsim bahardan yaza geçivermişti. Okuduğum kitabın sayfasını kıvırıp, çayımı tazeleyecekken, camiden bir sela sesi yükseldi. Dikkat kesildim. İsmini bilmiyordum fakat aklıma ilk gelen nedense Raşit oldu. Öyle ya, haftalardır ortada yoktu. Sırra kadem basmıştı. Perdeci Süheyla’nın siyah kedisi, Raşit’in peşinden yürümeye alışık olan o kedi, şimdi duvarın üzerinde bacaklarını uzatmış, oturuyordu. Yoldan gelip geçenler başını okşuyor, kedi de onların peşine takılıp gidiyordu.

Azimli ve istikrarlı çabaları fayda etmemişti demek. Ne yapsa insan, olmuyordu demek. Çok üzülmüştüm. Etrafımızda görmeye alışkın olduğumuz insanların yokluğu gerçekten de fena oluyordu. Hiç tanımasak, selâmlaşmasak bile, onların varlığına alışıyorduk ve yoklukları bizi derinden etkiliyordu.

Ertesi sabah dışarıya çıktım. Hırdavatçı, dükkânının önünü ıslatmış süpürüyordu.  Ambalajcı Ayhan’ın dijital reklam panosunun ışıkları hâlâ yanıyordu ve dükkân kapalıydı. Perdeci Süheyla, dükkânını açmış, siyah kedinin önüne yaş mama paketini boşaltıyordu. Karşı kaldırıma geçtim hızlıca. Günlerdir evdeydim; bacaklarım esnekliğini kaybetmiş, yorulmuştum. Kedinin başını okşadım. Kuyruğunu hemen dikti. Homurdanarak yiyordu, acıkmıştı. Oradan buradan konuştuk işte; perdeler, dükkân kiraları… "İşler yok," dedi Süheyla. Gün geliyor, siftahsız kapatıyoruz dükkânı." O sırada yan apartmanın kapısı açıldı. Kısa boylu, yaşlı bir adam elinde gazeteyle dışarı çıktı. Göz göze geldik; tanıdık bir yüzdü ama nereden hatırladığımı çıkaramadım. "Günaydın," dedi, hafif bir tebessümle. "Günaydın," diye cevap verdim, biraz şaşkınlıkla. Süheyla ile konuşmamız bölünmüştü ama aklım bu kısa boylu yaşlı adama takılmıştı.

Balkız, caddenin köpeği, yoldan gelip geçen otomobillerin arkasından olanca gücüyle koşup havlıyordu.

“Kim bu adam Süheyla? Bir yerden tanıyorum ama…” diye sordum, gözlerimi hafifçe kısarak. “Aa! Dur dur! O felçli yaşlı adam değil mi bu? Raşit bu Raşit! Hani her gün elinde bastonla yürüyüş yapıyordu genç bir adamla birlikte? Zor yürüyordu hani? Bu o değil mi ya?”

Süheyla gülümseyerek eğildi, kediyi kucağına aldı. Kediyi başından öptü, ardından iki defa kıçından pat patladı. “Evet o. Doğru da... Ne Raşit’i kız! Feridun Bey o, eski gizli polislerden.”

“Gizli Polis mi? Nasıl yani? Felç geçirmemiş miydi?”

Süheyla başını salladı. Bana doğru eğilerek fısıldadı:

“Adam gizli polis diyorum sana.”

“Yürüyemiyordu Süheyla!”

“Gizli Polis diyorum sana ay! Söylüyorum işte…  Hepsi numaraydı. Mahallemizde kaçak işler yapan, uyuşturucu satan, uyuşturucu alemleri yapan, normal aile gibi yaşayan bir çete varmıştı. Bak şu karşıdaki apartman dairesi. Orta kat.”

Bir şaşkınlıktan diğerine geçiyordum.

“Yürümesine destek olan o genç adamla birlikte, evin takibini yapıyorlardı. Yakalamışlar. Korkma. Sıkıntı yok artık.”

“Olaya bak! Neler oluyormuş, kimler varmış mahallemizde Süheyla? Bak sen şu Raşit’e… Adama acıyordum ben de! Günlerce üzüldüm ben onun için ya! Herkese anlattım üstelik.”

“Kız, Raşit, Raşit deyip durma şuna. Feridun onun adı.”

Kahkahalarla güldü Süheyla. Gözleri kısıldı kuş kanadı gibi oldu. Kirpikleri pırıpırlandı. Kuşlar kanatlanıp uçmaya hazırlanmışlardı sanki.

Sahi, siz bilmiyorsunuz tabii. Bu gökyüzünün kuşları her sabah gün ışıdığında, gün doğumuna doğru kanatlanırlar ve orada toplanırlar.  Sonra da hep birlikte şehrin uyanışını selamlarlar.  Ben şahidim.

İkimiz birden Feridun Beyin ardından baktık. Elindeki gazeteyi arabanın yan koltuğuna bıraktı ve Uğur Mumcu Caddesine doğru hareket etti. Ambalajcı Ayhan geldi. Dükkânın önündeki kalın paspası alıp kenara koydu. “Günaydın,” diye seslendi. 

Balkız, caddeden gelip geçen otomobillerin arkasından olanca gücüyle koşup hâlâ havlıyordu.

Bu yeni bilgiyle sarsılmıştım. Raşit diye adlandırdığım, üzerine çeşitli senaryolar yazdığım felçli, zavallı bir adamın aslında gizli polis Feridun Bey olduğunu öğrenmek tüm hikâyemi altüst etmiş, canımı sıkmıştı.


Sema Öztürk

Comments


bottom of page