e-l
Ellerinden haberin yoktu, kadınlığından da. Ben, senin ellerin… İlk defa bir erkeğin ellerine dokunduğumda yaşın on altıydı. Kocandı. Kocan için “Evlenince seversin, o senin erin” demişlerdi. Bana baktın, hareket etmiyordum. Oysa bildiğin kadarıyla âşık olunca bir kadının önce kalbi, sonra elleri titrerdi. Hâlbuki ben ilk defa, hani hatırlıyor musun, kocan sana deli gibi bağırdığında, sen yüzünü korkuyla kapattığında, ben bir kuş kalbi gibi… Şimdi kuşlar yolunmuş ve olay yerine düşen ilk tüy benmişim, iyi mi?
d-u-d-a-k
Bazı dudaklar vardır, gül utanır görünce. Gülünce hele, bir ilkbahar düşüdür kuşların söylediği. Ben onlardan değilim. Ben, senin dudakların… En son ne zaman güldük seninle? Ne zaman kahkahalar attık şöyle doyası? Senin doğduğun köylerde kadınların sesi kısıktı, harfleri küçük. “Kızlar gülmez” dediler, gülmedin. “Sen sus” dediler, ses etmedin. Beni, toplumun mühürlediği o kırmızı gülleri günlerin içine hapsettin. Şimdi içinde ölü doğmuş kelimeler ve düşük yapmış tebessümlerle gömüldüğün çukurlarıma bak, kuytularıma değil kuyularıma. Alfabene mezar olmuş gamzelerin, ben şimdi hangi sessiz harfi dikeyim musalla taşına?
b-u-r-u-n
“Bu koku ne böyle” diye girmişti eve kocan. Et miydi neydi pişirdiğin? Tencerenin dibi tutmuş, sen uyuyakalmışsın. Bulaşık, çamaşır, temizlik, ütü, yemek, çocuk… Dünya incitmiş bütün kemiklerini. Kokuyu alamamışsın. Senin suçun değil, benim, hani o senin o fındık burnun, çekememişim işte içime yanık et kokusunu. Sana bağırmış. “Ben bunları küçük parçalara ayır demedim mi, parçala demedim mi lan?” diye haykırmış. Ben duymamışım ama kokusunu almışım, yüzüne bir tokat… Biliyor musun, canım ilk o zaman acımış, ilk o zaman hissetmişim etten ve kemikten olduğumu. Sen hıçkıra hıçkıra ağlarken ben, sigara kokusundan çürüyen sinir uçlarına civan perçemi, papatya, leylak, gelincik, hezerân, sevda çiçeği ve dahi tüm kır çiçeklerini takmak istemişim. Estim işte esnedim. Biraz memleket havası iyi gelir, biraz ana kokusu, cennet buğusu biraz iyi gelir dedim. Olmadı. Sen, sırf eti küçük parçalara ayırmadın diye dayak yediğin o an, çoktan parçalanmışsın meğer. Bilemedim.
k-u-l-a-k
İşitmek kuş tüyüne ağır gelir, cümleler cıvadan kurulmuşsa eğer. Oysa ben ruhunun altında gizlenen, dünyanın bütün seslerine hazine ama illa kendi sesine gebe kulakların. Bir kadın otuz yaşına gelinceye kadar hiç mi küpe takmaz? Takmadın. Oysa ne çok isterdim güzelliğine zenginlik katacak bir ziyneti ellerimde tutmayı. O da olmadı. Ben hep senin iç sesini duydum, hıçkırıklarını. Ya da kocanın günde en az üç kez, tok karnına bağırmalarını. Bir şey daha vardı hatırlıyor musun? Gecenin bir yarısı uyandığında yanında yoktu. Sesi misafir odasından geliyordu, sesi misafir, kendi yabancı. Yaklaştın. “Canım” diyordu. “Seni çok özledim” Sana değil, bunu biliyordun. Ben ki tüm titreşimleri, doğumundan ölümüne kadar bütün sesleri işiten ve gizleyen saklı kutun, can kulağın… Midas’a and olsun ki ben, o adamdan aşka dair bir söz duymadım.
g-ö-z
En çok beni severdin, bilirim. Sabah tenine dokunurken ilk damlalar, durup aynalarda seyrederdin güzelliğimi. Kendimde seni görürdüm, sende kendimi. Elaydım üstelik. Gözlerinin sırça köşküne uzanan bin bir fırça renklerim vardı benim, ressamların kıskanırdı. Neler gördüm, görmenin ne kadar ağır olduğunu gördüm mesela. Her gördüğüm bir kördüğüm gibi atılırken zihnimin derin ve karanlık sularına… O günü görmezden gelemezdim, gelmedim. Sen… Hani ceylanlar ölümü öldürür gibi yavaş yavaş kapatırken beni bir perdeyle, beni bir derdiyle, hani beni kefen gibi sararak kendine, göz göz değil köz köz, burada bir ateş düşerken bebeklerime. Ben, gözlerin. Bir tekini bile unutma diye beynine kazıyan bir çift gözün hafızasıyla bir o yana, bir bu yana, yuvarlana yuvarlana kendi çukuruna düşen gözlerin. Kocanı o kadınla görmüşlüğümü nasıl sarıp defnedeyim? Hani bir kış günü, çocuğun veli toplantısı vardı. Yürüyordun karla karışık yağmura inat. Yürüyordun çamurla karışık hayata inat. Sana inat bir zamandı. Bin anlardan sadece bir andı. Caddenin sağ tarafında, o izbe lokantanın cam kenarında gülen bir adam vardı, kocandı. Gördün. Benimle, kendi gözlerinle gördün, inanamadın, kendi gözlerine kördün. Renkler alacaydı. Kadının uzun, kahverengi saçları vardı. Sonra kar yağdı, sonra renkler sulandı bir bir, sonra ben eridim.
a-y-a-k
“Yürüme, adım atma sakın ha, kal olduğun yerde, beyin o senin, erkeğin elinin kiri, hevestir, gelir geçer, tapusu sende ya.” dediler. Dinlemedin. Biliyor musun, beni yıllarca o kadar yormana ve her yanımı nasır bağlamana rağmen ilk defa o gün bu denli güçlü hissettim kendimi. Dünyayı yürüsem de gam yemem dedim. Sen dimdik dururken üzerimde, ben seni ellerinden önce fark ettim. Bütün kadınlığını, gururunu, onurunu parmak uçlarıma yükledim. Yürü dedim, yürü, yürüyelim. Gerisi kolay, önce tanıdık bir avukat, sonra sağlam bir iş, sonra gelsin bahar, sonra bitsin bu kış, hem ana hem baba hem yuva olursun çocuklarına, babası varken bile yetim büyüyen çocuklarına. Hem yol hem adım olursun hayatına. Yürü dedim, yürü, yürüyelim. Ayakların olarak ben durdum, düşündüm ve fark ettim. Gitmeler ne güzeldir, ne güzeldir bitmeler, yeniden başlayacaksan eğer.
k-a-l-p
Yıllardır uyuduğum kozamdan şimdi çıkmış gibiyim. Uçuyorum, tam karşımda çarpan başka bir kalbin odacıklarına doğru. Kelebekler geliyor peşim sıra. Aylar olmuş sen boşanalı ama belan bitmemiş, şekil değiştirip kapına gelmiş. “Parçalarım ulan seni!” diye diye, sesi canavarların kulağını delip de geçmiş. Bu kâbus, kurtları bile ürpertmiş. Oysa sen bambaşka bir rüya görüyormuşsun artık. Bütün uzuvlarını, bütün insanları, bütün kuralları bir kenara bırakıp ilk defa beni dinliyormuşsun. Kalbini diyorum, kalbini dinliyorum bak nasıl çarpmışım ilk defa böyle derinden, böyle en güzel yerinden, onu görünce sen. Onu diyorum, hani uçuyorum o başka kalbin odacıklarına doğru. Bak nasıl da yerimde duramıyorum. Akıp gidiyor hayat, nasıl oluyor böyle serin, böyle derin, böyle narin, nasıl desem böyle nazik ve okumuş, avukat olmuş bir beyfendiye. Ben kalbin, akıp gitmişim coşkun ırmaklar benimle gitmiş, gemiler rotasını ona doğru çevirmiş. Sen aşkı ilk defa benimle öğrenmişsin, ama avukat beyin haberi olmamış, hep uzaktan sevmişsin. Haberi olsa ne fark eder demişsin, sevecek değil ya? Hem elâlem ne der? Kocan seni aldattığında elinin kiri diyenler senin kalbini kaç kilitle mahveder: “Aa dul kadın, olur mu öyle şey, avukat beyle kafede, baş başa, göz göze, diz dize hem de, kocası görmüş, kapıya dayanmış, haklı da, namus bu, çoluklu çocuklu kadın, bu saatten sonra sevmek neyine, otur evinde, işte bunlar yüzünden böyle, şöyleyken öyle, böyleyken şöyle, başımıza taş düşecek, ayağımıza baş düşecek, din elden gidecek, yakındır kıyamet de kopacak ”
koro
ellerin/ dudakların/ burnun/ kulakların/ gözlerin/ ayakların/ kalbin/ hepimiz sendin/ senin içindik/ hep birlikte ne kadar da güzeldik/ senin için bir araya gelmiştik/ değil mi ki bu hikâyede bile harf harf ayrılırken her birimiz/ bütün parçalar/ bütün yarınlar/ bütün kadınlar/ er ya da geç bir araya gelecek değil miyiz/
Günün Haberi: “Eski Koca Dehşeti…” Dayak yediği ve aldatıldığı kocasından ayrılan A.Z. eski kocası tarafından bıçaklanarak öldürüldü. Bir çöp kutusunda elleri bulunan ve yapılan DNA analizinden sonra kimliği anlaşılan genç kadının eski eşi, cesedi parçalara ayırdığını ve her bir parçayı farklı semtlerdeki konteynerlere attığını itiraf etti. Haberin devamı sayfa 3’te…
Senem Gezeroğlu
Öyküyü sesli dinlemek için:
Comments