top of page

Öykü- Sidar Pürüz- Adam ve Kedisi

Yazarın fotoğrafı: İshakEdebiyatİshakEdebiyat

I

Eskiden bir adam tanırdım. Ruhunu kemiren uzlaşmazlıklarından bahsetmeyen ve ekseriyetle insanlarla ahbaplığı olmayan yalnız biriydi. Çekingen ve suskundu. Kül rengindeki ışıksız gözleri daima yere düşerdi. Yalnızca geceleri değişirdi bu alışkanlığı, öyle ki, gece olunca başını kaldırır ve göğün uzak sakinlerini, yıldızları seyrederdi.

Aynı apartmanda otururduk ve ben bazı günler eve geç vakitlerde döndüğümde onu penceresinin kenarında gökyüzüne bakarken görürdüm. Bazen sokak lambasının yansımasıyla elinde bir defter, bir de kalem tuttuğunu anlardım. Orta yaşlıydı. Özensiz ve dağınık saçları kabarık favorileriyle iç içeydi. Üzerinden çıkarmadığı öğretmen tarzı bir sabahlığı vardı. Yakışıklı değildi fakat onu gören çirkin de diyemezdi. Kimsenin ondan şikâyeti olmazdı, çünkü ne varlığı belliydi ne de yokluğu, ikisi de birdi. Sanki hayata yaşamaya değil de şöyle bir uğramaya gelmişti. Uğramış, hayatın ıstıraptan geçilmeyen boğucu dehlizinde çok az yürümüş ve sonra şiddetle korkmuş, buna katlanamayacağını anlamış ve geri dönmeye hazırlanmıştı; nereden geldiyse gene oraya. Bütün bu münzeviliğinin, sessizliğinin ve yıldızlara olan hasretinin nedeni buydu. Kısa bir süre sonra var olmayacağını bildiğinden hayata karışmayı ve insanlarla tanışmayı saçma buluyor olmalıydı. Belki de saçma bulmuyordu ve yalnızlığını değiştirebilmek imkânı olmadığından ötürü böyle bir yaşantıya boyun eğmişti. Biraz çatışmayla ama sonra sükûnetle ve olağandışı hiçbir şey algılamadan olmuştu bu: Önce çatışmış, sonra çözülmüştü… Doğum ve ölüm gibi.

Söz konusu adam aynı zamanda öykü yazarıydı. Bir defasında sahaf sahaf dolaşıp artık basılmayan mizah dergileri toplarken, tesadüfen kapağında onun isminin yazılı olduğu Püf Çiçekleri adında bir kitaba gözüm takıldı. Hemen satın aldım ve ufak bir araştırmadan sonra yazarının o olduğunu öğrendim. Şaşırmadım. Çünkü zaten penceresinden ve ara ara yarı açık bıraktığı kapısından seçebildiğim kadarıyla evinin içerisi kitaplarla doluydu. Hepsi kutulara istiflenmiş, raflara dizilmiş kalın kalın kitaplardı. Bu kadar çok okuyan birinin yazar olması doğal karşılanmalı diye düşünüyordum. En nihayetinde insan aldığı besinlerin tümünü vücudunda tutamazdı. Bu da böyleydi, okuduklarını zihninde ve yüreğinde tutan kişi patlardı. İşte bu yüzden yazması, onları kendinden uzaklaştırması gerekliydi. Ancak böyle rahatlayabilir ve yeni yeni kitaplar okuyabilirdi.

Her şeyi çok sarih biçimde hatırlıyorum. Tuhaf, üzerinden bir hayli zaman geçmiş olmasına rağmen adamın bütün söyledikleri hâlâ ezberimde. Surat ifadesi, avurtluların netliği, gergin yanaklarından akan ter damlaları… Anlatacağım olay dün yaşanmış gibi hâlâ o kadar belirgin ki hayret verici bir durum. Anlaşılan zaman hayatın her alanında aynı etkiye sahip değil.

Hiç değişmeyen şeyler vardır, sanki zaman-dışıdırlar, hep aynı kalırlar. Öte yandan lahzanda bile değişebilen şeyler de vardır ki misal insan formunun nitelikleri, bedeni veya tepkileri… İşte bunlar ancak Herakleitos’un felsefesiyle, Logos[1] ilkesiyle kavranılabilir.

Son bir şey… Bazı kitaplar da bu tür hikayeleri anlatmaya başlamadan önce, hikayenin gerçek olduğuyla ilgili birkaç söz söylemek gerektiğini okumuştum. Haddizatında ben bunu belirtmek ihtiyacı hissetmiyorum. Ancak âdetin yerini bulması maksadıyla, şu kadarını söylemekle yetineyim, o adamın hikayesi elinizdeki kitap ve şu esnada okumakta olduğunuz satırların siyahlığı kadar hayattandır.

 

II

Doğup yaşadığım yerde kışlar ikiye ayrılır: Sert geçen kışlar ve yumuşak geçen kışlar. Bir sene karlar az yağar, buz çabuk erir ve bahar kendini erkenden hissettirir. Fakat öbür sene tam tersi olur; kar yolları kapatır, hayat adeta aksar ve bahar geciktikçe gecikir. Anımsıyorum, bu soğuk ayları arkadaşlar arasında bir espriyle ısıtırdım: Hades, Persophone’ye doymuyor![2]  

Aktarıcısı olduğum hikâye sert geçen bir kış mevsiminde yaşandı.

Elimde sahaflardan topladığım mizah dergileriyle karlara bata çıka evime gidiyordum. Üşütmüştüm, bu yüzden yolda yürürken öksürükten iki büklümdüm. Mizaha olan ilgimin bana biraz pahalıya mal olmasına hayıflanarak apartmanın merdivenlerini çıkarken lanet öksürüğüm her tarafı zangır zangır titretiyordu. Adam bunu duymuş olmalıydı, onun dairesinin olduğu koridordan geçerken birdenbire kapısı ağzına dek açıldı ve üzerinde her zamanki sabahlık kıyafetiyle karşımda belirdi. Zayıftı, avurtları çökük, boynu uzun ve inceydi. Üst dudağı kıpırdayınca kemerli burnunun ucu bıyıklarına gömülüyordu.

"Merhabalar, beyefendi!" dedi. Tebessümle başımı salladım çünkü öksürük konuşmama fırsat vermiyordu.

"Elinizdekiler nedir?" diye sordu.

Öksürüğümü bastırarak yanıtladım, "Mizah dergileri beyefendi."

"Bakabilir miyim?"

Uzattım. Gırgır’ı[3] göstererek, "Fırsat buldukça ben de okuyorum," dedi. "Uzaklaşmak için bire bir!"

"Neyden uzaklaşmak?"

Cevap vermedi. Dergileri tekrar bana uzattı ve sonra öksürüğümü kastederek, "Neyiniz var?" diye sordu.

"Üşütmüşüm."

"Hmm."  Birkaç saniye düşündükten sonra konuşmasına nezaketle devam etti: "Bitkisel bir karışım biliyorum, öksürüğü kesmekte çok yararlı. Ciğerlerim hasta olduğu için soğuklar başlamadan önce nasılsa gerekir diye temin etmiştim. Dilerseniz içeri buyurun ondan ikram edeyim. Hem siz onu içerken, ben de müsaade ederseniz bu sırada dergilerinize göz atarım. Olur mu?"

Bunları söylerken sanki kafasındaki bir tartışmayı sonlandırmışçasına ve nihayet bir karara varmışçasına yüzü aydınlandı.

"Teşekkür ederim," dedim. "Elbette!"

İtiraf etmeliyim ki adamın teklifini kabul ederken aklımda öksürüğüme iyi gelebilecek bitkisel ilaçla alakalı herhangi bir düşünce yoktu. Bu teklifi kabul etmemdeki tek neden ona karşı duyduğum meraktı. Yıllardır aynı apartmanda oturur, orada-burada karşılaşırdık fakat bu karşılaşmalar seviyeli birkaç nazik sözlerle sınırlı kalır ve ötesine geçmezdi. Kimdi bu herif? Bu sessizliğinin, yalnızlığının nedeni neydi? Niçin yanında kimse olmazdı? Her gece yıldızları seyretmekte ne buluyordu? İşte bunlardı merakımı cezbeden konular. Çünkü hayatım boyunca yalnızlıktan kaçan, arkadaşlarıyla sürekli ilişki içerisinde olan biriydim ve bu adamın tek başınalığın doruğundaki yaşamı bana göre katlanılamazdı. Uzun süreli yalnızlıkların insanı delirtebileceği kanısındaydım fakat bu adam hiç de delirmişe benzemiyordu. Bilakis akıllıca laflar eden nazik biriydi ve bütün bunlar bir kenara, üstelik yazardı.

Evi küçüktü. Beni duvarında Caravaggio tablosu asılı dar bir holden geçirdi ve odasına götürdü. Yalnızca bir koltuk, karyola ve sayısız kitap vardı. Koltukta irice bir tekir uyuyordu. Adam kucakladı tekiri ve karyoladaki yastığının üstüne koydu.

"Burada uyu canımın içi."

Tekirin boşalan yerine onu rahatsız ettiğimden suçluluk hissederek utangaç bir çocuk tavrıyla oturduğumu çok ama çok iyi hatırlıyorum! Adam beni orada bırakıp bahsettiği ilaçtan getirmek üzere mutfağa gittiğinde kedi yeni yerinde çoktan uykuya dalmıştı. Ben ise deminki gibi sık sık olmasa da hâlâ öksürüyordum.

Oturduğum koltuğun birkaç adım ilerisinde çekmecesiz, dümdüz, sade bir masa vardı. Üzerinde defterler, kalem kutusu, bir yığın gazete ve kitap duruyordu. Ancak benim dikkatimi çeken şey masanın sağ arka köşesindeki yazı tahtasıydı. Kare biçiminde ve herhalde yarım kulaç genişliğindeydi. Duvara sabitlenmemişti ama oraya özenle yerleştirildiği belliydi ve üstünde karmaşık biçimde şunlar yazılmıştı:

"Ben bir yazardım, yalnızca yazar… Kimi zaman düşselliğim filizlendirirdi kâğıdımı, kimi zaman ise gerçeklerim ve övünürdüm inanmadığım hiçbir şeyi yazmamakla; gözle görülür, elle tutulur hakikatte olsa. Ben bir yazardım, yanlış okumadınız. Hayatta en çok inandığım, hiç inanmazlık etmediğim yegâne şey yazmak eylemiydi; başucundan ayrılmadığım bir tek oydu. İlahımdı, kurtarıcımdı Prometheus gibi, hayatın buzmuşçasına soğuk, çetrefilli oyunlarında kollardı beni ve ateşini mânâ perdesiyle örterek sunardı. Yazmak, nasıl anlatsam, bireyselliğimi -ferdiyetimi- idrak edebildiğim nadir anları oluşturmakla kalmaz, bunun önemini -ehemmiyetini- kavramamı da sağlardı. Bedenim, maddiyatım varlığıma delil değildi, çünkü ben yazdığım kadarıyla vardım, varlığımın ölçütü yazdıklarımdı, tek başına ve bilhassa yazdıklarım."

Ne eksik ne de fazla.  Hiçbir şey ekleyip çıkarmadan, doğrudan aktardım. Tüm bu cümleleri onca yıl geçmesine rağmen nasıl unutmadığıma gelince, o adamda tattığım dürüstlüğün, samimiyetin ve acizliğin boyutları o derece yoğundu ki… Aklın değil, duyguların hafızası sayesinde unutmadım. Hayatım boyunca o adam gibi cesurunu tanımadım. Çünkü o kendisinden, hislerinden, ruhundan öylesine cesaretle söz edebiliyordu ki bir başkasına… Yani bana… Onu küçümseyebileceğimden, aciz, zavallı bulabileceğimden korkmadan! Yaşamda pek nadir tesadüf edilen böyle kırılgan bir insanı ve onunla ilgili bilgileri nasıl unutabilirim!

Fincana doldurduğu çayımsı bir sıvıyla mutfaktan çıktı ve dumanı tüten fincanı koltuğun kenarındaki sehpaya indirip, "İçin!" dedi. Tadına bakarken adam bakışlarını bana dikmişti. "Ekşimtırak!" dedim. "Limonlu çay gibi."

Adam yatağının ucuna oturdu, bu esnada gözleri hâlâ üzerimdeydi. "Yazı tahtasındaki metin size mi ait?" diye sordum.

"Evet evvelki gece yazdım. Önceden düşünülmeyen, kendiliğinden gelen bir şey."

Gülerek, "İlham perileri geldi yani," dedim.

"Aslında bakarsanız beyefendi, ilhama inanmam. İnsanların bazen işlerini şevkle yaptıkları zaman dilimleri olduğunu düşünürüm ve işte bu zaman dilimlerinde genellikle değerli yaratımlar meydana çıkar. Ancak bu ilham geldi demek değildir tabii. İlham geldi lafını da ziyadesiyle basmakalıp bulurum. Antik çağdan, Hesiodos’tan, Musalardan günümüze yerleşen bir basmakalıp sözdür ki yazarlar, sanatçılar bunu sık sık kullanırlar ve hatta çoğu kez kaçmak için kullanırlar. Örneğin altından kalkamadıkları eserleri ‘İlham gelmiyor efendim, ilham!’ diyerek geçiştirirler."

"Anlıyorum, enteresan bir bakış açısı. Oysa ben büyük yazarların, mesela Cervantes gibi bir adamın o karanlık yıllarda yazdığı destanı daima ilham yoluyla açıklamışımdır. Yoksa insanın aklına böyle çağ-dışı bir eser yaratmak fikri nereden eser? Üstelik yayılımcı bir düşman imparatorluğunun dibindeki küçücük bir ülkede yaşayıp her saniye tehdit altındayken."

Adam oturduğu yerden kımıldadı ve sol omzunu duvara yaslayarak cevap verdi. "Çok haklısınız beyefendi ama bu iş ilhamlık iş değildir, dehalık iştir. Cervantes’in o tarihlerde bu eseri yazması ona esin perilerinin, ilhamın geldiğini göstermez, deha olduğunu gösterir."

Ardından şakalaşarak sürdürdü konuşmasını: "Kaldı ki bir düşünün, esin perileri gerçek olsaydı, bana ya da Cervantes’e mi gelirlerdi yoksa güzellikleri, çekicilikleri sözlü kültürlere kazınmış prenslere mi?"

Mizahtan hoşlandığımdan elbette ki bu ince ve zekice espriye gülmemezlik edemezdim. Gülerken aynı zamanda bir kanıya da vardım. Yanımdaki dergilere göz gezdirmek için beni evine davet etmişti ama dergilerin varlığını bile umursamıyordu. Demek ki dergi bahaneydi. Kayaçların altında kalmış fosillerin yalnızlığına benzer bir yalnızlık çektiğini sezdiğim bu adamın bir insana, konuşmaya ihtiyacı vardı ve beni bu yüzden çağırmıştı. Onun açısından bir araçtım, kısa süreliğine de olsa yalnızlığını gidermeye yarayan canlı bir araç. Artık buna emindim ama gocunmuyor, sinirlenmiyordum. Tam tersi huzurluydum ve yüreğimde bir memnuniyet duygusu kabarmaktaydı.

Konuyu değiştirerek, "Peki neden geçmiş zaman ekiyle yazdınız?" diye sordum. "Siz hâlâ bir yazarsınız. Gördüğüm kadarıyla (onu neredeyse her gece elinde defter kalemle pencerede gördüğümü söyledim) yazmak ve okumak haricinde bir şey de yapmıyorsunuz."

"Çok dikkatlisiniz!" dedi. "Dikkatli insanlara saygı duyarım fakat acırım da."

"Niçin?"

"Çünkü insan dikkat ettiği şeylerden sorumludur. Bir şeye dikkat ettiğiniz zaman ona kayıtsız kalamaz ve etkilenirsiniz. Ve bu her zaman iyi değildir. Akıl almaz kötülüklerin yapıldığı bir dünyada yaşamaktayız beyefendi. İnsanlar merhametsiz, Hobbes hiç olmadığı kadar haklı; güvenmek aptallık, bireyler eylemlerini ötekileri olumsuz anlamda etkileyebileceklerini umursamadan yapıyorlar ve herkes yalnızca kendi zevklerini önemsiyor. Böyle bir dünyada dikkatli olmaktansa aklı havada olmak yeğdir. Çünkü öyle olduğunuzda insanların neleri hangi sebeple yaptığı üzerine kafa yormaz ve kötülükleri, acımasızlıkları fark etmezsiniz. Hatta size karşı yapılan terbiyesizliklerden dahi haberdar olamayabilirsiniz ki bu kafanıza bir şeyin takılmayacağı lütfudur. Ama öbür türlüsü… Daima tetikte olursanız ve insanları daima dikkatle izlerseniz ‘O bunu neden yaptı?’ ‘Ahh ne zalim kız! Üzüleceğimi bile bile söyledi!’ diye düşünür durursunuz. Peki böyle olmak size ne kazandırır biliyor musunuz beyefendi? Uykusuzluk! Uzun uzun uykusuzluklar!"

Bütün bu sözleri çılgınca, heyecan dolu genç bir idealist ruhuyla söyleyen adama bakarken ve onun benimle konuşurken yerinde duramaz hallerini gözlemlerken vardığım kanı daha da kesinleşti: Karşımdaki sohbet etmeye özlem duyan bir insandı. Kitapların artık yalnızlığını geçiremediği ama onlardan başka hiçbir şeye sahip olmayan, arkadaşsız, yoklukla dolu bir insan. ‘‘Sarıldığı cümleler artık ona yetmiyor olmalı,’’ diye düşündüm ve sonra ‘‘İnsanlar hakkında bu kadar kesin yargılamalar yaptığınıza göre onları pek yakından tanımış olmalısınız,’’ dedim. Bunu söyler söylemez pişman olmuştum ama bir defa çıkmıştı ağzımdan, geri alamazdım.

"Hayır…" diye yanıtladı içtenlikle. "Tanımadım… hayır. Ayrıca yargılamıyorum ki beyefendi, sadece söylüyorum işte."

Adamın söylediğim sözden hoşlanmadığı her halinden anlaşılıyordu. Kaşları salkım ağaçlarının dalları gibi eğildi, yanakları ve oynayan kasları durgunlaştı, demin yerinde duramaz halleri sakinliğe yelken açtı. Bunu fark edince pişmanlığım daha da arttı ve hemen önceki konuya dönerek konuştum. "Sorumu cevaplamadınız, masadaki yazıyı niçin geçmiş zaman ekiyle yazdınız?"

Duyusal hafızanın gücü sayesinde hâlâ kulaklarımın içinde yankılanan hazin bir ses tonuyla, "Ölümümü düşleyerek yazdığım için," dedi. Başımı salladım, "Anlıyorum," demek dışında bir şey diyemedim.

Daha da fazla konuşmadık zaten. Çayım biter bitmez ayağa kalktım, "Müsaadenizle," dedim. "Çay için teşekkür ederim." Sonra kapıya doğru yürüdüm. Tam bu anda, onu yeniden ziyaret edebilmek maksadıyla kurnazca bir fikir geldi aklıma: Adama laf arasında dergilere bakmayı unuttuğunu, dilerse dergilerin onda kalabileceğini ve akşam ya da ertesi gün gelip geri almam da hiçbir sakınca olmayacağını söyledim. Düşünmeksizin kabul ve teşekkür etti.

O gün oradan ayrıldıktan sonra doğruca evime gitmiş ve hastalık ağrılarıyla dolu sancılı bir gece geçirmiştim. Zatürreye yakalanmış, haftalarca evden dışarı çıkamamıştım.           

                                    

III

Aralığın ortasında hastalandığıma göre sanırım ocağın sonuna doğru nispeten iyileşmiştim. Çünkü anımsayabildiğim kadarıyla hastalanmadan önce sokaklar yılbaşı süslemeleriyle ışıl ışıldı fakat iyileştikten sonra dışarı çıktığımda süslemeler kaldırılmış, sokakların olağan ve sade görüntüsü eski yerini almıştı.

Kendimi inanılmaz bitkin hissediyordum. Ciğerlerimde tiz bir ağrı hâkimdi. Zayıflamıştım ve günlerdir su görmeyen zayıf vücuduma ekşi bir koku girmişti. Bu arada belirtmeliyim ki kendime geldiğimde düşündüğüm ilk şey yalnız adam ve onda bıraktığım dergilerdi. O sıralarda benimle ilgilenen kız arkadaşımdan öğrendiğime bakılırsa hastayken beni birkaç kez ziyaret etmiş ama bu süreçte bilincim kapalı olduğundan şimdi bile bunu hatırlayamıyorum.

Bilincim yerine geldikten ve ciğerlerim biraz toparlandıktan sonra yeniden hastalanırım korkusuyla bir süre dışarı çıkmadım ve tamamen iyileşip dinçleşmeyi bekledim. Öyle ki, uyanmamla dışarı çıkmam arasında bir haftalık zaman dilimi olduğunu tahmin ediyorum.

Hava önceye nazaran ısınmıştı. Sıkı sıkı giyinip dolaşmamda bir sakınca olamazdı. Sahafları dolaşıp dergi ararken zatürreye yakalanmış olsam bile onlardan kopacak değildim. Merak ve ilgi insanı akıl almaz derecede çıldırtabilir. Dışarı çıkar çıkmaz sahafları baştan dolaştım, çünkü hastalanmamın üzerinden hayli vakit geçmişti, yeni <eski> dergiler bulabilirdim.

Tüm günümü sahafları dolaşarak ve dergi satın alarak geçirdim. Koltuk altım yine paketlerle dolmuştu. Ancak başımdan geçip hastalığımı olumsuz etkileyen, üzücü ve insanın sinirlerini tepetaklak eden bir olay bana keşke gitmeseydim dedirtti.

Sahafın birinde mizah rafını incelerken bir müşteriyle dükkân sahibi o günkü gazete manşetleri hakkında konuşuyorlardı. <Teferruatını bilmemekle beraber çünkü anlar anlamaz içim burkulmuş ve kendimi sokağa atmıştım> Söylediklerine bakılırsa bu memleketin bazı hastanelerinde bebekler doğduklarından hemen sonra, tabiatüstü korkunçluklarla, sırf para kazanmak hırsıyla kimi kişiler tarafından öldürülmüşler ve bu ürpertici vahşetin arkasında doktorlar, hemşireler hatta politikacılar varmış…

Burası ne biçim bir memleketti? Yüreklerinde kaktüs dikeni kadar bile olsa merhamet taşıyanların adlandıramayacakları-kavrayamayacakları-tasavvur edemeyecekleri bu adiliğin yaşandığı memleket öylesine ahlaksızlığa, insanlıktan çıkmışlığa batmış olmalıydı ki sokaklarda, caddelerde yürüyenler hiçbir şey olmamışçasına nefes almaya, hayatlarını idame ettirmeye, düşünmeye ve yemek yemeye devam ediyorlardı! Nasıl olabilirdi böyle bir şey! Bir fert kötülüğe, acıya alışabilirdi ancak bir toplumun kötülüğe alışması, en nihayetinde duyarsızlaşması mümkün müydü? Yöneticiler… Kendi leşliklerinden tüten pislik kokularından başka pislik kokusu alamayan bu çürümüş kadrolar… Kulakları şahsiyetsizliklerinin ve ihtiraslarının menfaati dışında söylenenleri duymayan bu sağır, habis kimseler… Çürümüş ahmaklar… Sanki yetkili oldukları memleketin devlet denetimli hastanelerinde para için öldürülmüş bebekler yokmuşçasına meydanlara çıkıp parti tüzüklerinden, oy oranlarından bahsetmeyi ve festivallere katılmayı sürdürüyorlardı! Ne felaketti! Ne felaket! En fenası onlar bu rezillikleri halkın gözüne soka soka yapıyorlardı! Yaşanan vahşeti, yaşanmamış gibi göstermek namussuzluğunu halkın gözüne sokarak yapıyorlardı! Ben uyuyalı seneler mi oluyordu? Nasıl bir memlekete dönüşmüştü burası? Herkes lâl mı olmuştu? Alçaklığın kusursuz lekeleriyle damgalanmış bu memlekette yüreği diri, ruhu canlı kimse kalmamış mıydı? Alışveriş serbestliğinin ve popülarizmin bütün zalimlikleri unutturabildiği bir dünyada yaşıyorduk ama bu kadarı da fazlaydı! Yoksa hep mi böyleydi? Hayatta insanların kabul edemeyecekleri, karşı çıkıp direnecekleri, gerekirse uğruna canlarını verebilecekleri ortak tavizsiz insancıl ilkeler olmalıydı, yaşamak ilkesi, aşağılanmamak ilkesi… Ama yoktu! Benim memleketimin insanlarının uğruna yaşamlarını feda edebilecekleri insancıl ilkeler filiz bulmamıştı hiçbir zaman! Belki de yöneticilerin bile isteye yaptıkları alçaklıklarının nedeni buydu! Biz ilkesiz, yalnızca güce inanan yurttaşlardık! Mazlumun yanında olmak sadece laftaydı, bizler daima güçlünün yanındaydık; bu da demek oluyordu ki bizler daima zalimin yanındaydık! Zalimin bastırdığı her kötülük de payımız vardı, inkâr edilemeyecek büyüklük de bir pay hem de!

Elimdeki dergileri <oranın haricindeki sahaflardan aldıklarım da dahil> yere fırlatıp doğruca evime koştum. Bu duyduğum şeyin ardından yoldaki insanları gördükçe içim kabarıyor, kendimden ve herkesten iğreniyordum. Öksürüğüm gene artmıştı. Hastalığımın nüksettiğini oynayan sinirlerimden ve durmaksızın kuru kuru öksürmemden anlayabiliyordum.

Çabucak eve vardım ve üzerimdekileri çıkarmadan yatağa girdim.

İnanın kaç saat uyuduğumu hatırlamıyorum ama hayatım boyunca öylesine uzun süreli bir uyku çekmedim. Belki günler… Kestiremiyorum… Burada anılar o derece buğulu ki…

Kapımın vurulmasıyla ayıldım. Yatağım, yorganım, kıyafetlerim ter içindeydi. Halsizlik beni adeta morfin almışçasına uyuşturmuş gibiydi. Yatağımla kapı arasındaki o birkaç adımlık mesafe bile ulaşılmaz görünüyordu. Ancak yanlış anlaşılmasın lütfen, artık öksürmüyordum, yani zatürrem düzelmişti ama hâlâ dehşet halsizdim. Zannediyorum sahafta duyduklarımdan ötürüydü. Çünkü bu halsizlik o haberin ardından bedenime sokulmuştu.

Biraz doğruldum, ‘‘Girin…’’ dedim. ‘‘Kilitli değil!’’

İçeriye bir paketle o adam geldi. Ya da o muydu? Bu adam o adam mıydı? Hastalanmamdan önce konuştuğum, dergilerimi okuması için ödünç bıraktığım o dağınık saçlı, kabarık favorili, bıyıklı ve esmer, kül gözlü adam şimdi karşımda ayakta durmakta zorlanan bu cılız, bıyıksız, saçları dökülmüş adama mı dönüşmüştü? Olabilir miydi böyle bir şey! Nasıl değişmişti! Bir insan vücudu bir ay gibi kısacık sürede bu ölçüde farklılaşabilir miydi? Ben kindar olanın bir tek ölüm olduğunu zannederdim, zamanın bir insana hınçla sille savuracağına, onu tanınmaz hale getireceğine ihtimal vermezdim. Adam etrafına bir sis bulutu yaymıştı sanki. Bu sisin içinde ağır ağır saydamlaşıyor ve kaybolup yitiyordu.

Tekdüze bir sesle ‘‘Anlatacağım,’’ dedi. Sesi duvarların ötesinden, uzaklardan duyuluyordu. Paketi başucumdaki sandalyeye indirdi, ötekisine de yavaşça kendisi oturdu. ‘‘Nasıl oldunuz?’’ diye sordu.

‘‘Ciğerlerim iyileşti,’’ dedim. ‘‘Dün duyduğum bir şeyden etkilendim fakat geçti.’’

‘‘Neyden etkilendiniz acaba?’’

‘‘Gazeteleri takip etmiyor musunuz?’’

‘‘Hayır, işlerim vardı, edemedim.’’

‘‘Öyleyse boş verin. Anlatmasam daha iyi, hem kendim hem de sizin için.’’

‘‘Pekâlâ. Belli ki kötü haber, haklısınız, söylememeniz yerinde olur.’’

Bakışlarımı adamın farklılaşan, zayıflayan bedeninden ve onu örten, doğanın bir kusurunu, yanlışını ve hatta haksızlığını örter gibi örten sapsarı teninden alamıyordum. O da yanıma geldiği ilk anda fark etmişti bunu, onun için ‘‘Anlatacağım.’’ demişti. Sahi, neyi anlatacaktı? O sırada düşündüklerimi yanıtlayabilecek miydi? Misal, ona sille vuranın zaman mı ya da doğanın kendisi mi olduğunu söyleyebilecek miydi? Peki ya bunu hak edip etmediğini? Şüphesiz bunun kararı ona bırakılmamıştı, bu yüzden cevabını da veremezdi. Ancak insanın, sayısız şeye akıl sır erdiremeyen, anlamlandıramayan ve onların üzerinde kuvveti bulunmayan kör gecelerin kör evladı zavallı insanın, bütün bu eksikliklerine rağmen yarı gerçek düş gücü vardır ki belki de hayatın meşakkatli geçidinin sonuna ulaşabilmesine imkân tanıyan da budur. Bir düşünün derim, bütün yönleriyle bize saldıran, ıstırap urganını boynumuzdan hiç eksik etmeyen bu kan kusturucu hayattan kaçıp sığındığımız neyimiz var, düşlerimizden başka? Bir orada gülümsemiyor muyuz? Bir oradayken sıyrılmıyor muyuz altında ezildiğimiz yüklerimizden? Bir orası değil midir bizleri intihardan çekip alan?

İşte karşımdaki bu yenik adamcağızın da yapıp yapabileceği buydu. Yani anlatacağım dediği o şeyi, muhtemelen nasıl böylesine değiştiğini, yarı gerçek düş gücüyle anlatmaktı. Yalnız neden bu hallere düştüğünü -hakikati- anlatmayacaktı, çünkü bilmiyordu. Sadece bu hallere düştüğünü, gözle görüleni anlatacaktı, hakikat yine gizli kalacaktı. Kalsındı… Hiçbir zaman gizliliğinin dışına çıkmamıştı ki onu talep etmeye hakkımız olsundu. O daima gölgelerdeydi, karanlıktaydı, onu arayan biz insanlar, kendi yansımamızı o zannettik… Mahvımıza sebep olan da bu oldu. Kabulleniş tek çıkar yol iken, susmayan akla sahip olmamız hayatın oynadığı bir başka zalimce oyundu. Tam da bu sebeple, susmayan akıl yüzünden çıktık hakikat arayışına. Mahvımız da bu yüzdendi, çünkü arayış bizi hakikate değil, çarpık yansımamıza götürdü.

Adamcağız sakindi. Gerçi geçen defaki görüşmemizde sakin karakterli olduğunu zaten anlamıştım fakat bu kez onda fark ettiğim sıradan bir sakinlikten ziyade nirvanadaki birinin sakinliğiydi. Suratında çabucak fark edilen bir durgunluk okunuyordu. Sanki artık katlanmak zorunda olduklarına sırf kendisi öyle istediği için katlanıyordu ve sakinliği de onlardan arzu ettiğinde kurtulabileceğini bilmesinden kaynaklanıyordu.      

Dudakları bu rahatlıkla heyecansız kıpırdadı.

"Hastalanmanızdan evvel evime gelmiş ve bana masamdaki yazıyı niçin geçmiş zaman ekiyle yazdığımı sormuştunuz, anımsadınız mı? Demek anımsıyorsunuz! Öyleyse size verdiğim cevabı da anımsıyorsunuzdur. Çok güzel! Ne demiştim… Durun bir dakika… Nasıldı… Ah hatırladım! ‘Ölümümü düşleyerek yazdığım için…’  Aynen böyleydi. Size bir sır vereyim… O yazıyı yazarken ömrüm boyunca ilk kez kendi ölümümü düşündüm. Sözüme güvenin! İlk kez ölümü düşündüğümü söylemiyorum, hayır aynı şey demek değil! Söylemeye çalıştığım, varlığımı onu yokluğa sürükleyecek ölüme yakıştırdım: İki kadim düşmanı kucaklaştırdım! Ahhha-ahah-ha… Neden gülmüyorsunuz? Neyse! Merak ettiğiniz kısma geliyorum. Dış görünüşümdeki değişikliği merak ettiğinizi biliyorum. Sararan tenim, ufalan kemiklerim… Hay hay hemen anlatıyorum!"

Bakışlarımı kaçırdım, kızaran yanaklarımın sızısıyla ‘‘Rica ederim,’’ diye laf sıkıştırdım araya. ‘‘Böyle konuşmayın!’’

"Yani merak etmiyor musunuz?"

‘‘Hayır, sadece…’’

‘‘Ne?’’

‘‘Şaşırdım.’’

‘‘Şaşırdınız… Aman ne iyi! Doğrusu, asıl şaşırmasaydınız fenaydı, içinizin hâlâ direndiğinin belirtisidir şaşırmak… Ve gülebilmek ve ağlamak. Tepki beyefendi… Tepki verebilmek pek mühimdir. Bu bir dışavurumdur. İnsan dışavurmayıp olanı biteni kendi içinde eğip bükmeye kalktı mı yandı demektir. Konuşmak da öyledir, bir dışavurmak hadisesidir. Dışavurur ve çare beklersiniz, dışavurur ve onay beklersiniz, dışavurur ve söze söz katarsınız. Her hâlükârda konuşan insan henüz pes etmemiş, umudu forada insandır.’’

‘‘Öyleyse siz de o umutlu insanlardan birisiniz değil mi?’’ diye sordum yatağın sırtına yaslanırken.

Kıkırdadı. ‘‘Eksik söyledim,’’ dedi. ‘‘Umutlu olmak için yalnızca dışavurmak yetmez. Ayrıca bir erek gerek insana, umut adına bir erek… Fakat ben onu hiç keşfedemedim.’’

‘‘Kitaplarınız var,’’ dedim. ‘‘Siz bir yazarsınız, böyle olmanız bir ereğinizin olduğunu gösterir.’’

‘‘Emin olun göstermez. Çelişiyor göründüğümün farkındayım ancak hayır, gerçekten de gösteriyor sayılmaz. Bilir misiniz, hayatta bir ereğinizin bulunması neye yarar? Yaşamanıza! Kesinlikle yaşamanıza! Bu mutlaka iyi bir yaşam olmayabilir, hatta çoğunlukla kötü ve tatsız bir yaşamdır. Ama yine de yaşamak halidir, yaşıyor olmaktır. Anlatabildiğimi zannetmiyorum, hastayım… Aklım birkaç gündür bulanıklaşmaya başladı, düşüncelerimi seçemiyorum. Ne diyordum… Erek bireyin hayattaki hareketliliğine bir dinamizm ya da işleyiş sağlar ve böylece onun durağanlıktan sıyrılmış, kimi zaman heyecandan nidalar çağırdığı, kimi zamansa yorulup dinlenmeye çekildiği bir yaşamı olur. Umut, bu tür yaşama aittir; umutsuzluk da. Oysa benim gibiler, şey… Neydi onun adı? Ha evet… Ereksizler, hayata niçin gelmiş olduklarını anlayamayanlar ne umutludurlar ne de umutsuzdurlar. Çünkü onsuz, yani umutsuz olmamız için, hiç değilse bir kez onun biz de bulunması gerekirdi. Böyle olsaydı, şu esnada umutsuz olduğumu kabullenirdim, ancak yapamam… Onun ne demek olduğunu bilmiyorum. Ben ne umut taşıdım ne de erek beyefendi… Bahsettiğiniz o kitaplar, yaptığım diğer her şey gibi, tek başına hayat süremi doldururken sıkılmamak adına edindiğim uğraşların ürünüdürler.’’

‘‘Yalnız olduğunuzu fark etmiştim ama bu kadarını değil,’’ dedim içtenlikle. ‘‘Neden? Herkesinkine benzer bir hayatınız olabilirdi. Varolma sebebinizi anlamamanız, onu keşfedememeniz sizinle alakalı bir sorun. Hem neye istinaden bir sebebi olması gerektiğine hükmettiniz?’’

‘‘Hayır hayır, hiçbir zaman kesin biçimde bu hükme varmadım. Yaşamın içerisinde bulunmamı çoğu kez, hemen hemen hep, tesadüfe dayandırttım. Bir evren yasasıyla varolmuş ve tesadüfen ben olmuştum, olan buydu. Bir sebebi yoktu. Bu düşünceye, hayatta ne işim olduğunu anlayamamak düşüncesine kendi kararımla bağlanmadım ki… Yıllarca bir şeye, insana ya da tabiatın herhangi bir parçasına tutunamayışımın doğurduğu bir düşünceydi bu. Tutunamadıkça soluğunu hissettiğim yabancılık daha da yaklaştı bana ve sonunda hayata o denli yabancılaştım ki kazara var olduğum, ucubenin teki olduğum düşüncesine tutunmak mecburiyetinde kaldım. Artık şüphesiz bir gerçekti bu. Biliyor musunuz, başta kedilere karşı olan sevgimde tatminlik buldum. Onları seviyor ve besliyordum. Bu bir ara hayatta ne işim olduğu soruma cevap mahiyetindeydi, ben kedilere tutunmuştum, işim onlarla olmak ve korumaktı. Ama sonra istemsizce koptum bundan. Ardından kitaplarla alakadar oldum, yazı yazabilmenin eşsiz ayrıcalığı beni bir süre tatmin etti. İşte o bahsettiğiniz kitaplar da bu süreçte ortaya çıktı. Okudum, yazdım ve bu döngüye tutunmanın rahatlığıyla ürperdim. Hayatta ne işim olduğu sorusuna ilk kez bu denli doyurucu bir yanıt vermiştim. Gene yalnızdım ama önemsizdi bu, nitekim varoluşumun benden beklediği şey yazmaktı ve gerisi pürüzden ibaretti. Bu inanca öyle sağlam tutunmuştum ki günlerimi savrulmadan, önümü görerek ve ne yaptığımı bilerek geçiriyordum. Ama bunun da yıkılması çok sürmedi. Gerisin geriye başa döndüm, şimdi gene kazara var olan bir ucube olduğuma inanmaktayım. Ama bir önemi yok. Çünkü bu inancımı değiştirmek için bir arayışa girmek zorunda değilim artık ahhah-hahaa-ha. Varoluş hatasını telafi etmek üzere beyefendi! Beni dönmem için çağırıyor… Deminden beri açıklamak istediğim yere sözler kendiliğinden geldi işte ahhaha-haha-ha. Kahkahalarımdan rahatsız oluyor musunuz? Ah ne iyi! Durduramıyorum da! Ne diyordum? Tamam buldum! Fakat neyi açıklayacağım? Açıklayacak ne kaldı? her şey ortada işte, görüyorsunuz ki hızla erimekteyim. Cisimsizlik…  Her neyse! Bunu konuşmak istemiyorum! Sizden bir şey rica edeceğim. Özür dilerim ama bunu isteyebileceğim başka kimsem yok. Onu yanımda götüremem… Gidiyorum. Ege’de, deniz kenarında bir pansiyon kiraladım, sonuna dek orada kalacağım, denizin yanında. Her şey hazır… Bütün kitaplarımı bu kentin kütüphanesine bağışladım, telif gelirlerini ise bir sivil toplum örgütüne. Her şey hazır… Ancak kedim… Onu yanıma alamam… Acaba siz de kalabilir mi?’’

Birbirinden garip onca sözler ettikten sonra böyle bir ricada bulunması beni iyice afallatmıştı. Çeyrek saat kadar yanıt veremedim, öylece sessizce oturduk. Mahcubiyet ve çaresizliğin ağırlığı altında ezilmekte olan adam kuşkusuz evet dememi bekliyordu. Ben de öyle yapacaktım. Kararımı o bu teklifi yapar yapmaz vermiştim zaten. Çeyrek saat sessiz kalmamın nedeni, adamı, bir insan başka bir insanı en fazla ne kadar ciddiye alabilirse işte o kadar ciddiye almam ve bu yüzden konuşmasını kafamda evirip çevirmemdi.

‘‘Elbette,’’ dedim biraz sonra. ‘‘Hep bir kedi sahiplenmek istemiştim fakat bir türlü fırsatım olmamıştı.’’

Mahcubiyetin hiç eksilmediği gözleri anlık bir parıldayışla ışıldadı.

‘‘Çok teşekkür ederim beyefendi… Eh artık kalkmalıyım, yetişmem gereken bir otobüs var.’’

‘‘Yolculuk hemen mi?’’

‘‘Hemen.’’

Sonra ikimizde ayağa kalktık. Tüm bu yaşananlar sabahki halsizliğimi silip süpürmüştü. El sıkıştık. Sanki bir törenle yeni tanıştığım dostumu uğurluyordum. Bana evinin anahtarını verdi ve kedinin orada olduğunu söyledi. Ardından kararlılıkla gitti.

O çıktıktan sonra kediyi almaya gittim. Ev tümüyle eşyalardan arınmıştı. Duvarlar çırılçıplaktı, Caravaggio tablosu da indirilmişti. Kediyi gördüğümde evdeki bu değişikliğe şaşırmış gibi etrafına bakıp miyavlıyordu. Yeni yuvasına gelir gelmez eşyaları karıştırmaya başladı. Ben ise adamın getirdiği paketin içerisinde ne olduğuna bakmaya koyuldum. Sadece küçük bir zarf vardı. Adam zarfa bir miktar para koymuş ve arkasına şöyle bir not düşmüştü:

‘‘Zannederim bu para uzun bir süre kedimin -artık sizin kedinizin- ihtiyaçlarını karşılamaya yetecektir, teşekkür ederim.’’


[1] Herakleitos’a ait, değişmeyenin değişim olduğu ilke.

[2]Antik bir inanışa göre yeraltı tanrısı Hades, eşi Persephone’nin yeryüzüne çıkmasına izin vermediğinde dünyaya bahar gelmezdi.

[3]Oğuz Aral’ın editörlüğünü yaptığı, 1972-1993 tarihleri arasında yayın hayatını sürdüren mizah dergisi.


Sidar Pürüz

Kommentare


bottom of page