Birtakım unsurlar olmadan, içinden doğmaları istenen ruhla uyum halinde değillerdi. Islahevi Yönetim Kurulu, yeni binanın açılış töreninde, müzikle, parlak ve canlı dekorla, saygıdeğer kişilerin yaptığı konuşmalarla, yeni şeyler denemeye, bir şenlik havası, bir iyi niyet -Eyalet yönetiminden gelen, zarafetle dolup taşan iyiliksever bir hava- yaratmaya çalışıyordu. Hissedilmesi gereken şükran ve bağlılık da çocuklardan gelmeliydi.
Dışarıda hava hıçkırarak ağlıyordu. Islahevi arazisi içindeki otomobil yolu boyunca dikilmiş, kurallara uygun şekilde büyümeleri beklenen fidanlardan bazıları şiddetli bir isyanla ileri geri sallanıyordu. Düşen yapraklar sertçe havaya fırlıyordu. Suratsız bir manzaraydı. Philip Grayson-öğleden sonraki oturumda son konuşmacıydı-fırtınanın tepeden aşağı, küçük vadiye, oradan, yuvarlanarak inen otlarla kaplı geniş düzlükten geçerek yanındaki küçük tepeye kadar yayıldığını gördü. Kulaklarında ölen yazın uğultusunu duydu. Tabiatın ruhu kederli, umutsuz haykırışlarla kendini yerden yere atıyordu sanki.
Kürsüdeki adam iki yana açılmış kollarıyla, kılı kırk yararak, coşkuyla konuşuyordu ama dinleyiciler, duyduklarını en basit hâliyle kavramaya hazır bir halde bekliyordu. Bu basit hâl elbette kendine uygun bir ruhla vücut bulacaktı. Konuşmacı, Enstitü görevlileriyle idarecilerinin formaliteden alkışlarıyla yerine oturdu. Çocuklar marşa başlamak üzere ayağa kalktılar. Yüzlerindeki aydınlanma, orada dinleyiciden çok gösterinin bir parçası olarak bulunmaktan memnun olduklarını gösteriyordu. Başlarını geriye atarak büyük bir ciddiyet ve disiplin içinde işaret beklediler. Sonra, başlayan müzikle, milli marşın sözleri nefesleri güçlü üç yüz çocuğun ağzından döküldü.
Dudaklar yalnızca zorunda oldukları için açılmıştı. Ama genel olarak hepsi aynı içtenlikle söylüyordu; şarkı söylemenin coşkusuyla. Philip Grayson bazı çocukların provalara sadece bir hafta önce katıldıklarını duymuştu. Marşın son sözleri eriyip gittiğinde, ona, dünya iç çekerek nefes veriyormuş gibi geldi. Çocuklar, büyük bir disiplin içinde, görevlerine dinleyici olarak devam etmek üzere yerlerine oturdu.
Daha sonra, Eyalet Üniversitesinin en önemli profesörlerinden biri, salondakilere devletin iyilikseverliğinden bahsetmeye başladı: Devlet çocuklara bu güzel barınağı sağlamıştı. Rahat giysiler, sağlıklı ve besleyici yiyecekler vermişti. Bedenlerini geliştirecekleri güzel bir spor salonu açmıştı. Zihinlerini eğitmeleri için kitaplar getirtmiş, öğretmenler görevlendirmişti. Ruhsal gelişimleri için gerekli olan her şeyi hazır etmiş, uygunsuz eğilimlere karşı savaşmak üzere çalışmalar başlatmıştı. (Profesör bunları söylerken azıcık kekeledi, bu da devamında başka dil sürçmelerine neden oldu.) Devlet, büyük bir memnuniyetle, cömertçe vermiş, karşılığında onlardan tek bir şey istemişti: Hayata atılıp her devletin gurur duyacağı, faydalı, dürüst vatandaşlar olmalarını. Fazla bir şey miydi istediği, diye sordu Eyalet Üniversitesi profesörü.
Dışarıda, dünyanın iç çekişleri giderek daha da şiddetleniyordu. Dinleyicilerin çoğunun gözleri, yaz mevsiminin ölmek üzere olduğu yere; dışarıya çevrildi. Devletin şanssız olarak sınıflandırdığı bu çocuklar-bu ölümün arkasından tekrar yaşamın geleceğini-biliyorlar mıydı? Yoksa bugüne kadar gördükleri sadece karanlık-çürüme- miydi?
Eyalet Üniversitesi profesörü, konuyu apaçık bir şekilde ortaya koyuyordu. Görünüşe göre, mantığında dikkati çeken hiçbir yanlış yoktu. Devlet hep merhametli olmuştu. Buna karşılık çocukların iyi vatandaşlar olmaları gerekiyordu. Ama ya bu adamların kayıtsızlığı! Çocukların duyduğu rahatsızlık! Hepsinden. Dünya açmış kollarını onları mı bekliyordu gerçekten? Ne kadar soyut ne kadar ironik bir ifade. Ne demekti bu? Bunu çok rahat bir şekilde dile getirenler, o adamlar, bu çocuklar hayata atıldıklarında, gerçekten onlara yardım etmeyi, onlara destek çıkmayı isteyecekler miydi? Bunu mu diyorlardı? Bu adamlardan bazıları, çocukların karşısına geçip, “Evet çocuklar, buradan ayrıldığınız zaman, yani dünyadaki yerinizi almaya hazır olduğunuzda, doğruca bana gelin, ben sizin iş bulmanıza yardım ederim,” dese, kulakları şimdiye kadar muğlak ifadelerle dolmuş bu çocuklar, ne derdi?
Bunu düşününce, Philip Grayson tuhaf, belli belirsiz bir kahkaha attı. Bu da yakınında oturanların ona şaşkınlıkla bakmalarına neden oldu.
Ama Philip Grayson bu sorgulayıcı bakışların farkında değildi. Tüm dikkatini kafasına üşüşmüş düşüncelere vermişti. Islahevindeki bu çocuklara, dünya-onun iyiliksever insanları-ne kadar uzak görünüyordu kim bilir. Duydukları konuşmalar, onlara verilen eğitim-belki bilinçsizce ama kesin olarak-çocuklara, dünyayı iki büyük sınıfa ayırmak gerektiğini öğretmişti: Şanslılar ile Şanssızlar. Yani, konuşmaları yapanlar ile söylenenleri dinlemek zorunda olanlar. Sözde iyiler ile sözde kötüler. Belki de-kendi alaycılığına hafifçe gülümsedi-kötü bir şey yaparken yakalananlar ile yakalanmayanlar.
Aklına bir zamanlar beğendiği bir şairin dizeleri geldi:
İnsanların yaramaz dediği adamlarda,
Çok fazla iyilik bulurum ben hâlâ daha;
Herkesin aziz diye gördüklerinde ise,
Bir sürü günah, bir o kadar leke gördüm ben;
Tereddüt ederim vallahi çizgi çekmeye
İkisi arasına, hem Tanrı çekmemişken.
Tanrı çekmemişken! Dönüp kasvetli gökyüzüne baktı. Zaman zaman birçok insanın yaptığı gibi, çocukluğundaki algısına döndü. Bulutların arkasında bir yerde Tanrı vardı. Tanrı! Tanrı ıslahevindeki çocukları düşünür müydü? Batıdaki dağların şairi; Tanrının çizgiler çizen bir ressam değil, sözde kötünün içindeki iyinin, sözde iyinin içindeki kötünün sahibi ve dahi her ikisinin de sevgilisi olduğunu söylediğinde haklı mıydı?
Eğer o Tanrıysa, ıslahevindeki çocuklara öğretilen Tanrı değildi. Bu çocuklara Tanrının kötü huyluları affettiği öğretilmişti. Ama-kelimelerle olmasa bile, çeşitli imalarla-duruma açıklık getirilmişti. Kötü huylular onlardı. Tanrının sözde adamları, o gün öğleden sonra diğerlerini temsil etmek üzere seçilmiş örnek kişilik sahibi olanlar, Tanrının ruhuyla dolup taşanlar, onlar; bağışlayıcı ve hoşgörülü olmaya hazırlardı. Philip Grayson pencereye döndü, oraya buraya eğilmiş ağaçlara gülümseyerek bakarken, kollarını açmış bekleyen dünya ile ilgili genellemeleri kafasından silip attı.
Örnek bir kişi olarak önlerinde oturan şu adam ayağa kalkıp bütün hayatını-içindeki bütün zayıflıkları, bütün yanlışları, belki işlediği bütün günahlar ve suçlarla-olduğu gibi anlatsa, onlara; her insanın zaafları da vardır, güçlü yanları da vardır-insanın zaaflarını kendi öz gücüyle alt etmeye çalışması hayatın en kadim mücadelesidir-dese, konuşmaları dinlemekten yorgun düşen bu üç yüz çocuk, ne düşünürdü acaba?
Bu düşünce Philip Grayson’u garip bir biçimde ele geçirdi. Yavaş yavaş bir tür bakış açısı gibi görünmeye başladı ona, onun için, bir şekilde, hayat görüşü haline geldi. Arkadaşlarının arasında temiz elleriyle duran bu adamlar için kısır tartışmalardan, sığ özgüvenlerinden ya da kolay kazanılmış itibarlarından kaçarak uzak bir köşeye saklanmak kolaydı. Uçurumun diğer tarafındaki-ruhları hiçbir tedrisattan geçmemiş olanlara: “Bize bakın!” diyorlardı. “Ellerimiz tertemiz, kalplerimiz pür-ü pak. İyi olmanın ne kadar güzel olduğunu görün! Gelseniz e zavallı günahkârlar, haydi gelin, siz de iyi olun!” Doğar doğmaz lekelenmiş insan ruhları, eğitimsiz, zavallı günahkârlar da uçurum öte yanında gördükleri bu kendini beğenmiş iyiliğe uzaktan bakacaklar, etkilenmiş olsalar dahi-ki bunun pek olası görünmediğini acımasızca gösteriyordu konuşmacı-çocukların kavrayacakları şey, bu adamlarla aralarındaki uçurumun derinliği olacaktı. Gereksiz bir israf, lüzumsuz bir araya gitmişlik duygusuna kapıldı Philip Grayson. Bakışlarını üç yüz çocuğun yüzlerinde gezdirdi, ziyan olmuş bir insan kitlesine bakıyor gibiydi. Gördüğü, bu çocukları insanlıktan çıkaran, ilerlemesini engelleyen insan aptallığı, kendini beğenmişliği, korkaklığıydı.
O öğleden sonra oturumunda konuşmacılar-hayırseverlik maskesi altında-kendini beğenmiş bir memnuniyetle-kendi konumlarını-meziyetlerini-sergileyerek hava atmışlardı. Islahevini anlatırken nasıl da lütufkâr ve küçümseyici bir tavır takınmışlardı. Bu kurumu biz, iyiler; siz, kötüler için kurduk, demek istiyorlardı. Üstelik, düşüncelerini dile getirirken söyledikleri sözler ne kadar basma kalıptı. Yani, diyorlardı ki: Evet, o halde şimdi, iyi vatandaşlar olarak bize borcunuzu ödemek zorundasınız!
Ah, ayağa kalkıp, herkes gibi etten kemikten ibaret, yalnızca bir insan olduğunu, nasıl başarısızlıklar yaşadığını, ne acılar çektiğini anlatacak biri, bu uçurumu, güçlü, geniş, insanca anlayış ve insanca sempatiyle kapatabilecek biri; dinleyicilerin karşısına geçip, kalbi gümbür gümbür atarak, “Biliyorum! Anlıyorum! Benzer zorluklarla ben de mücadele ettim. Mücadelenizde size yardım edeceğim!” diye haykıracak bir adam lazımdı.
Kendi adının anons edildiğini duyunca, üzerindeki büyü bozuldu. Sahnenin ortasına bakınca, Eyalet Üniversitesi profesörünün oturduğunu gördü. Enstitü Müdürü, kürsüye çıkıp konuşmaya başladı.
“Bu öğleden sonra onunla birlikte olduğumuz için kendimizi şanslı addedebiliriz. Kendisi, eyaletiminiz en önemli adamlarındandır. Yüksek standartlardaki yaşam biçimi, dürüstlüğü ve çalışkanlığıyla çağdaşları arasında takdire şayan bir konuma yükselmiştir. Önemli bir şahsiyet-bütün zamanların en büyük şahsiyeti- diyebilir miyim? Eyalet valiliğine aday gösterilmesi, sahip olduğu sonsuz özgüveni ortaya koymaktadır. Eyaletimizde hiçbir kişi, bugüne kadar ondan daha yüksek bir itibara ulaşmamıştır. Evet; şimdi size, büyük bir memnuniyetle geleceğin insanını takdim ediyorum: Philip Grayson!”
Müdür yerine oturdu. Philip Grayson, şimdi, kendisinden önceki konuşmacıların durduğu yerde duruyordu. Dıştan sakin görünüşü, bir telaşla neredeyse ortadan kalkarken, valiliğe aday olmasının, biraz önce içini çekerek hatırladığı, hatalarıyla sevaplarıyla, yalnızca insan olmasıyla çok uyumlu bir durum olduğunu anladı. Salonda bulunan üç yüz çocuğun ceketlerinin altına sokulup, doğrudan kalplerine girip ruhlarına nüfuz etmek üzere, bizzat kendisi olarak bir fırsat yakalamıştı. Böylece, çocuklara gösterebilir, onların da görmelerini, hissetmelerini sağlayabilirdi. İşte, bütün doğruları ve yanlışlarıyla, zayıflıkları ve güçlü taraflarıyla, zapt edilmesi gereken birçok şeyle mücadele etmiş, kazanılmayacak birçok savaşa girmiş bir adam olarak karşılarında duruyor, o zamana kadarki bütün inançlarından sıyrılarak, nefsini çırılçıplak bir şekilde ortaya koyarak, onları canı gönülden, bütün samimiyetiyle anlayan biri olarak konuşuyordu. Bunun neye mal olabileceğinin idrakı, aklına gelen fikirle neredeyse aynı anda doğmuştu. Sessiz ama açık açık sorulan bir soruya cevap olarak; değer miydi? Karşısındaki üç yüz çift göz ona bakıyordu. Bu gözlerin arkasında kötülük olduğu kadar iyilik de vardı. Ölümüne telaşlı bir tutkuyla yanıyordu o gözler. Aynı zamanda büyük pişmanlıklar çeken ateşli göz yaşlarıyla da yanıyordu. Hasmane bir dünyaya açılmıştı o gözler.
Ancak, Philip Grayson artık karşısındaki o gözleri görmüyordu. Havadaki sisi dağıtmak için elini kaldırdı. Platformun üstündeki adamların onunla ilgili ne düşündüğünü azıcık da olsa önemserken, bir yandan da söyleyeceği şeylerin, adaylığı üzerinde nasıl bir etkisi olacağını düşünüyordu. Ama onun için hayati önem taşıyan bir tek şey vardı şimdi: bu çirkin uçurumun üzerine ortak insanlığın dengeleyici güçlerini yerleştirmek, şimdi ellerinde bir hamur gibi şekillenecek bu çocukların, hayatına düşe kalka devam eden, bütün yaşamı tekrar tekrar düşerek ve kalkarak geçen biri, bir dost olarak karşılarında durduğunu anlamalarını sağlamak. Çocuklara çok uzak bir iyiliğin vücut bulmuş hali olarak değil, bir rol model olarak değil, ama onlardan biri olarak, sahiden erkek erkeğe, hayatın ona doğruluğunu gösterdiği bir iki şeyden bahsetmek istiyordu.
Konuşmaya başlamasını zorlaştıran, kendini yapmak istediği konuya vakfetmesiydi. Başlarda, çocukları kendinden uzaklaştırmaktan, onlarla arasına, hiç de istemeden, bir engel sokmaktan korkuyordu.
“Tuhaf bir hisse kapıldım,” dedi hoş bir gülümsemeyle. “Bugün kalbimi size açarsam, yani yapabilirsem, istediğim gibi apaçık bir şekilde kalbimi size dosdoğru gösterirsem, siz çocuklar, benim içime bakıp korkarak birden geriye çekilecek, sonra da “Ama bu benim!” diye bağıracaksınız. Azıcık da şaşıracaksınız; şaşırırsınız, değil mi? Geçmişte nasıl bir çocuk olduğumu dinleseniz, hele de size çok benzediğimi öğrenseniz şaşırmaz mısınız?”
“Ne düşünüyorum, biliyor musunuz? Bence ikiyüzlülük dünyanın en kötü şeyi. Çalmaktan da yalan söylemekten de aklınıza gelen her türlü kötü şeyden de kötü. Bu ikiyüzlülüklerin çoğu nereden geliyor biliyor musunuz? Kendi kendini yetiştirme masalından. Sözde gerçekten iyi insanlardan. ‘Kara kaplı defterde hesabıma yazılacak tek bir kötü şey yok,’ diyenlerden.”
“Şimdi bana, bu adam kendi kendini yetiştirmiş, demek için herkes birbiriyle yarışıyor. Sayın Müdür az evvel benim ne kadar sağlam biri olduğumu anlattı, içimdeki özgüvenden filan bahsetti. Ama aslında dürüstçe gerçek ne biliyor musunuz? Söz edilmeye değer biriysem, onurlu bir mevki hak ediyorsam, bu, kalbim iyi ve güzel şeylerle dolu olarak dünyaya geldiğim için değil; öyle biri değilim. Çünkü, aslında, kalbimde, daha çok, hepimizin kötü diye adlandırdığı şeylerle doğdum. Daha sonra, kalbimdeki bu kötülükler, başı boş yıllar içinde, büyüdü de büyüdü, güçlendi de güçlendi. Bütün bunlar bana büyük bir şok, hayatımın en büyük acısını yaşattıktan sonra-o sırada artık, şimdi sizin olduğunuzdan daha büyüktüm-özetle şu sözlerle ifade edebileceğim o büyük gerçeği, azıcık da olsa görmeye başladım: ‘Her insanın kalbinde iyi de vardır, kötü de vardır. Hayattaki en büyük mücadele, kötüyü, iyilikle alt etmektir.’ Demek istediğim şu ki, şayet bugün güvene layık görülüyorsam, bu gerçeği gördüğüm içindir. Bıkmadan usanmadan çabalayarak, kendimi ağır ağır zapt ederek içimdeki kötülüklerin bazılarını atmayı, kalbimde iyiliklere azıcık da olsa yer açmayı başarabildim.”
“Görüyorsunuz ya,” diye devam etti Philip Grayson. Şimdi üç yüz çift dikkatli göz üzerindeydi. “Bazılarımız, diğerlerine göre daha fazla mücadele etmek üzere doğuyor. Ben böyle inansam bile, bu söylediklerime itiraz edecek insanlar olacaktır. Mücadele edecek çok fazla nedenle doğmuş olmayı kötülüklere mazeret olarak gösterdiğimi de söyleyeceklerdir. Ama bir dakika beni dinleyin. Başkalarından daha güçsüz bir bedenle doğsaydınız, onlar kadar hızlı koşamasaydınız ya da onlar kadar yükseğe zıplayamasaydınız; sürekli olarak, ‘Benden çok fazla şey beklemeyin; doğru dürüst bir bedende doğmadım ki,’ deyip durmayacaktınız, değil mi? Hiç de öyle demeyecektiniz. İşiniz gücünüz, elinizden geldiği kadar güçlü olmaya çalışmak olacaktı. Sizden beklendiği kadar güçlü olmamanızın sebeplerini sıralayıp durmayacaktınız. Ağlayıp sızlayanlardan hoşlanmayız hiçbirimiz. İster zayıf bedenlerden yakınalım ister zayıf ruhlardan; fark etmez.”
“Bu öğleden sonra burada otururken size ne söyleyeceğimi düşünüp durdum, çocuklar. Küçükken başıma gelen şeylerle ilgili komik hikâyeler anlatmaya niyetlenmiştim. Ama bir sebepten, üstüme bir ağırlık geldi. Bu yüzden şimdi onları anlatmayacağım. Son yarım saattir, hayatı komik taraflarıyla göremiyorum. Şu anda, çocukluğumdan bu yana, ne kadar acı çektiğimi düşünüyorum.”
Durdu, konuşmasına ara verdi. Sonra, salonun sessizliğini kendi sesiyle bozdu.
“Bu yaşlı dünyada çok fazla acı var. Ben belki yanlış kulvardayım. Ama bugün gördüğüm kadarıyla, insanlar yaşamlarını gereksizce zorlaştırıyorlar. Yıllardır ve yıllardır, kuşaklar, kuşaklar boyunca, hep aynı savaşları tekrarlayıp duruyorlar. Hep aynı acıları yaşıyorlar. Size de hepten yanlış gelmiyor mu, milyonlarca kez savaştıktan sonra, hayat gelecek kuşaklar için biraz daha kolay hale getirilemez mi artık?”
“Bir kişi yanlış bir yoldan gitmişse, ertesi gün başka birinin o yanlış yola girdiğini görse, onu durdurmaz mı, geriye döndürmez mi? Başka türlü davranmak çok kötü görünmüyor mu size de? İnsan bütün hayatını ilgilendiren konulara neden diğer şeylere gösterdiği kadar önem vermez? Ne kadar yanlış! Size de öyle gelmiyor mu? Çok fazla ortak noktası olanlar, bir araya gelseler, yan yana biraz daha güçlü durmazlar mı? Sorunun ne olduğunu söyleyeyim size. Bu dünyadaki insanların çoğu, kat kat özgüvenle sarılmıştır. Bir zamanlar kendilerinin de yanlış yaptıklarını kabul etmekten korkarlar. Varsayalım ki, demin bahsettiğim şu kişi, o yoldan bir zamanlar kendisinin de geçtiğini itiraf etmekten utanıyor olsun. Bu yüzden de desin ki: ‘Kitaplarda okuduklarımdan, genel olarak öğrendiklerimden anladığım kadarıyla, gittiğin bu yolun doğru olmadığını sanıyorum.’ Bunu duyan geriye döner mi? Daha çok zannederim ki, devam etmek, şansını bir denemek isteyecektir. Ama gördüğünüz gibi, birinci kişi o yolun doğru olmadığını söylemişti. Peki nasıl biliyordu? Çünkü daha önce o yoldan geçmişti.”
Sustu, çocuklara baktı. Apaydınlık bir sadelik içinde her şeyi gördü. Hayatı, o da bütün iyi ve güzel yanlarıyla yaşamıştı. Anlayışlı olmanın bazı tatmin edici taraflarını görmüş, dışa dönük hayatının ender yaşanan hazlarını tatmıştı. Şimdi konuşma yaptığı bu çocukların ruhlarını da özgürleştirmek istiyordu. Onlara, ruhların kendi kendilerini özgürleştirebildiklerini göstermek, özdenetim ve kendini geliştirmenin, insanı, sefil düşkünlüklerin güçlerinin yetmeyeceği zevklere götüreceğini ispat etmek istiyordu. Bu, hayattan en iyi şekilde yararlanma meselesiydi. Mutluluk meselesi.
Böylece, yavaş yavaş, kendi hikâyesini anlatmaya başladı:
“Kalbimde tuhaf, vahşice tutkularla doğdum. Nereden geldiklerini bilmiyorum. Bildiğim tek şey, orada, içimdeydiler. Otoriteye karşı geliyordum. Bana emredecek güce sahip biri, ‘Philip, şöyle şöyle yap,’ dediğinde, Philip derhal, onu değil de başka bir şey yapmayı ne kadar çok istediğini fark ediyordu. Sonra…” dedi gülümseyerek. Çocuklardan bazıları, ne diyeceğini sezerek onunla aynı anda gülümsedi. “Philip, söyleneni değil de hep o başka şeyi yapardı.”
“Islahevine gitmedim. Çok güzel bir sebepten. Yaşadığım eyalette o zamanlar ıslahevi yoktu.” Çocuklardan birkaçı tekrar gülümsedi. Bulunduğu yere yakın oturan, etkinliği organize edenlerden birinin gergin gergin öksürdüğü duyuldu. “Çok yaramaz diyeceğiniz biriydim. Kimseyi takmazdım. Küstah ve terbiyesizdim. Çok kötü şeyler yaptım. Çünkü kötü olduklarını biliyordum. Kötü şeyler yapmaktan büyük bir haz duyuyordum.”
Salonda dolaşan tek ses, dinleyicilerin nefes alışverişleriydi. “Diyorum ki” diye devam etti konuşmasına Philip Grayson. “Kötü şeyleri yapmaktan büyük bir tatmin elde ediyordum. Mutlu olduğumu söylemiyorum. Anlık tatminle o şey arasında büyük bir fark vardır. Mutluluk diye adlandırdığımız şey, bütün hislerin en kıymetlisidir. Gerçekten; mutlu olmaktan çok uzaktım. Suratımı asarak, berbat bir halde saatler geçirirdim. Çünkü bütün dünyadan nefret ederdim. Ne düşünürdüm, biliyor musunuz? Benim kalbimde olduğu gibi, kalbinde, benimkilere benzer duyguları taşıyan bir tek kişi yok bu dünyada; öyle düşünürdüm. Birlikte kötü şeyler yapmanın kolay, iyi şeyler yapmanın bir o kadar zor olacağı başka biri yok, derdim. Kimse beni anlamıyor, diye düşünürdüm. Tamamen yalnız olduğumu düşünürdüm.”
“Siz de böyle düşündünüz mü hiç? Hiç kimsenin duygularınızı anlamadığını hissettiniz mi? Sizin tek başına bir tarafta, dünyanın geri kalanının başka bir tarafta olduğunu düşündüğünüz oldu mu? Dünyanın geri kalanının sizi hiç anlamadığını, size hep tepeden baktıklarını fark ettiniz mi? İşte sizinle konuşmak istediğim şey bu. Yalnız değilsiniz. Hepimiz etten kemikten yapılmışız. Hiçbirimiz yanmaz bir zırhla kaplı değiliz. Her birimiz ayrı bir mücadelenin içindeyiz. Bazılarımızın savaşı çok kolay geçiyor, bazılarımızınki zor. Şayet kafanızda, dünyayı bölen bir çizgi var; bir taraf iyi, diğer taraf kötü, diyen bir düşünce geliştirdiyseniz, eh, o zaman bütün söyleyebileceğim şu ki, yanlış bir algıya sahipsiniz.”
“Bir erkek olarak büyüdüm. Kalbimdeki fırtınalara karşı mücadele etmediğim için, içimdeki kötülük giderek gelişip güçlendi. Bir sürü çirkin, vahşice şey yaptım. Hepsinden şimdi yüreğim yanarak utanç duyduğum şeyler. Bir sürü farklı yere gittim, kendimi evimdeki gibi rahat hissettiğim birçok arkadaşımla kaldım. Ben küçükken, içki içmenin ve kumar oynamanın kötü olduğu söylenmişti. Sanırım, içmeye ve kumara başlamamın temel sebebi buydu.”
Bir öksürük daha duyuldu. Bu sefer daha belirgindi. Etkinliği yöneten kişiden geliyordu. Müdür de sıkıntılı bir şekilde, iki büklüm oturuyordu. Çocuk Islahevinin tarihinde şimdiye kadar yapılmış en garip konuşmaydı bu. Çocukların hepsi eğilmiş, kendilerini unutmuş, pür dikkat dinliyorlardı.
“Bir gece, kalabalık bir grup arkadaşımla iskambil oynuyordum. İçlerinden biri, en yakın arkadaşım, beni delirtecek bir şey söyledi. Masada birinin bize gösterip durduğu bir tabanca vardı. Şeytan beni ele geçirdi. Çok da fazla düşünmeden tabancayı kaptım, arkadaşıma doğrultup tetiği çektim.”
Etkinlik yöneticisi dehşete kapılmış gibi bir ses çıkardı. Müdür yarı beline kadar doğruldu. Ancak kimse bir şey söyleyemeden, Philip Grayson, korkuya kapılmış seyircilere bakarak konuşmasına devam etti. “Sanırım neden içeride olmadığımı merak ediyorsunuz. İçki içmiştim, hedefi tutturamadım. Arkadaşlarımlaydım, dolayısıyla konu örtbas edildi.”
Bir kolunu masaya koydu, dışarıdaki kasvetli manzaraya baktı. Konuşmasına devam ederken, sesi eskisi kadar güçlü değildi. “Bu konuyla ilgili konuşmak benim için kolay değildi, çocuklar. Daha önce kimseye anlatmamıştım. Size de sansasyon olsun ya da eğlenelim diye söylemedim.” Sesi içtenlikle yumuşadı. “Size anlattım çünkü bu dünyanın daha iyi ve daha güzel bir yer olabileceğine inanıyorum. Ama tabii böylesi kötü şeyler yaşamış olanlar ellerini başkalarına uzatıp, “Bu yolu biliyorum. Yanlış bir yol burası! Ben daha doğru bir tarafa döndüm. Doğru dürüst bir yola dönmeniz için size de yardım edeceğim!” diye seslenirlerse.
Salondaki üç yüz çift gözün içinde, konuşmacının yüzüne çevrilmemiş tek bir göz yoktu. Çocukların hepsi, yüzlerindeki bütün asık suratlı maskeleri çıkarmış, itiraz ifadelerini yok etmişti. Hepsi kıpırdamadan Philip Grayson’u dinliyordu, mecburiyetten değil-farkında olmaksızın-hasretini çektikleri bütün manevi gıda, aç ve susuz ruhlarının üzerine yağmur gibi döküldüğü için.
“Bazen insanlardan duyarız,” diyerek konuşmasına devam etti Eyalet Valiliğine aday gösterilen Philip Grayson. “Cehennem hayatı yaşadıklarını söylerler. Böyle diyerek, bir insan kalbinin taşıyabileceği en derin acıları yaşadıklarını anlatmak istiyorlarsa şayet, o zaman ben de cehennem hayatı yaşadım diyebilirim. O gece eve döndükten sonra yaşadıklarımı dünyada bilemezsiniz. Kelimelerle anlatılmaz. Kelimelerin yanına yaklaşabileceği türden bir şey değil. Bütün hayatım film şeridi gibi gözümün önünden geçiyordu, hiç de izlenecek bir hayat değildi benimki. Ama nihayetinde, çocuklar, o derin karanlığın ucunda, minicik bir ışık belirdi. Bazı insanların vermeleri gereken hayat mücadelesiyle ilgili biraz iç görü geliştirmeye başladım. Benim içimde de iyilik vardı, görüyorsunuz, yoksa umurumda olmazdı. Değişim o korkunç gece başladı. Kalplerimizin bir yerinde gizlenmiş iyilik kötülükle savaşmalıydı. Böylece-tek başıma çocuklar-kendi hayatımın kontrolünü ele geçirmek için mücadele etmeye başladım. Biliyor musunuz-şu doğru ki-hayatımda ilk kez mutluluğu tattığım an, o savaşa başladığım andı. Bu dünyada, kendi kendinin patronu olmaya başladığını hissetmekten daha iyi bir duygu yok. Hapsedildiğin bir hücrenin kapısını açmak gibi. Ah, tabii ki bir dakikada yapılacak şey değil. Mucizelerden bahsetmiyorum. Bir mücadele bu. Kazanmaya değecek muhteşem bir savaş. Size, ‘İyi olursanız başarırsınız,” demiyorum. Belki de başaramayacaksınız. Kendimiz için şekillendirdiğimiz hayat, başarıyı oldukça zorlaştırıyor. Ama bu durum, iyi olmak için bedel ödememiz gerektiği gerçeğini değiştirmez. Başka şeylerde ne kadar fazla mutluluk olduğunu siz de ben de biliyoruz. Ancak, asıl mutluluk, içinizde olanı geliştirmek için elinizden geleni yaptığınızda hissettiğiniz şeydir. Başarı ya da başarısızlık, sizin üzerinize düşeni yapmış olduğunuz duygusunu-elinizden gelen en iyi mücadeleyi verdiğiniz için duyduğunuz özgüveni- yaratır.”
Philip Grayson, sonra masanın üstüne eğildi, ama çok yorulmuş gibiydi. “Emin değilim, memleketimin insanları söylediklerimle ilgili ne düşünecekler, bilmiyorum. Belki, geçmişte adam öldürmeye kalkışmış birinin vali olmasını istemeyecekler. Ancak…” Doğrudan kalplere işleyen gülümsemesiyle etrafındakilere baktı. “Burada yalnızca ben varım. Karşımda üç yüz kişi olarak siz varsınız. Bunu nasıl bilebilirim ama size, bu öğleden sonra, geçtiğim, sizin de önünüzde uzanan o kötü yolu anlatırken, burada bir düzine valinin doğumuna sebep oldum.”
Teker teker bütün sıraları gözden geçirirken, dinleyiciler üzerinde samimiyetini gösteren bir etki bırakacak son sözlerini düşünüyordu. Konuşmasını şöyle bitirdi: “İşte böyle çocuklar. Buradan ayrıldığınız zaman, gidin, hayata başlayın. Size söyledikleri gibi, dünya kollarını geniş geniş açarak sizi beklemiyorsa, tutunacak bir şey bulamazsanız şayet, kendinize, ‘Faydası yok, uğraşmayacağım’ demeye başladıysanız, vazgeçmeden önce, hatırlayın: Hani bir adam vardı, deyin, hayatı bildiğini söylemişti. Söylediklerinin doğru olduğunun ispatlanması için o adama şans verin. Bu yüzden şimdi bana bakın. Eğer işler yolunda gitmezse, ben size destek çıkarım belki de.” Yerine oturacakmış gibi geriye doğru bir adım attı. Sonra, anlattıklarını hatırlatan, imalı, kahramanca ama kuru bir gülümsemeyle, şöyle dedi: “Valilik binasında değilsem, adımı ve yaşadığım yeri, yönetimin size verdiği broşürde bulabilirsiniz.”
Yerine oturdu. Bir anlığına derin bir sessizlik oldu. Yürekli, candan bir alkış koptu sonra. Bu sefer yöneticiler tarafından başlatılmamıştı ama alkışı durdurmak için ayağa kalkanlar onlar oldu. Alkışlar dindiğinde, ellerin çoğu, uzun zamandır kupkuru kalmış gözlere gitti.
Tören, hızlı bir kapanışla sona erdi. Philip Grayson etkinlik başkanının yanında durduğunu fark etti. “Muhteşemdi,” dedi başkan küçümseyici bir gülümsemeyle. “Ses getirecek, kahramanca bir konuşma. Ama zannederim siz de zaten farkındasınız.” Elini öfkeyle, muhalefetin önde gelen bir gazete muhabirinin oturduğu masaya doğru çevirdi. Muhabir, önündeki kâğıda, “onlara kazanacak kartı gösterdiniz,” diye yazmıştı.
Valilik adayı Philip Grayson, “Umarım öyledir,” diye cevap verdi, dalgın dalgın. Ama muhalefete çalışan muhabire değil, yepyeni umutlar ve tazecik bir anlayışla pırıl pırıl parlayan yüzlere bakıyordu. Tek sıra halinde salondan koridora çıkan çocukları izleyerek orada öylece durdu. Çocuklar salondan çıkmadan önce dönüp ona son bir kez bakıyorlardı. Philip Grayson, başını pencereye çevirdi. Fırtına hıçkıra hıçkıra ağlayarak uzaklaşmıştı. Islahevinin arazisinde otomobil yolu boyunca sıralanmış fidanlar-kırılmamış, zarara uğramamışlardı-uzanmaları gereken yöne doğru başlarını kaldırıyorlardı.
Susan Glaspell
Çeviri: Nurgök Özkale
Comments