Balıklarım öldü. Saksıdaki çiçeklerim kurudu. Bardaktaki dudak izi silindi. Bu evde varlığım dışındaki tek hayat emaresini de az önce duvara yapıştırdım. Beyazdan griye dönmüş duvardaki, kirli kırmızılığa bakıyorum. Bu kirlilik bana mı, sivrisineğe mi yoksa duvara mı ait bilmiyorum.
Küçükken evimizin arka bahçesinde bir elma ağacı vardı. Korktuğum zamanlar (hep korkardım) bahçeye koşar soluğu elma ağacın yanında alırdım. Ağacı da içine alacak şekilde toprağa bir çember çizer sonra da içine geçer oturur ağlardım. Annemin derinden, boğuk, yardım isteyen sesini; babamın gür, küfürlü sesi bastırdığında yere her seferinde daha güçlü tükürürdüm. Varlığımı unutanlara inat toprakla bir olmuş tükürüğümü parmağımla karıştırıp yaptığım çamurla ağacın gövdesine ismimi yazardım. Şimdi sivrisinekten arda kalanlar baş harfimi yazmama bile yetmiyor.
Çocukluğumun çamurlu hatırasından kendimi kurtarıp pek de sağlam olmayan ahşap merdivenlerin gıcırtısı eşliğinde, uzun zamandır uğramadığım çatı katındaki odama doğru çıkıyorum. Odadaki tozlu hava, içeri girer girmez kesik kesik öksürtüyor. Tek göz penceremin ağ tutmuş kolunu çevirince içeriye giren temiz hava ciğerlerimi rahatlatıyor. Bir zamanlar aşina olduğum yüzlere dönüp bir kez daha bakıyorum. İçlerinden biri ile göz göze geldiğim anda bastığım kahkaha odada yankılanıyor. Tam bir hafta boyunca etkisinden kurtulamadığım “Kim bu kadın?” diye merak ettiğim rüyamın başkahramanı, meğerse yüzünü unuttuğum Efsun'muş. Yanına gidip yüz hizasına kadar eğiliyorum. Kısa saçlarımın, kırışmış yüzümün, sönmüş göğüslerimin aksine; dalgalı uzun saçları, pürüzsüz yüzü, dimdik göğüsleri ile bana da yıllara da meydan okuyor. Derin bir nefes çekip Efsun'a doğru üflüyorum. Uçuşan tozların ardından yüzü gözü aydınlanan Efsun'u, tüm güzelliği ile baş başa bırakıp rafa doğru yöneliyorum. Raftan çıkardığım malzemelerle birlikte yoğurt kabına doldurduğum suyu masanın üzerine bırakıyorum. Bir ayağı çukurda olan masamın sallanan ayağını, sabitlemek için duvardaki takvimden bir sayfa koparıyorum. Üzerindeki 2015 yazısı beni şaşırtıyor.
Uzun bir aradan sonra toprakla tekrar buluşan ellerim, yeniden yaratacak olmanın heyecanıyla titriyor. Kurumuş toprağı suyla yumuşattıktan sonra zihnimde bir imaj olmadan kopardığım parçaları kaideye rast gele yapıştırmaya başlıyorum. Yüz hatlarının keskinliği belirginleşmeye başlayınca cinsiyetini seçtiğini de anlıyorum. Kemerli burnunu, belirgin elmacık kemiklerini, iri gözlerini, kalın dudaklarını, geniş alnını tamamlayıp gövdesine geçiyorum. Dik omuz başları, kalın kolları, geniş gövdesiyle karşımda sur duvarı gibi güçlü ve sağlam duruyor. Bu sertliği bir nebze yumuşatmak adına sağ yanağına bir gamze iliştiriyorum. Düz saçlarına verdiğim dalga onu daha çekici kılıyor. Yine de bir şey eksik hissediyordum. Bir süre düşündükten sonra masamda kalan son küçük çamuru, parmak genişliğinde açıp biraz eğim vererek sol kaburgasına ekliyorum. Heybetli bir dağı, engin bir denizi, yıldızlı bir gökyüzünü, uçsuz bucaksız bir çölü izler gibi uzun uzun seyrediyorum. Hiç hissetmediğim bir huzur tüm bedenimi sarıyor, bütün kaslarım yılların yorgunluğunu üzerinden atmış gibi tek tek gevşiyor. Kalp atışlarımı duyabildiğim bu dinginlik, göz kapaklarımı ağırlaştırıyor.
Ne kadar süre uyuduğumu bilmiyorum. Gözlerimi tekrar açtığımda ete, kemiğe bürünmüş vücut, bulmuş haliyle bana bakıyordu. Tepeden tırnağa her bir zerresine dikkat ederek defalarca seyrediyorum. Şaşkınlığım meraka, merakım heyecana bırakıyor kendini. Tatlı bir tebessüm sağ yanağındaki gamzeye yerleşiveriyor. Konuşmak istiyorum ama nasıl hitap edeceğimi kestiremiyorum. Tam o sırada “Adım Adonis,” diyor. Heyecandan titreyen dizlerime aldırmadan ayağa kalkıp yanına gidiyorum. Şah damarının her atışında boynundan buram buram toprak kokusu yayılıyor. Uzanıp kokluyorum. Ellerimi yüzünün iki yanına doğru uzatıp dokunduğum anda parmaklarımın değdiği yerler çorak bir toprak gibi kuruyup dökülüyor. Dehşetle bir adım geri çekiliyorum. Yarısı etten yarısı topraktan olan suratında benimkinin aksine en ufacık bir endişe yok. Ellerimi bir kez daha uzatıp, dudaklarına dokunuyorum. İlk kez duyduğum sesini bir daha duyamayacak olmanın verdiği acı gelip göğsümün orta yerine çakılıyor. Ne yapacağımı bilmeden odanın ortasında bir ileri bir geri dönüp duruyorum. Varlığıyla beni yalnızlığımın dehlizinden çekip çıkarmışken, şu kısacık zamana gelecekle ilgili mutlu hayaller sığdırmışken, şimdi dokundukça dağılan bir bedenle sınandığımı anlıyor, kahroluyorum. Arkama dönüp baktığımda ne dökülen yanakları ne de ağzının orta yerindeki o derin karanlığı gözlerim görmüyor. Bakışlarındaki o sıcaklık, o tutku beni kendine esir etmeye yetiyor. Kararımı veriyorum. Bu çatı katında kendimize ait dünyamızda aramızdaki o bir adımlık mesafeye aldırmadan yaşayıp gideceğiz. Gözlerindeki onay içime su serpiyor. Karnımdan gelen gurultularla acıktığımı fark ediyorum. Bir an aklıma, onun da acıkmış olma ihtimali geliyor. Endişeye kapılıyorum. Ya acıkıyorsa, dağılmış bir ağızla nasıl yemek yerdi? Sorumu bu kez sesli soruyorum. Kafasını iki yana sallayarak verdiği cevap endişemi alıp götürüyor.
Gıcırtılı merdivenimden inip mutfağa geliyorum. Buzdolabındaki parlak kırmızı elmayı, aldığım gibi ısırıyorum. Elmanın damağımda bıraktığı lezzetin tadını çıkarta çıkarta odaya tekrar çıkıyorum. Kapıyı açtığımda Adonis, Efsun’un uzun dalgalı saçlarına dokunuyor, dokundukça saçının her bir teli buğday başağı rengini alıp canlanıyor. Üstelik bunu yaparken Adonis’in elleri toprağa dönüşmüyor aynı şekilde duruyor. Adonis’in dokundukça hayat verdiği Efsun’un güzelliği karşında deliye dönüyorum. Kıskançlık, öfke zehirli bir yılan gibi tüm bedenimi sarınca elimdeki elmayı Efsun’a doğru fırlatıp Efsun’u tuzla buz ediyorum. Dağılmış parçalarını ayağımın kenarıyla itip Adonis’in karşısına geçiyorum. Bana ait olanı yitirme korkusu mantığımı ele geçiriyor. Dokunmanın karşı konulmaz dürtüsüne yenik düşüp Adonis’in dağılan eline aldırmadan onu odadaki tozlu yatağın içine doğru çekiyorum. Karşı koymayıp mutlak sonuna tereddüt etmeden geliyor. Dudaklarımın değdiği, kollarımın sardığı her bir yeri toprağa dönüşüyor. Yatakta boylu boyunca uzanan toprak yığınını bakınca cennetimden kovulduğumu anlıyorum. Boğazımdaki yumru yutkunmamı engelliyor, burnumun direğini sızlatıyor. Dolan gözlerimden yaşlar akmaya başlamadan hemen dağılmış topraktan bir çember yapıp içine geçiyorum. Bir kez daha yalnızlığımın merkezinde gözyaşları ve tükürüğümle baş başa kalıyorum.
Tülay Demirbilek
Comments