Şu an yine o küfür kokulu odalarda olsam, nefret dolu çanaklarda çorbamı yudumlasam yanımda yine sen olsan. Nasıl özledim bir bilsen. Seni bir an uzaktan görmek için her gece dualarla uyumak, asla karşılaşmamak için yine ellerini semaya açıp güne başlamak öyle acı ki…
Solmaz’ın esmer tenine ışıklar vururdu zeytin yapraklarının arasından. Gece karası saçları hep lavanta kokardı. Bir ben bilirdim o saçların örgüsüz nasıl göründüğünü. Gün nihayet bitince yer döşeğinde iki yana sarkıttığı beliklerini açarken bana hikâyeler anlatırdı. Bizim koyunların yünleri kadar yumuşaktı teni, derenin suyu gibi huzur verirdi sesi. O usul usul anlatırken ben rüyalara dalardım. Ailemizin en güzeliydi. En güleci, en kabul edeni, en iyi yüreklisiydi. Amca kızımdı o benim, anne yarımdı, ablamdı, tek arkadaşımdı. Onun sayesinde hep sıcağa uyanır, uykuya güvenle kapardık gözlerimizi. Sabahın ayazında onun üzerine çiy yağarken hiç gocunmadan kömürün küllerini karşı arsaya döker, yenisini hazırlardı da iliklerine kadar tamamı ile o soba karşısında ısındığı hiç olmazdı. Her şeye rağmen neşeliydi. Komiklikler yapardı, bunu da bir ben bilirdim. İneğin memelerinden süt sağarken bana şaşı gözle bakar, dilini yana çıkarır, sonra o memelerden yüzüme süt fışkırtırdı. O hallerini görmeliydin Azra. Abartarak anlatmıyorum inan. Bir elinde süpürge, bir elinde kürek toz kalkmasın diye ıslatarak süpürdüğü çiçeklerle süslediği avluda o kaçar ben kovalardım. Nenem, “Azdın mı kız ne koşup duruyon, el alem görecek,” deyip saçlarından köklerken bile şaşı beş bakardı bana. Ben o haline üzülmeyeyim diye yapardı, bunu ona hiç söylemedim ama bunu da bilirdim. Anasızlığımı unutturdu, yetimliğime kucak açtığı yetmezmiş gibi bir de öksüzlüğümü sarar, kırk kilitli sandıklar içinde saklardı. Babası yaşayan öksüzlerdendim ben. Aramızda az bir yaş farkı olmasına rağmen o, hem yetim, hem öksüz, hem de kimsesizdi.
Her şeyi bırakıp gitmeye mecburdum. Yaptığım cesaret gerektirecek bir şey değil inan bana. Cesur olmayı çok sonra öğrendim ben. Ve yine çok sonra öğrendim ki; insan her nereye giderse gitsin kendini de anılarını da beraberinde götürüyormuş. Yaşadıklarını, kavuşamadıklarını, nefret ettiklerini, özlediklerini de peşinden sürüklüyormuş. Ve her nereye giderse gitsin bunların üzerine yenileri eklenirken o kötü insanlar da hiç tükenmeden çoğalıyormuş. Hayat çok ağırmış be Yiğit, insan taşıyamıyormuş.
O vurdum duymazlığa, güven, huzur dolu, ablamın yanı başımda olduğu anlara öyle hasretim ki... Biz ikimiz yan yana olunca her şeyi, herkesi unuturduk. Biz ikimiz çok ama çok mutluyduk. Bir tek babam yanına çağırdığında hüzün akardı gözlerinden, ona banyo suyu koymaya gittiğinde, sabunu, sabunluğu hazırladığı vakitlerde sözlerini hiçbir zaman anlamadığım bir ağıt yakardı dili. Sonra susar, uzunca bir süre gözlerini kaçırır, hiç konuşmazdı. Beni bir tek o banyo saatlerinde yalnız başıma bırakırdı. Soramazdım. Babamı yıkarken ölen amcam geliyordur aklına, babasını özlüyordur diye düşünürken, o üzülüyor diye bende karalar bağlar onun gözyaşı dinene kadar ağlardım. O susar, ben ondan daha çok susardım.
Yine ayakkabıların toz içinde koşarak gelsen, heyecanla açsan avlunun çan sesli tahta kapısını. Ben o kapıdan dönmeyecek üzere çıkmış olmasam. Yıllar evvelki gibi çan sesi durmasa, o çalsa sen beni sarmak için kucağıma zıpladığında düşsek yere, siyah önlüğün toza bulansa. Yakanın düğmesi açık, dökülen dişlerinin arasından tükürüklerini saçarak gülsen bana, senin bu haline ben daha çok gülsem. İçten, gerçekten, sahiden gülmeyi nasıl özledim Yiğit’im bir bilsen.
Yeşil yaprakların arasından topladığı zeytinleri, çürümüş tahta merdivenin basamaklarından elimdeki sepete atardı. O düşmeden bunu yapabilmesi için ince dallardan medet umarken, zeytinler benim sayemde toprağa düşmüyor diye gurur duyardım. Bazen sepeti hafif yana kaydırır ıskaaa diye bağırırdım da, “A deli oğlan güldürme beni öptürecen şimdi yeri,” derken o güzel elmacıklarını al basardı. Özenle kışa hazırladığı zeytinler olmadan sabah sofralarına bağdaş kurmazdım. Çekirdeklerini eski bir leğenin içine koyar, tüm bahçeye ekip her yeri zeytin ağaçları ile donatacağımı daha çok zeytin toplama oyunu oynayacağımızı hayal ederdim. Artık tek yemediğim şeyin bu olduğunu şimdi nereden bilecek. O terk edip gittikten sonra leğeni avluya savurduğumu, yine de kıyamayıp ikimiz için iki çekirdeği yıllarca sakladığımı nereden bilecek. Olsun. Varsın bilmesin. Eski günlerdeki gibi yine bir ben bileyim. O yanımda olmadıktan sonra ne fark eder ki? Ah bir de nerede olduğunu, öldü mü, sağ mı bir bilebilsem? Onu öyle çok merak ediyorum ki.
Her pazarlık yapışımda sarıkızın sessiz gidişi ve senin sözlerin gelir aklıma. “Sevdiklerimiz mal değil satılmaz” demiştin. O kara gözlerinle mahzun bakarken, göz yaşların ile kirli yanaklarında ince yollar çizmiştin. Sarıkız bir kere satıldı be Yiğit’im ama ben, ben… Artık farklıyım, başka gözle bakılan, adından başka bahsedilen, toplumda yeri olmayan biriyim. Bir sarıkız kadar bile yok değerim.
Lavanta bahçesi göğüslerinden sarkan örgülü saçlarını ardına atarak, gözlerinin rengindeki gök mavisi leğende var gücüyle hamurlar yoğururdu. Saçlarının kokusunun her zaman dibinde diye kıskandığım yemeninin ucu ile alnındaki boncuk terlerini silerdi. Bahçede ki taş ocağa çalı çırpı atıp da ekmek pişirmeye başladığı zaman kedimiz Tekir gibi dolanmaya başlardım etrafında. Avluyu mis gibi ekşi ekmek kokusu sarardı. Dumanı üstünde ilk lokmayı üfleyerek ağzıma atarken onun nefesini yuttuğumu sanır, seni de yedim Solmaz abla, diye kıkırdardım. Nenem, “A akılsız kız, a gavurun dölü, pişen aştan ilk evin erine ayrılır, yoksa bet bereket kaçar gider ocaktan demedim mi sana kaç kere,” diye söylenirken elinde tas, şiş, maşa, o an ne varsa onunla vururdu da ablam yine de bu huyundan caymazdı. O ilk lokmanın hakkı hep banaydı.
Hiç aklıma gelmezdi seni bir gün nenenin eline, babanın sarhoş diline bırakıp da gideceğim. Böyle bir şeyi hiçbir zaman hayal etmedim, inan bana böyle olsun hiç istemedim. Ama oldu işte, evden kaçtım, dönüşü olmayan bir yola saptım. Mecburiyet nedir bilir misin Yiğit’im? Ya da boş ver bilme. Bilmeni istemem. Sormadım say. Ama şunu bil ki, insan asla yapmam dedikleri ile sınanıyor. Onsuz yaşayamam dediklerini ardına bakmadan bırakıp gidebiliyor ve yaşamaya bir şekilde devam ediyor. Deneniyor, can çekişiliyor ama sanıldığı gibi öyle hemen ölünmüyor.
Babamın içip de sızdığı akşamlar bayramımız olurdu. Yer döşeğini tarasa serer masallarını gecenin altında anlatırdı bana.
“Solmaz abla sana bir şey sorcam.”
“Sor benim kara kuzum, sor dinliyom.”
“Hani geçen gece böyle yukardan aşağıya yıldız kaydıydı ya, insan ölürmüş o her olduğunda, nenem öyle dediydi. Senin annenle baban, benim annem de öyle kaydı mı yani?”
“Yok kara kuzum bence o yıldızların her biri bu dünyaya gelecek olan bebeler. Ne zaman bir bebe doğsa o yıldız kayar aşağıya. Yıldız parlaktır, güzeldir, umuttur. Senin gibidir yani. Hem hani biz ölüm lafını koymayacaktık ağzımıza.”
“Ben de bir yıldız mıyım yani?”
“He ya, sen bizim avlumuza düşen en güzel, en parlak yıldızsın hem de yiğit olanından.”
Gökyüzünde yıldız kaydığı zaman dua et. Doğru eve düşsün o bebeler. Sahip çıkılan, sevgi ve merhamet dolu bir eve doğmaları için dua et. Hiçbir çocuğun ötekileşmemesi ve öyle büyümemesi için dua et. Çünkü sonrası çok zor. Bak bana! Ölmek isteyip becerememek, bir fahişe damgası ile yaşamaya çalışmak, o yolun yolcusu dedikleri yollarda itile kakıla yürümeye devam etmek ya da edememek… Onlar gibi olmayı denemek ama kendinin görmediği, göremediği ve herkesin hem de herkesin gördüğü, bildiği, hemen tanıdığı o isim ile yaşamak… Bedenimden çoktan vazgeçtim de ruhumu her gece başka bir odanın tavanında asılı bırakmak öyle zor ki.
Ablam da benimle okula gelsin, sıralarda abeceyi öğrensin diye ağlardım her gün. Kız kısmı okumaz deyip eline ya bir süpürge verirlerdi ya da bir kalıp sabun. Çoğu zaman okuldan döndüğümde onu avlunun ortasında bağdaş kurmuş halde sabun rendelerken bulurdum. Avlunun ortasına odunları, çıraları yan ve dik koyar, üzerine kazanı oturturdu. Bunca işi tek başına nasıl yaptığına şaşar sihirli değneği var diye geçirirdim aklımdan. Su dolu kazanı kaldıramazdı da boş kazana kovalar dolusu su taşırdı. “Aval, aval bakma sen de kap bir tasta su katıver kazanın içine deli oğlan,” der, beni gıdıklamak için yine ardımı peşlerdi. Saçlarımı karıştırarak severdi o, ah ne güzel de severdi. “Benim okula gelmem için ağlayacağına, abeceyi iyi öğren de abana öğret, sen de benim öğretmenim ol,” demişti o gün. Ne zaman yeşil sabun kokusu alsam öğretemediğim o harfler boğazıma takılır şimdi.
Ben şimdi gökyüzüne yıldız yağdığı gecelerde kımıldamadan altında dururum öylece. Onların her biri bana bir türlü öğretemediğin harfler olur. Her birinin üzerime yağdığını hisseder, yudum yudum içerim onları. Alırım kâğıt kalemi elime, kafam iyi değilse yazarım sana. Bir gün olurda eline geçerse belki sevinirsin diye yazarım. Kendimi aklamak için değil, ablanın abeceyi öğrendiğini bil diye yazarım. Her yumuşak g harfini yazdığımda, hüzünlerim bir sis bulutu gibi yavaş yavaş dağılır üzerimden. Gülümserim. Sesin çınlar kulaklarımda, kıkırdarım. Bir başka gülerim böyle anlarda. Biraz keşke, biraz hasret, biraz isyan, bir tutam da haykırış eklerim en sonuna. Önümdeki kâğıda dökülür kurumak bilmeyen gözyaşım. Harflerin üzerine yağmur gibi yağdıkça önce silikleşir sonra yayılır satırlara, yok olmaya yüz tutar her ne yazıldıysa, tıpkı benim gibi, tıpkı bizim gibi.
En çok da onun o huzur mavisi gözlerini kocaman açıp masumca sorduğu soruları özlüyorum be Azra. Bir keresinde yine ona harf öğretirken hiç aklıma gelmeyen, okulda da duymadığım hatta yanıtını bilemediğim bir soru ile şaşırmıştı beni. O benim sihirli değneği olan öğrencim, ben de onun biricik Yiğit öğretmeniyim ya, ciddi ciddi ders çalışıyoruz yani.
“A benim kara oğlum her şey tamamda bu G’ye neden yumuşak diyoruz onu anlayamadım ki ben.”
“Öğretmen öyle dedi abla, bu şapkalı olanmış, noktalı harf yani, öyle bilmemiz gerekiyor işte.”
“E bu şapkadan, amaaan noktadan neyse işte U’da, O’da, C’de de var, onlar niye yumuşak olmuyor ki? Misal Ü diyon yumuşak U demiyon ki.”
“Aman be abla durdun durdun neyi sordun. Ben nereden bileyim o niye yumuşak bu niye değil. Öğrenirken bu benim aklıma hiç gelmediydi ya. Yarın öğretmenime soram da sıraların arasında gezerken aferin Yiğit, güzel soru desin he mi? Cevabı da derim sana, bir bazlama yaparsan ama.”
Onunda aklına geliyor mudur bunlar? Çoktan unutmuş mudur yoksa?
O yıldızların hiçbiri senin gibi parlamıyor biliyor musun? Ah keşke bunları sana anlatmamın bir yolu olsa. Beni yadırgamadan dinlemenin, yargılamadan anlamanın bir yolu olsa. Öğrendim. O yarım yamalak abeceni tamamladım Yiğit’im. Daha başka işler de becerdim. Toprak yolda çarıklarla bile doğru düzgün yürüyemezken Arnavut kaldırımlarını topuk sesleri ile inlettim. Onlarla aynasızlardan bile kaçabildim. Bir zamanlar geceleri terasa gizli çıkarken, zifiri karanlıkta adımlarım yankılandı sokaklarda. O çok sevdiğin tenimin kokusu her gece bir çarşafa bulandı. O kokudan da eser yok ya neyse. Bir zamanlar nasıl koktuğumu ben bile unuttum. Sahi hatırlar mısın sen hala? Bilsen kaç yabancı başın o koyuna yaslandığını, yine de abam der sarar mısın beni eskisi gibi? Yoksa sen de bu yolların yolcusuyum diye tükürür müsün yüzüme? Yine anılar, yine cevapsız sorular, yine aydınlanamayan karanlıklar…
Zaman geçtikçe gözlerinin içi daha az güler, köşe bucak kaçar, tarlada çalışmak evde olmamak için yalvarır oldu. Gün be gün güçten düştü, yatak döşekle bir oldu, bedeni de dayaklarla işlere sürüldü. Yıldızım gün be gün sönüyordu da babam mahsus yaptığını söylüyordu. Bir gün tamamen yok oldu. Bildiğin yokluk işte, ne evde ne başka yerde yoktu, yer yarılmıştı da içine girmişti sanki. Nenem, “Rezil etti bizi el aleme, gavurun dölü derdim de inanmazdınız bana, a komşulaaar koynumuzda yılan beslemişiz, o kancığı bulduğunuz yerde atın dereye,” diye feryat figan bağırdı günlerce. Babam hiç ummadığım kadar sakin, “Artık aramayın onu, gerek yok,” dedi jandarmaya. Ben ise tüm köyü ev ev, kümes kümes, ahır ahır aramak, her taşın altına bakmak, ondan bir iz bulmak için can atıyor, her fırsatı değerlendiriyordum. Bazen okuldan kaçıyor, lavanta kokusu duymak için dere boyunda geziniyordum. Bırakmazdı o beni, yapmazdı öyle bir şey. Dönmeliydi, gelmeliydi, benim ne halde olduğumu bilmeliydi. Ne o benden ne de ben ondan vazgeçebilirdim. Öyle bilirdim. Ama o vazgeçti. Gelmedi. Bir haberi bile uçmadı bizim oralara. Çiçekler soldu, avlu toza dumana büründü, eşikten duvara her yer örümcek ağı ile doldu, ineklerin memeleri şişti, bir daha o taş ocakta ekmek pişmedi, yine de gelmedi. Yılmadım, günlerce, gecelerce neden beni bırakıp gittiğini sordum dağa, taşa, Tekir’ e, kuyuda ki suya. Bulamadım. Gelse benim de bir çift lafım vardı ona söyleyecek. Artık ona ben de çok kızıyor, neden gittiği sorusuna bir türlü yanıt bulamıyordum. Nenem, “Git de babanın ardını kesele,” dediği gün anladım sebebini.
Yorgunum hem de çok, bugün dünden daha çok, yarın bugünden daha da yorgun olacağım biliyorum. Bu şatafatın, cümbüşün içinde nasıl sefilim bir bilsen… Herkes kendi seçimini yaşarmış, öyle diyorlar. Bu hayatı kolay yoldan para kazanmak için seçtiğimizi düşünüyorlar. Yargılar, toplum baskısı bizim gibileri daha da farklılaştırıyor. Hayatı bu şekilde yaşamak zorunda kalmamıza sebep kim peki? Biz mi? Yo hayır, böyle yaşamamıza sebep kendimiz hariç herkes. Bunu tüm dünyaya haykırmayı öyle çok istiyorum ki. İnsanlar… Ah o çok iyi olan insanlar her şeyi görüyor, biliyorlar da merhametten yoksun olduğumuzu, bu kaldırımları, bu leş sokakları neden mesken tuttuğumuzu bilemiyorlar. Sormuyorlar. Merak etmiyorlar çünkü yanıtları var. Ardımdan kötü anılan bir kadınım artık ben. Bir ömür sadece seninle o köhne evde olmak için neleri vermezdim ki? Yuva yıkan, hastalık saçan, namuslu geçinenlerin namussuzlaştırdığı bir hayat kadınıyım. Evet doğru okudun, hayatın kadını, o da ne demekse? Bak gördün mü, bu bildikleri de uydurma, çünkü hayatsız bir kadınım ben. Hayatı, yaşama hakkı olmayan bir kadın.
Hiç unutmuyorum, sınıfta öğretmen, “Hadi bu sefer de siz sorun ben cevaplayayım,” demişti de parmağımı hızla kaldırıp, “Kerhane nerededir öğretmenim,” diye sormuştum. “Ablam ordaymış da onu bulmam lazım” Yanıt vermediği gibi beni dışarı çıkartıp bir sürü soru sormuştu. Hani o sormayacaktı, biz soracaktık da o cevaplayacaktı. Öğretmenime de o günden sonra hiç inanmadım. Ertesi gün eve konuşmaya geldiğinde ben arka kapıdan çoktan kaçmıştım. Kararlıydım. Bulacaktım. Kerhaneyi de ablamı da eninde sonunda bulacaktım. Affedecektim onu, sebebini biliyorum diyecektim, beni bırakıp gittin diye kızmıyorum sana, beni de al yanına. Sen suçsuzsun. Artık biliyorum. Ben de yıkadım babamı, ben de suçsuzum. Gece karası saçlarını koklayarak uyuyacaktım koynunda, bizi kimse üzemeyecekti artık. Biz bir yıldızdık hep parlayacaktık.
Bazen hiçbir şey umurumda olmuyor biliyor musun? Bana para veren ellerin benden daha kirli olduğunu görebiliyorum. İçime bir ferahlık çöküyor, az kısa bir zaman da olsa insan gibi nefes alabiliyorum o anlarda. Beni bu batağa itenler benden daha temiz değil biliyorum. Dışlasalar da bu hayat çemberindeyim işte, içerdeyim. Kınayarak adımızı ağzına alan adamların kirli gömleğinde, bana orospu diyen dilinin iç çeken sinesindeyim. Şehvet, işkence, menfaat dolu yataklara bizi işçi yapanların, sırtımızdan bin bir küfür ederek döverek para kazananların kursağındayım. Bu kadar kötüysek, insanlık dışıysak onların bizimle ne işi var? Kafam güzel, bakma ne söylediğime. Dolduralım bir tek daha. Bu gece kadehim şerefe değil tüm şerefsizlere.
Şimdi en çok güldüğü kelime ile anıldığımı bilse ne yapardı acaba? Güler miydi yine? Bir harfin yumuşamasını bile ona izah edemezken halimi anlatabilir miydim? Anlar mıydı? Yoksa o da diğerleri gibi tiksinerek mi bakardı? Tanrı bile duymazken sesimi, yine o lavanta kokulu bağrına basar mıydı? Beni kim üzüyorsa günlerini göstereceğini, dünyayı onlara dar edeceğini, daha onun ölmediğini saçlarımı okşayarak söyler miydi bana? Ah Azra ah… Ciğerim yanıyor. Her geçen gün yangınım daha da artıyor. Bu lanet hiç sönmeyecek mi? Ah benim Solmaz ablam, ah benim güzel ablam… Onun gibi koca bir yüreğe sahip olamadım ama aynadaki aksime her baktığımda gördüğüm bir tek o. Ne çok benzemişim ona. Uzun siyah saçlarım, mavi lenslerimle farkında olmadan bir Solmaz oluvermişim. Yiğit’i bir yıldız yapıvermişim. En çok sevdiğimi bu kirli bedene nasıl yakıştırmaya cüret edebilmişim? Herkes haklı, pisliğin tekiyim. Allah belamı versin.
Esmer bir adam yanıma yaklaştığında ona hep şüphe ile bakıyorum. Az biraz benzettiğim kişiye patronun kızacağını bilsem de yol veriyorum. Seninle o günah çukurunda karşı karşıya olmak en büyük korkum. Görsem kafa kağıtsız seni tanır mıyım ki? Tanırım değil mi? Tanırım elbette. Ya sen, peki sen tanıyabilir misin beni? Hiç sanmam, ben bile artık kendimi tanıyamıyorum ki. Kalbinde hiç durmayan bir ağrı ile yaşamak çok zor. Kora dönmüş bir öfkeyi bir yere koyup kaçamamak. Kendin bile şu koca dünyaya sığamamışken acınla, yaşanmışlıklarınla olduğun yere, işte tam şuraya bile sığamamak çok zor. Yersiz, yurtsuz olmak çok zor. Her türlü rolü becerip bir türlü kadın olamamak, insan olamamak çok zor. En çok da hayal kırıklığı zor geliyor, her gün bir hayale uyuyup hüsranı ile uyanmak daha da yoruyor. Öldüğümü hayal edip sızarken bu gece son olsun artık dönmeyeyim bu dünyaya diyor, sabah yaşadığım için kahrediyorum. Yine bu dünyanın hayatsız kadını olarak uyandığım için lanetler okuyorum. Görülmüyor, duyulmuyorum. Tanrı yok, hiç olmamış artık biliyorum.
Üzerinden kaç yıl geçti… Ne pembe ne mor odalarda denk geldim ona ne de içki masalarında, ümidim çoktan terk etmişti beni. Ben çoktan söndüm, kabullendim, onu kalbimin en güzel yerine gömdüm. Hangi gün olduğunu hatırlamadığım geçen gecelerden birinde, Kadıköy-Rıhtım Meydanı’nın köşesinde gelen geçen arabaları keserken, bir kadın ağzına pembe şekerlerden atıp yanıma yanaştı. “Çek arabanı buradan, yavşakların durağı değil burası,” dedi. Tam ağzının payını verecekken tanıdım onu. Yıllardır aradığımdı, karşımdaydı. Solmaz’ımdı, ablamdı. Ama saçları kömür karası değildi artık, kümeslere girsinler diye kovaladığımız civcivlerin rengini almıştı. İki beliği de yoktu, kısacıktı. Çiçekli şalvarı yerine bir karış eteği ile karşımda duruyordu. Gözlerinin feri gitmiş, umudun kırıntısı yok, çirkefçe bakıyordu yüzüme. Beni bu halimle tanımamıştı. Tam ona iki adım atmıştım ki elinde çakısı, “Yanaşma lan ibne yaylan! Hayde!” diye haykırdı. “Burada sana ekmek yok, zaten biz karnımızı zor doyuruyoruz!” Tükürükleri yüzüme düşerken nefesinde kokan ekmeğin lokmaları tıkadı boğazımı. Cebimdeki iki zeytin çekirdeğini ayakkabılarının üzerine fırlatıp kaçarcasına koştum yanından.
Bana öyle bakma, başka ne yapabilirdim ki? Hayatı kararan hiç parlamayan iki yıldızdık biz. Ne onun Solmaz olmasına izin verdiler ne de benim Yiğit… İki yıldız… Sönük… Yitik… Bitik… İşte çok merak ettiğin hikâye bu. Ne o Solmaz olabildi ne de ben Yiğit…
Tülay Oğuzveren
Kaleminize sağlık Tülay hanım, çok akıcı, kurgu muhteşem, başarılar diliyorum
Vakit ayırıp okuduğunuz için çok teşekkür ederim. Yorumlarınız çok kıymetli. Sevgiler
Çok duygulanarak okudum. Kelimelerin zenginliği, akıcı bir dil ile kurgulanmasını çok beğendim. Hüzün dolu bir öykü...
Kaleminiz daim olsun Tülay Hanım. Yüreğinize sağlık...
tülay hanım çok etkilendim yolunuz hep açık olsun başarılarınız sonsuz 😘