Yüzyıllardır aynı hatalardan aynı dersleri alttan alan bir insanlık var yeryüzünde. Bir sarmal halinde ilerlerken yeninin bile tekrara düştüğü çarklar mevcut. Durmadan takılıp aynıların karşıt gibi çatıştığı bu düzende, küçük bir noktadır yazarımızın size anlatacağı kasabanın öyküsü. Belki yüzlerce kez okumuş deneyimlemişsinizdir yazarımızın anlatacağı bu küçük kasabanın küçük örgüsünü. Ancak âdemden beri hataların bile aynı olduğu bir evrende, küçücük bir anlatımın benzerliği okumanıza engel değildir. Yazarımızın hayal gücü ve çalışma şartlarından dolayı yapılan çarpıklıkları görmezlikten gelmek yerine düzeltmeniz önemle rica olunur. Ama tüm bunlardan önce yazarımızın yükünü hafifletmek için size anlatımı az da olsa anlatma gereksinimi duyuyorum sağır kulaklarımla.
Kıymetli okur, bu olay Çapakçur adında küçük bir kasabada geçmektedir. Kasabanın kendi gibi küçük camisinde yıllardır halk tarafından seçilen ve görevi babadan oğula geçen bir imamı mevcuttur. Bu imam varlığını herhangi bir resmiyete değil halkın dini mevcudiyetine borçludur. Bu hocamız, yalnız ibadetin pratiğiyle sınırlı kalmıyor kasabanın bazı yerel davalarına da bakıyor. Devletin parasına inanmayan bir halk, elbette adaletine de inanmaz. Onun içindir ki halk sorunların şerrini şeri hukukla çözmeye çalışmaktadır. Caminin imamı Abdullah Hoca, Recep Efendi ve Hacı Kasım’ın arasındaki arazi davasına baktıktan sonra kasabanın sakinliğine yakışmayan olaylar baş gösteriyor. Ta cumhuriyetin ilk yıllarından beri devlete küsen camiye, bu davaya kadar resmî kurumların herhangi bir temsilcisi gelmezken önce devlet, imamı ataması yaptı. Bu atamadan üç hafta sonra da malum olay sebebiyle camiyi polis bastı.
Yazarımıza bu kadar yardım yeterli diye düşünüyorum. Çünkü biraz daha uzatırsam yazarın kendisi ben olurum. Onun için sizleri yazarımızla baş başa bırakıyorum.
Abdullah Hoca:
Kıymetli okurumuz, ben Abdullah Hoca olarak hizmet etmekteyim yazarımıza. Bu öyküde bahsi geçen caminin, resmi olarak meşruiyetini ilan edemeyen imamıyım. Öncelikle bana söz hakkı verilmesinden dolayı memnuniyetimi dile getirmek isterim. Efendim ben, bu camide otuz yıl imamlık hizmetinde bulundum. Kasabanın çoğu çocuğuna kuranı ben öğrettim. Çoğu kişinin vefat eden yakınlarını ben yıkadım. Ölü yıkamak nasıl bir şeydir bilir misiniz? Soluk alırken soluksuz bir ağıza su vermek… Tam otuz yıl hiçbir karşılık beklemeden ilim ve irfanımı bu cemaatin ümranı için harcadım. Peki, bu otuz yılın sonunda ne oldu?
Allah’a şükür civanmert iki oğlum var biri benim yolumdan gidip ilim yaymak için öğretmen, diğeri de bankada memur oldu. Yani benim herhangi bir sıkıntım olmaz bu yaştan sonra. Ancak bu yaşananlar haşa Allah’ın bile zoruna gitti ki tüm bunlar geldi başımıza.
Efendim, benden önce bu caminin imamı babamdı. Beni beşikten ulemaya taşıyan da kendisiydi. Bana adab-ı muaşeretten tutun dini eşrafa kadar her şeyi öğretti. Ancak bugün anlıyorum ki öğretmediği bir şey varmış. O da cemaat ahalisinin nankörlüğü.
Biz cemaat ahalisi büyük bir ailenin küçük fertleriyiz. Nerde görülmüş dalın rahatlığı ağacın huzurundan daha ehemmiyetlidir. Dalı olmayan bin türlü ağaç vardır. Ancak ağacı olmayan dal, artık sadece çırpıdır. Sözü uzatıp değerli yazarımızın öyküsünü boş boğazlıkla doldurmadan konuya gireyim.
Her şey Recep Efendi’nin şeriata taşıdığı arazi davasının Hacı Kasım lehine çözülmesiyle başladı. Aslında böyle olacağını biliyordum. Babam bana söz söyleyen ağızdan çok sözü söyleten akıl ol dediğini maalesef ki biraz geç hatırladım. Arazi davasından bana karşı fısıltılarla homurdanan Recep Efendi’nin beni devletin kurumu olan müftülüğe şikâyet ettiğinden adım gibi eminim. Ama Allah’ın sopası yok, inanmadıkları devlete beni şikâyet edenler şimdi aynı devletin imamı ardında kılıyorlar namazlarını. Cemaatin bu duruma daha fazla dayanacağını sanmıyorum. Çünkü bu halk inanmanın ötesinde bilmek ve tanımak ister, dini bir alışkanlıkla yaşayan bu güruh bakalım nasıl alışacak yenisine.
İlk haftalar hocam sen önümüzde kıl sözlerini kesin bir dille reddettim. Ağrıma gidiyor, ömrümü harcadığım ve maddi hiçbir karşılık almadığım camide bu duruma düşmek. Ama dedim ya Allah’ın sopası yok. Siz beni şikâyet edip camiye devletin maaşlı imamını sokarsanız camiye dolan çoluk çocuk da mübarek kuranı kendi pis emellerine alet ederek polisin camiyi basmasına sebebiyet verecektir. Olsun beni ilgilendirmez ne de olsa artık imam ben değilim. Ama o zayıf çocuğu kuranı karıştırırken görmüştüm. Başka da bir şey görmedim. O yüzden ilkin o bana suçlu göründü. Başka da kim olabilir ki seksen yaşındaki Halim amca yapacak değil ya.
Yeni gelen imam, Salih Hoca, medrese talebesi dediği bir çocuğu cemaatin arasına sıkıştırdı. Allah var sessiz sakin birine benziyor. Ancak bu çocuğun gelişinden birkaç gün sonra onun yanında da zayıf bir çocuk gelmeye başladı. Yanlış bilmiyorsam bu da medreseden birisiydi. Nerden bilelim daha dünkü çocukların bizi ayakta uyuttuğunu. Hatta bir keresinde kulak misafiri de oldum Allah’ın varlığı hakkında konuşuyorlardı. Allah’ın evinde Allah’ın varlığı tartışılır mı hiç? Ama dedim ya Allah’ın sopası yok. Sen beni şikâyet edersen böyle olur işte. Önce genç imamımızın yalanı ortaya çıksın sonrasında zayıf çocuğun karıştırdığı kuranın arasında malum şey çıksın. Bu sessiz caminin böyle iğrenç bir çığırtkanlıkla çalkalandığına hâlâ inanmıyorum. Ama Allah’ın sopası yok işte.
Recep Efendi:
Evladım ben altmış yaşındayım. Ömrümün tamamını bu küçük kasabanın tanıdık simaları arasında geçirdim. Bulunduğum yerin sıcaklığından, bildiğim insanların güveninden gayrı denk gelmemeye çalıştım diğer insanlara. Özellikle yaşamımın bu son yıllarında Allah’a daha da yakın olmak için vaktimin çoğunu camide geçiriyordum. Ancak bana karşı kullanılan ithamlar, cemaatin içine giremez hale soktu beni. Neymiş toprak meselesinden dolayı şikâyet etmişim de o yüzden bunlar gelmiş başımıza. Daha neler.
Efendim öncelikle size şunu belirteyim ki ben hiç kimseyi şikâyet etmedim, etmem de. Bizler yıllarca birbirimizi tanımış insanlarız. İyisiyle kötüsüyle hoşbeş etmişiz birbirimizi. Her şeyden evvel Allah’ın evinde misafir olmuş beşerleriz. Evet, birbirimize sinirlenip darıla biliriz ama şikâyet asla.
Bakın benim rahmetli babam, Abdullah Hoca’nın rahmetli babasına çok saygı duyardı. Bizlere verdiği nasihatin ilki ona tabi olup onun gösterdiği yolda ilerlemekti. Bizler büyük bir aileyiz derdi, bu ailenin de bir babası olmak zorundadır hep. Yeri gelince bizi sevip bağrına basan yeri gelince kulağımızı çekip bizi susturan. Ben babamın bu sözlerini ömrü hayatımda hiçbir zaman unutmadım, unutmam da. Ancak görüyorum ki Abdullah Hoca benim hakkımda kesin hüküm vermiş gibi görünüyor. Mademki fikirlerini sürçü lisanı hesap etmeden savuruyor, ben de babamın sözünü çiğnemek pahasına konuşacağım bugün.
Öncelikle arazi meselesinden başlıyayım ki yazarımızın öyküsü anlaşılır olsun. Efendim bizim ta dededen kalma ceviz ağaçlarımızın bulunduğu küçük bir arazimiz vardı. Babamın vefatından iki yıl sonra Hacı Kasım babamın bu araziyi belli bir miktar para karşılığında ona sattığını söyleyip arazinin artık onun olduğunu dile getirdi. İki aile arasındaki tartışmalar sonuç vermeyince biz de Abdullah Hoca’ya başvurduk. Verilen karar Hacı Kasım’ın lehine çıktı, kararın haksızlığına hiçbir şey söylemeyip sessizce kabullendim. Ama zaman geçtikçe aptal yerine konulduğumu hissettim. Çünkü bu arazi davasından iki hafta sonra Hacı Kasım’ın kızı Abdullah Hoca’nın küçük oğluyla nişanlandı. Acaba bu nişan kararı ne zaman verildi yahut bu karar arazi davasını etkiledi mi? Etkilemese bile yıllardır herkes tarafından bizim olduğu bilinen bir arazi ne tür bir gerekçeyle Hacı Kasım’ın arazisi sayıldı. Ama olsun madem böyle bir karar çıktı gerekirse kesilen parmağımı ağzıma sokar sesimi keserim. Fakat bu konu hariç artık lafımı da esirgemem.
Her şeyden öte ben hiçbir karşılık almadan hizmet ettim, diyen Hoca’ya şunu sormak isterim; bu halk her yaz toplanıp senin kışlık odunlarını toplamıyor muydu, bak sen yaşça benden küçüktün ancak ben kaç defa senin bahçendeki otları biçtim. Niye peki? Biz ilim yayanın emrine amade olmak zorundayız. Hz. Ali dememiş mi, bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum, diye, işte sana hürmetimiz bundandı. Ancak sen yolunu dahi bilmediğim devlet kapısına gidip seni şikâyet ettiğimi varsayıyorsun. Gerçi devlet kapısını bizden çok sen biliyorsun. Yıllardır devletin maaşını ve bankaları haram diye bize hutbe verirken oğullarını bu yönde yetiştirmen her şeyi seriyor ortaya. Ama rahmetli babanın hatırına hâlâ sana saygı duyup bu konuda sükûnete bürünüyorum.
Kasabaya yeni gelen imama Allah var sevindim. Çünkü yediremiyordum Abdullah Hoca gibi birinin haksızlık karşısında sessiz olmasına. Yeni gelen imam sessiz sakin bir gençti. Hepimizin çocuğu yaşındaydı. Ondan öğreneceğimiz kadar ona öğreteceğimiz şeyler de olacaktı. Ancak adamcağızın başına gelenler bence o medrese öğrencileri dediği iki kişinin tezgâhıydı. Yoksa sessiz sakin bir imamın ne işi olur o tür pis işlerle. Aslında kilolu olan çocuğu sevmiştim ama zayıf olanı camiye asılmış bir korkuluktu sanki.
Ben yeni gelen imamla ilk zamanlar çok konuşup ona hep yardımcı olmaya çalıştım. Ancak o herkese olduğu gibi bana karşı da saygılı ama mesafeli davrandı. Keşke uyarsaydım onu o çocuklara karşı. Ama ne bileyim onların Allah’ın evinde, mübarek cuma günü böyle bir şey yapacağına. Acaba bu medrese öğrencisi denilenler komünist miydi? Bizim gibi küçücük bir yerin ismini bu olaylarla anımsatmaları tam bir kepazelik. Gerçi söz aramızda bazıları bu işte Abdullah Hoca’nın parmağı olduğunu söylüyorlar fısıltı halinde. Ama kimsenin günahına girmek istemem, sonuçta Abdullah Hoca’nın okuduğu kuranda değil o zayıf çocuğun okuduğu kuran mealinin arasında çıktı o melun.
Bazıları Salih Hoca’nın istihbaratın adamı olduğunu, ona göre dikkatli davranmamız gerektiğini de söylüyor. Açıkçası çok da inanmadım bu dediklerine. Sessiz bir şekilde kendi yağında kavrulan bir cemaatiz biz devlet hangi hususta böyle bir gereksinimde bulunmuş olabilir ki. Bunların hepsi yeniye tahammülsüzlükten efendim. İnanmayın bu sözlere.
Bakın bizler köklere, büyüklerimize saygı duyan ve onların yolunda ilerlemek isteyen insanlarız. Ancak büyüklerimizin yolundan sapmadan da farklılıklar görebiliriz. Buna az da olsa açık olmalıyız. Hâlâ Abdullah Hoca’dan dolayı Salih Hoca’ya düşman kesilenler var. Ayıp yani birazcık açık olmalı düşüncemiz.
Sevgili yazarımız burada belki biraz konudan sapacağım ancak bahsedeceğim şeyin yeni konusunda halkımızın haleti ruhiyesini açıklar niteliktedir.
Bizim bir Eşref hocamız vardı. Allah rahmet eylesin babamın yakın bir arkadaşıydı bir gün babamla hemhal olurken şu sözleri ondan işitmiştim. “Bak Hasan,” demişti babama, “insanların bazıları saate, bazıları da takvime göre yaşarlar. Saat gibi yaşayanlar ömrü hayatında bir çarkta dolanıp dururlar. Gidecekleri ve varacakları yer o kadar bellidir ki asla müdahale edemezsin ayarlarına. Çünkü müdahale etsen bile o bildiğini okuyup aynı yoldan ilerlemeye başlar. Takvim gibi yaşamaya çalışanlar ise dünü anladıkları için bugünü okur, bugünü okudukları için yarını tasavvur ederler. Bu insanlardan olmak lazım hayatta. Ne sadece dinsiz batının geçici zevklerine odaklanmak gerek ne de küflenmeye yüz tutmuş dünün bekçiliğine.” Eşref Hoca’nın sözü biter bitmez babam, “Hoca bizim insanımız hangi duruma daha çok uyuyor. Saat mi takvim mi?” diye sorunca Hoca, “Ah be Hasan ah, bizim insanımız takvimi saate çeviren anlayışa uyuyor. Her gün takvim yapraklarındaki yazıları, birine okuttuktan sonra bu takvim yapraklarının uç kısmını üçgen haline getirip kurana ayraç yapıyorlar. Yeniyi, eskitmeyi bırakıp eskiyi yeniletmiyorlar bir türlü.”
Değerli yazarımız ve kıymetli okurlarımız sözü çok uzattıysam kusuruma bakmayın ancak Salih Hoca’ya karşı yapılan bu yakıştırmalara karşı olduğumu belirtmek için bu kadar uzattım sözü. Son sözümü söyleyip bitirmek istiyorum diyeceğimi.
“Bir yerde bir homurtu varsa bu yer kapandan değil, yerini kaptırandan gelir.”
Salih Hoca:
Değerli yazarımız ve kıymetli okurlarımız ben Salih Hoca, Çapakçur kasabasının yeni ve hatta resmi olan ilk imamıyım. İsterseniz birazcık kendimden bahsedip sonra konuya gireyim. Efendim ben Muşluyum. Liseye kadar tahsilimi Muş’ta tamamlayıp Elazığ’a Molla Seyit Efendi’nin medresesine kaydımı yaptım. Burada dini tahsilimi tamamlarken bir yandan da açık öğretimden ilahiyat okudum. Geçtiğimiz yıl hafızlık sınavından başarıyla geçmemle birlikte Çapakçur’a atandım.
Mesleğin ilk günleri atanmanın verdiği mutluluk o kadar büyüktü ki yeni bir yere girmenin kaygısı sessizce yuva yapıyordu içimde. Ancak mutluluğun kaygıyı bastırması çok da uzun sürmedi. Çünkü geldiğim yerde daha önce herhangi bir imamın olmadığını düşünüyordum. Ama kasaba ahalisinin yıllardır kendi içinde seçip belirlediği bir imamları varmış.
Elbette devlet sözü bu küçük kasabalının sözünden daha muteberdir. Ancak birinin yerine geçmiş olmak hissi bazen o kadar kuvvetli oturur ki insanın içine keşke ayakta kalsaydım der kişi. Bunun da ötesinde üstümde bir şımarıklık vardı sanki. Yıllardır emek verdiğim, tam tamına on altı yıllık çabalarımın sonucunu yaşıyorum şimdi. Niye memnuniyetsiz bir hamak gibi boşlukta hissediyorum kendimi.
Tanımadığım bir ses bazen yıllarca didinip durduğum şey bu muymuş, bunun için mi kuranı baştan sona ezberledin ve şu an bile günah girmekten korkup unutmamaya çalışıyorsun. Başka bir ses de, ulan ne bekliyordun, halife mi olmak istiyorsun? Ama anladım galiba, hayatımızda gaye dediğimiz ne varsa gayretlerimiz sonucu gerçekleştiğinde sıradanlaşırlar. Allah’ı kutsallaştıran da bu ulaşılmazlığı da değil mi?
Mesleki kaygım yalnızca boşluğa düşmekten değildi elbette. Küçücük bir kasaba olan Çapakçur, bünyesinde o kadar farklı ağlar barındırıyor ki insan hayret ediyor resmen. Camiye ilk gittiğim gün cemaatin benim orda bulunmama rağmen Abdullah Hoca’ya, namazı sen kıldır, demeleri o kadar ağrıma gitti ki sessizce onların iknalarına katılmak zorunda kaldım. Ama Hoca da intikam alır gibi reddediyordu isteklerini. Neyse ben kıldırdım namazı. Ancak namazdan sonra Abdullah Hoca hem beni teselli edip hem de alttan alta iktidar kavgasında ona rakip bile olamayacağımı sezdirmeye çalıştı ifadeleriyle. Bununla kalsaydı gene iyiydi Abdullah Hoca yanımdan uzaklaşır uzaklaşmaz Recep Efendi yanaştı yamacıma. İlk defa Abdullah Hoca’nın ondaki yerini açıklamadan bana hoş geldin diyen bir kasabalıya denk geldim. Bu biraz kuşku uyandırdı bende ancak üstünde çok durmadım. Ama ilerleyen günlerde Recep Efendi’nin yanımda alttan alta Abdullah Hoca’ya iğnelemeler yapması hoşuma gitse bile mesafeli olmam gerektiği kanaatine vardım.
Keşke içimdeki kaygının asıl sebebi sadece bunlar da olsaydı. Efendime söyleyeyim, mesleğe başladığımın ilk haftasında üstünde gizlidir yazan bir zarf geldi camiye. Allah’a şükür ilkin benim elime geçti de kimsenin okumasına fırsat kalmadı. Zarfı açıp okuduğumda Emre Tosun isminden başka hiçbir şey anlamadım yazılanlardan. Galiba kutsallaşan her şeyin sadeliğe karşı bir sorunu var. Neyse ki müftülükle görüştüğümde Emre Tosun isimli şahsın fiili bir suç işlediğini, yaşının küçük olmasından dolayı mahkeme tarafından tedbir kararı çıktığını ve bu karar doğrultusunda ismi belirtilen kişinin haftanın üç günü toplam üç ay olmak suretiyle cami işlerinde yardım etmesine karar verilmiştir dediler. Gel de bu karardan sonra mutlulukla sürdür meslek hayatını. Her şeyden öte cemaat böyle bir suça bulaşmış birine ne gözle bakar. Bunu camiye bile almazlar. Hadi alsalar da cami ceza çekilecek yer mi, burası Allah’ın evi, devletin mahpushanesi değil diye iç geçirdim. Sonrasında cemaatin bu duruma karşı tutumlarından dolayı kaygılarımı müftülüğe belirtince, dalga geçer gibi gelen kişinin medrese talebesi olduğunu söyle diye konuyu emrivaki bir şekilde kapattılar.
Ertesi gün camiye gittiğimde yaşı on beş civarında gösteren hafif toplu, yüzü yuvarlak, aklığına al bulaşmış yanaklarıyla bir çocuk bekliyordu. Allah’ın selamından hemen sonra ismini söyleyen çocuğu sessizce köşeye çektim. Zarfta yazan suçu işleyecek birine hiç benzemiyor. Gerçi şimdiki gençlerin hepsi aynı da, neyse. Çocuğa en başta bu tedbir kararı meselesinin aramızda kalması gerektiğini belirttim. Biri sana kim olduğunu sorarsa da medrese talebesi olduğunu, buraya pazartesi, çarşamba ve cuma günleri bana yardıma geleceğini söyle dedim. Suçunu inkâr eden herkes gibi yalan bile olsa damgasını gizlemek hoşuna gitmişti. Anlayışlı ve sakin birine benziyordu. Bir iki gün boyunca sürekli izledim. O kadar efendi bir çocuktu ki böyle birisinin zarfta belirtilen suçu işlediğine şüpheler geliştirdim. Gerçi kısa bir sohbet anın da kendisi de olayın aslında başka türlü geliştiğini kendisinin mağdur olduğunu belirtti. Ancak devletin yargıları maalesef ki yadırgamıyor kişisel düşünceleri.
Emre’nin cami işlerindeki yardımı cemaat tarafından en başta yadırgansa da medrese talebesi olduğunu duyduklarında onlar da kabullendiler çocuğu. Gerçi Emre de sevdiriyor insana kendisini.
Ama her iyi şeyin ardına takılıp gelen kötü bir şey vardır muhakkak bu hayatta. Belki suçun bir kısmı bendeydi. Ne diye evet dedim ki Emre’nin, hocam bir arkadaşım var da dini konularda biraz kafası karışık, bir gün benle gelse sohbet etsek olur mu, demesine. Gül gibi yaşayıp gidiyordum, evet bazı konularda sıkıntılar vardı ancak dini bir sorun yaşayan birine hemen bir kurtarıcı gözüyle müdahale edersen olacağı bu. Yahu camide sana gelen sorular belli, “Hocam abdest aldıktan sonra yüzümüzü kurutalım mı ıslak mı kalsın, namaz kılarken ayağımız bir an bile yere değmezse sorun olur mu?” Al sana işte bal gibi sorular… Ama yok illa bir kahramanlık rolü oynayacağım. Sonuç, camide peygamberin hadisini reddetmesine müsamaha edersen bunlar gelir başına.
Emre cuma günü bahsettiği arkadaşıyla geldi camiye. Çocuk o kadar zayıftı ki kemikleri noktalama işaretleri gibi görünüyordu. Üstünde ince bir tişört, havanın doldurduğu boşlukta dövünüp duruyordu. Emre bizi tanıştırdığında çocuğu Furkan diye takdim etti. Çocuğun ismini duyduğum an bir tebessüm cemresi yüzüme düştü. Çünkü bu ismi o kadar çok görmüştüm ki kuranda, hakkı batıldan ayıran diye. Ancak gel de gör, dini konuda aklı karışan iyi ve kötüyü ayırmaya gelen Furkan.
İyi birine benziyordu Furkan. Ama bildiğini hemen göstermek isteyenlerdendi. Oldum olası sevmezdim böylelerini. Bilmediklerini başkasının bildikleriyle kapatmaya çalışanlar, belli bir süre sonra hiçbir şey bilmese bile sadece bilenlerden öğrenmeye çalışırlar. Sürekli birilerinin sözünden, anlattıklarından bahsettiği için bu kanaat bende uyandı. İnsanımızın belli bir olgunluğa erişmeden, kendi dini inançlarını asla pekiştirmeden batının dine karşı olan düşünürlerini okuması onları elbette bu hale sokar. İnsanın kendi dini karakterini tamamlamadan batının dinsiz şahsiyetlerine eğilmesi ömür boyu kamburluğa sebebiyet verebilmektedir. Onun içindir ki çocuklarımıza küçük yaştan itibaren dini eğitimin verilmesi en sağlıklı olanıdır. Furkan da kendi dini karakterini oluşturmadığı için şu an hak ile batılı ayırt edememektedir.
Emre’nin teşvikiyle Furkan ilkin hadislerin doğruluğu hakkında şüphelerinden bahsetti. Birinin şüpheleri bile nasıl başkasının soluğunu taşır yarabbi. İsmi Edip Yüksel olan o dinsiz ve densizin başının altından çıkıyor tüm bunlar. Bizim saf ve bilgisiz çocuklarımız da bunları izleyip takılıyorlar peşlerine. Bakın bu dinsiz adam insanın yalnız olması suretiyle çıplak bile namaz kılabileceğini belirten birisidir. Allah’ın huzuruna o vaziyette çıkmak, ondan da öte meleklerin bizi çıplak görmesi hangi dine sığar. Furkan’a bu dinsizlerin kuranı sünnetsiz bırakma planlarından bahsettiğim an kabullenmese de sükûnetini sürdürüp sessizce onayladı dediklerimi. Ezan vakti yaklaşırken Furkan’a kuran mealinden Ali İmran suresinin 137. Ayetini göstermek istediğimi belirttim. Yapmacık bir heyecanla tabii, olur dedi. Belirtilen sayfayı açıp gösterdim. Ve ezanı okumak için yanından ayrıldım.
O günkü konumuz aile ahlakı ve ev hanımının eşine karşı sorumluluklarıydı. Ezandan sonra hutbeye çıktığımda. Furkan’ı Kuran mealini yerine bırakırken gördüm. Ben hutbeme devam ederken on dakika geçmeden iki tane polis hutbenin bile bitmesine müsaade etmeden ihbarın olduğunu herkesi aramak zorunda olduklarını belirttiler. Özellikle cemaatin yaşlıları homurdanırken gözüm Abdullah Hoca’ya takıldı. Göz göze geldik bir an. İçimde derin bir öfke kabardı. Polislerden biri ön safları ararken diğeri caminin raflarına doğru yöneldi. Yönelmesiyle eli dolu bir şekilde dönmesi bir oldu. Hayatımda yaşadığım en kötü günlerden birisiydi. Kim onu o Kuran mealinin içine koymuş olabilir ki on dakika önce hiçbir şey yoktu. Ancak herkes Furkan’ı, zayıf çocuk diye polise bildirerek, en son o okuyordu o Kuranı, diye gösterdiler. Homurdanan bir kalabalığın içinde polis sessizce Furkan’ın ağlamaklı inkârlarına rağmen alıp götürdü. Ve o gün hutbesi yarım kalmış bir cumanın uğursuzluğu silinmedi gitti hayatımdan.
Emre:
Bu hayatta duyduğum tek bir gerçek var. O da babamın her hatamda söylediği, “Gittiğin her yere bok bulaştırıyorsun,” sözüdür. Çünkü o kadar çok şey yaşadım ki artık şans konusunda bir umudum kalmadı. Öncelikle mahkeme meselesine girmek dahi istemediğimi belirtmek istiyorum. Aptal bir aşk sarmalının beni ailemin gözünde soktuğu durum, o kadar içler acısı ki hâlâ düşündükçe tüylerim diken diken oluyor. Artık suçsuzdum demiyorum. Suçluydum ama suçum birine kendini tam teslim etmekti. Oysa hayat, teslimiyetle mahkûmiyet arasında ince bir örgü örmüştür. Bu örgü dönüp dolaşıp kelepçe oldu ellerime. Ama Allah’a şükür tedbir kararı denilen bir şey var da suçu görevle değiştirdi mahkeme.
Ailem, mahkemeye düşmeme sebep olan durumu öğrendiğinde öyle bir yıkıldı ki asıl cezanın ailemi öyle görmek olduğunu düşündüm. Annem o günden sonra sessiz bir ağlamayla geçirdi günlerini. Babam ise ona defalarca suçlu olmadığımı anlatmama rağmen sessiz bir öfkeyle uzaklaştı benden. Ailemin bu duruma düşmesine sebep olan bendim. Kendimi affettirmem için de bundan sonra gittiğim yere bok bulaştırmayacaktım.
Pazartesi günü anneme gideceğim yeri söyleyerek mahkemenin belirttiği camiye gittim. Kimsecikler yoktu daha. Sessizce yaşadıklarımı düşündüm. Bir insansan ancak bu kadar küçük duruma düşürebilir kendisini ve ailesini. Ama bu da bana büyük bir ders olsun dedim kendi kendime. Kendi kıyılarıma sessizce inerken siyah keten bir pantolonun üstüne beyaz gömlek giyen saçları özenle taranmış genç bir adam yaklaştı bana. Selamından sonra kendisini tanıttı. Bu caminin imamıymış. Ben de kendimi tanıttım. İsmimi duyar duymaz sessizce köşeye çekti beni. Tedbir kararından kimseye bahsetmemem gerektiğini, soran birisi olursa da medrese talebesi olup hafta üç gün bana yardım etmeye geleceğini söyle diye uyardı beni.
İyi birisine benziyordu. Kaygılarını da anlıyordum. Sonuçta kimse camide benim işlediğimi düşündükleri suçtan, ceza yemiş birisiyle Allah’ın evi bile olsa yakında olmak istemez. Bu konuda dikkatli davranıp sorunsuz bitirecektim bu işi. Ama gel gör ki kör talih bir türlü bırakmadı peşimi. Ceza almama sebep olan durum bu sefer bilinmeyen bir şekilde vuku buldu camide. Ama bunu anlamanız için öncelikle arkadaşım Furkan’dan bahsetmem gerek size.
Efendim, Furkan benim çocukluk arkadaşımdır. Mahkemeye düşmemdeki talihsizliği bildiğinden bana en çok destek olanlardandı. Çünkü Leyla’nın Ahmet’i korumak için ona ait olan o pisliği gizlice benim çantama koyduğunu da bilenlerdendi. Bilenlerdendi diyorum çünkü etrafımdakilerin çoğu aşkın görme duyusuyla sorunu olduğunu biliyorlardı. Ancak bu sorunu büyük hasar alarak çözdüm. Bu hasardan kurtulmam için de yakın arkadaşlarımla hasar ayinleri kurup rahatlamam gerektiğini Furkan öğretmişti bana.
Çarşamba günü camiden eve geçerken mahallede Furkan’la karşılaştım. Mahkeme meselesinin beni iyice içe kapanık birisi haline getirdiğini söyledi. Ve hatta benim için sorun değilse bir gün benimle camiye gelmek istediğini belirtti. En başta dalga geçtiğini sandım, senin gibi dinsizin ne işi var, diye. Aman kanka, sizin imamla dini sohbet ederiz biz de, diye karşılık verdi. Ama benim bu durumu öncesinden Salih Hoca’ya bildirmem gerekir diye belirtip ona haber veririm diye ayrıldım yanından.
Salih Hoca’ya açıkçası Furkan’ın gelmesini pek de söylemek istemiyordum. Çünkü her ne kadar artık aramızda bir sıcaklık oluşmuş olsa da hâlâ ben cezasını görevle icra eden birisiydim. Neyse ki kısa bir sohbet arasında Salih Hoca’ya din konusunda kafası karışmış bir arkadaşımın camiye gelip birlikte sohbet etmemizde bir sorun olup olmadığını sordum. Salih Hoca gülümseyerek elbette olur diye sevindi. Ancak gülüşünden hemen sonra yüzü düştü. O an anladım ki çok da istemiyordu gelmesini. Keşke bu düşüncesini bana açıklasaydı Salih Hoca belki şu an, bu halde olmazdık.
Furkan:
Emre’yle geçen gün mahallede karşılaştığımda o kadar çok üzüldüm ki durumuna, o an binlerce küfür ettim Leyla’ya. Anladık Ahmet’i seviyorsun Leyla. Peki niye Ahmet’in suçunu seni seven Emre’nin çekmesine sebep oluyorsun? Bu konuya girdikçe öfkeleniyorum. Ama dediğim gibi Emre’yi öyle yalnız görünce içim burkuldu.
İnsan kırıldı mı silkelenmesi gerekir. Ben de Emre belki biraz konuşur da rahatlar diye yanaştım yanına. Ama biraz abarttım galiba, senle camiye geleyim, dedim. Tabii o da haklı olarak en son camiye gittiğim günü sordu, emin olun hatırlayamadım bile. Keşke gitmeseydim de dinsizliğimi devam ettirseydim kendi içimde.
Bu arada dinsiz diye kendimi nitelediğime bakmayın. Yıllar öncesinden kalmış bir mesele bu. Efendim bizim toplumumuzda bir dini yaşamak o kadar zor ki, teknik bir sürü detay var. Bilmem önce sağı sonra solu, tespih illa otuz üç olmalı vs. ancak dinden çıkmak da bir o kadar kolay. Lise ikide din hocasına o zamanlar sürekli gündemde olan hadislerin güvenirliğini sordum. Sormaz olaydım. O gün bugündür arkadaş grubumuzun dinsizi ilan edildim.
Bu ilandan sonra gerçekten dışardan söylenenlerin bireyin ruhuna sirayet ettiğini anladım. Kendisine verilen isme layık yaşamaya çalışan insanlar geldi aklıma. Evet, ben de bana giydirilen bu dinsiz gömleğini iyice oturtmalıyım omuzlarıma.
Öncelikle satır aralarını görmediğim için, dizi izlemekten farksız bulduğum roman okumaya ara verip herkesin okuduğu zaman anlamadığı ve anlamamalarının bile dâhiyane bir zihnin ürünü olduğunu kanıtladığı kitapları okumaya başladım. Bu kitapları okurken kitabın bitmesi için dua ederdim resmen. Ancak okuma esnasında derin bir ciddiyet ve her an altı çizilecek bir satır arardım hep.
Bir keresinde yeni tanıştığım birisi Nietzsche’yi okuyup okumadığımı sorduğunda omuzlarımı hafifçe kaldırarak baya okudum ama uzun zaman önce, diye belirttim. Bunu belirtme gereksinim yapacağım hataların kabul alanını oluşturmaktı. Bana Böyle Buyurdu Zerdüşt’teki metaforu sorunca sudan çıkmış balık gibi birkaç alıntıyla sözü gevelemeye çalıştım. Ancak karşımdaki deve, aslan ve çocuk metaforunu açıkladığında sessizce baya eskiden okuduğumu belirttim. Hâlbuki bahsedilen kitabı yeni bitirmiştim. Peki, niye yeni bitirdiğim bir kitabın en temel taşını anlamamıştım? Evet, evet Türkiye gibi işin özünü kaçırmıştım çünkü.
Bizim, sadece ülkemiz değil insanımız da gelişmekte olarak görünüyor dünya nüfus piramitlerinde. İnsanımız da ülkemiz gibi çok hırslı, hemen ele geçirip bitirmek istiyor. Mesela medeniyet, şapkadan tutun elbiseye kadar medeni olmayı bile medeni olmayan yasaklarla ele geçirmek istedik. Bizler Türkiye’nin halkları da okumalarımızı o kadar hızlı yapmak istiyoruz ki, bu kitap bitince işte oldu, işte sevgili Türkiye sonunda başardık, geliştik hep birlikte. Tüm bunları şimdi düşünürken lisedeki müdür yardımcımız geldi aklıma. Adama ne zaman nasılsınız diye soracak olsam, Türkiye gibiyim cevabını alırdım. Şimdi ne kadar da iyi anlıyorum o adamın kapladığı yerle arasındaki bütünleşmeyi. Evet, hepimiz Türkiye gibiyiz.
Sevgili yazar ve kıymetli okuyucu konuyu çok ama çok saptırdığımın farkındayım. Gereksiz detaylardan dolayı özür dileyip ana konuya döneyim.
Akşam evdeyken Emre aradı. Cuma günü birlikte camiye gidebileceğimizi, Hoca’nın onayını aldığını belirtti. Cuma günü görüşmek üzere diye kapadım telefonu. Az da olsa bir heyecan oluştu içimde. Şimdi nerden çıkardım bunu başıma diye hayıflanırken Hoca’yla aramızda geçebilecek kısmı sohbetin yönünü düşünmeye başladım.
Evet, öncelikle hiçbir şekilde Allah’ın varlığı konusuna girilmeyecek diye içimden sınır çektim kendime. Çünkü evrimi bütünüyle kabul bile etsek evrenin oluşumuna sebebiyet veren ilk adıma tanrı denilirdi diye düşünüyorum. Bu konuda imamla hemfikir olduğumuzda hafifçe hadisler konusuna girer, sözü çok da uzatmadan bitiririm sohbeti dedim kendime.
Sabah Emre’yle birlikte camiye doğru yürümeye başladık. Aslında çok da uzak bir yer değil dedim Emre’ye. Ancak o gerçekleşecek sohbette, dikkatli olmam konusunda ve tedbir kararının Hoca’dan başka kimse tarafından bilinmediğini, bizleri de medrese talebeleri olarak gördüklerini ona göre davranmam gerektiğini belirtti. Emre’nin son dediklerinden sonra camiye gelmem konusunda az da olsa hissettirdiği memnuniyetsizliği anladım.
Camiye yaklaştık. Caminin küçük, sakin, kendi halinde bir yapısı vardı. Aslında köşedeki minare olmasa sıradan bir ev olarak algılanabilecek bir yapıya benziyordu. Ama dini bakış açısının görünüşle ilgilenmemesi gerektiğini bildiğimden bu durumu yadırgamadım.
Camiye girdiğimizde pek kimse yoktu ortalıkta. Beş dakika oturduk oturmadık birisi geldi. Emre yerinden fırlayınca ben de kalkmak zorunda hissettim kendimi. Selam faslından sonra Emre bizi tanıştırdı. İçimden demek ki Salih Hoca sensin ha, baya da gençmiş dedim.
Hoca çok yakın ve iyi davranmaya çalışıyordu. Çünkü birini ikna etmek için onla çatışmak değil sırtını sıvazlamak gerektiğini biliyordu. Ama onun da ötesinde bu iyi yaklaşımının altında bir acıma duygusu vardı sanki. Karşısındaki müşrikin cehennemde yandığını hayal eder gibi bakıyordu gözlerime.
Karşılıklı hâl hatır faslından sonra dini konuda kendisine sorular sorabileceğimi belirtti. Ben de ilkin uç noktalarda olduğum anlaşılmasın diye Allah’ın varlığına inandığımı, kâinatın kesinlikle bir başlangıcı olması gerektiğini ve bu başlangıç her neyse o Allah’tır diye belirttim. Söylediklerimin karşılığı sıcak bir tebessüm ve anlayış oldu. Tam da o an hafiften sorulara girebileceğimi düşünüp ama diye başladım. Ve Buhari’nin yaşadığı yıllar ve yazdığı hadislerin oranını yapıp üç ya da dört günde bir hadis yazabileceğini belirttim. Üç ya da dört günün bir hadisin güvenilirliği açısından oluşturacağı şüphelerden bahsettim. Ancak bunu söylediğim an, hadislerin zaten o yıllara kadar değiştirmeden söylene geldiğini keskin bir dille belirtti. Hatta İngilizlerin Hindistan’da bu bahsettiğim şeyi yaparak sünnetten sıyrılmış bir İslam yaratmaya çalıştıklarını söyledi. Bunu der demez aklıma klasik dış güçler ve Türkiye gibi olan halkının her zamanki paranoyaları geldi. Ne dersem diyeyim karşılığının olmayacağını anlayıp sessizce kabullenişe başladım.
Ama ben sustukça Hoca abartmaya başladı. İlk defa duyduğum, Edip isimli birine saydırmaya başladı. Bu saydırmadan şunu çıkarttım, evet Hoca şu an karşı düşüncenin bile kaynağını bildiğini gösterip şovmenlik yapıyor, dedim içimden. Ancak Hoca durmuyordu. Sünnetsiz Kuran’ın eylemden uzak, teori olduğunu belirtti. Hatta sekülerizmin tam da bu olduğunu, sadece düşüncede yaşanılacak bir tatlı su Müslümanlığı yaratmak istediğini anlattı.
Hoca konuştukça bilgisine saygı duydum ancak sekülerin anlamını kavrayamadım o an. Durup sormak yerine dediğini algılar gibi sessizce kabullendim. Tartışmadan yenik çıktığımı gören Emre, hocasını kutlar gibi tebessüm ediyordu sanki.
Tüm bunları fark eden Hoca galibiyetinin son vuruşunu yapmak için, gel de sana Kuran mealinden Ali İmran suresinin 137. ayeti göstereyim, diye kalktı ayağa. Sessizce takip etmek zorunda hissettim kendimi.
Bahsedilen sayfayı açtı Hoca. Ayet, “Sizden önce nice uygulamalar geçmiştir. Yeryüzünde gezin de yalanlayanların sonunun ne olduğuna bir bakın,” diyordu. Hoca buradaki uygulamalardan kastın hadisler olduğunu, hadislerin olmadan Kuran’ın anlaşılamayacağını belirtince, sessizce diğer ayetleri de okuma gereksinimi hissetim. Ben okumayı uzattıkça Hoca ezanı okumak için yanımdan kalktı. Cami epeyce dolmuştu. Kalabalığı hiç de hissetmemiştim. Hoca’dan hemen sonra Kuran’ı hemen kapatmanın doğru olmadığını düşünerek diğer ayetlere de biraz göz gezdirip Emre’nin yanına döndüm.
Emre’nin yanına geldiğimde yüzündeki tebessüm hâlâ devam ediyordu. Ama olsun, eşeklik bende, ona iyi gelir diye geldim. Tüm cemaat sessizce otururken Hoca hutbeye bazı dualar ederek çıktı. Sonrasında aile içi ahlakı genelde kadına bağlayarak, bunca erkeğin içinde sadece kadının görevlerini bastırarak anlatmaya başladığı anlarda bir homurtu yükseldi cemaatten.
İki polis göründü caminin kapısına hutbedeki Hoca’ya biri yanaşarak ihbarın olduğunu arama yapmaları gerektiğini söyledi. Hutbenin böyle bir şey için bölünmesine içerlenen özellikle yaşlı cemaat homurdanırken polislerden biri ilk saftan insanları aramaya başladı. Diğer polis de tüm kutsallığına rağmen direkt Kuranların bulunduğu rafa yöneldi. Bildiği bir şeyi bildiği yerden çıkartır gibi eline aldığı ilk Kuran’ın arasında buldu aradığı şeyi. Aniden bir ürperme oldu bende çünkü bu Kuran demin ellerimin arasındaydı ve böyle bir şey yoktu o Kuran mealinin arasında.
Ancak şu an hatırladığım tek şey, beni polislere gösteren cemaate karşı ağlayarak hayır dediğimdi. İşin kötü tarafı Emre’nin mahkeme davasıyla aynı içeriği oluşturan o melun şey bulunmuştu Kuran’ın arasında. Ama bunu bir tek ben, Hoca ve Emre anlamıştık. Çünkü cemaat, Emre’nin mahkeme kararını bilmediği için o an beni suçladı. Polisler de mahkeme kararını öğrendikten sonra beni Emre’nin suç ortağı yapıp ikimiz suçladılar. Emre’yi bilmiyorum. Belki o melunu o koymuştur oraya ama şundan eminim ki en azından yazarımız suçsuz olduğumu biliyor. Sevgiler ve saygılarımla.
Yazarımızın niye anlattığını kendisinin bile bilmediği bu anlatımı okuduğunuz için yazarımız adına size teşekkür ederim. Hayatta gözle görülen gerçekler yerine sadece düşünülen hakikatlere inmeniz dileğiyle…
Tayfun Çelebi
Comments