top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Tuğçe Kozan- Veda Değil Elvedaymış

Gözünden akan yaş, dudağından sızan kana karışıyor. Öfkeli gözlerini halının karmaşık deseninin üzerinde belirsiz bir noktaya sabitlemiş, kollarıyla sardığı bacaklarını karnına çekmiş, hıçkıra hıçkıra ağlıyor. Küçük bir çocuk gibi elinin tersiyle yüzündeki yaşları siliyor, ardından çenesine doğru süzülen kanı yere damlamadan parmaklarıyla yakalıyor. Kan bu defa daha yavaş, parmaklarından avucunun ortasına doğru akıyor. Elini havada tutup bir süre bu akışı izliyor, parmaklarını birbirine sürterek yok etmeye çalışıyor ama nafile geçmeyince yalıyor. Kanın yolculuğu dilinden boğazına, oradan midesine doğru devam ediyor. Sanki bu yutkunma öfkesini doyuruyor. Spotçulardan sıkı pazarlıklarla aldığımız kırık dökük mobilyalı evimizin kendi kadar küçük mutfağında bir sandalyede o, bir sandalyede ben çaresiz ağlıyoruz.

“Gidelim buradan,” diyor hıçkırıkları dindiğinde, gözündeki o son yaşı silerken. “Zaten düşündüğümüz bir şeydi, neyi bekliyoruz, şimdi yapalım hemen gidelim buradan.”

Gözleri yuvalarından fırlayacak gibi bakıyor gözlerimin içine. Dileğinin aynı heyecanla karşılık vermem olduğunu anlıyorum. Ama veremiyorum. Mutluluk dünyada ömrü en kısa olan duygudur, demiştim çok zaman evvel. Yaşım kemale erdiğinden değil, yirmi beş yaşına vardığım şu hayatımda doyasıya bir mutluluk yaşamadığımdan. Lakin karşımda ağlamaktan gözleri kıpkırmızı olmuş kadını gördüğüm ilk gün buna dair umut yeşermişti içimde. Neden mi?

Eğer siz de simsiyah saçlarının döküldüğü bembeyaz yüzüne yayılan kocaman gülümsemesini görmüş olsaydınız, dünyadaki tüm mutsuzlukların silindiğine inanabilirdiniz. Aynı beyazlıktaki teninin kokusunu alsanız, dünyanın en güzel kokan çiçekleriyle yıkanmış diyebilirdiniz. Tellerine kuş konmuş sesini bir duysanız, ötüşünün şenliğine kapılabilirdiniz. Sizin de göğsünüzün tam ortasında sallanan Frida Kahlo kolyesine uzanıp, “Aa! Benim kolyemin aynısından,” deyip hem gülse hem de olanca neşesini saçsa, üstüne üstlük bir de kolyenize dokunurken şimdi kan kokan o parmakları teninize değse, dizlerinizin bağı çözülüp öldüğünüzü sanabilirdiniz.

Çalıştığım kitapçıya geldiği o gün herkes için sıradan benim için ise saniyenin milyonda birine bölünmüş yavaşlıkta akan bir zamanda bunlar olurken ben de ölüyorum sandım. İstemsizce bir adım geriye çekilip, “Evet meraklısı çok,” diyebilmiştim. Kısa bir an durup öylece birbirimize bakmıştık. Sonra da hislerimi belli etmemek için, “Aradığınız bir kitap var mı?” diye konuyu değiştirmiştim.

“Ah! Evet. Birhan Keskin’in bir kitabını almak istiyorum ama özellikle aradığım bir kitabı yok, o yüzden siz önerebilirseniz sevinirim,” demişti. Parmaklarımı kısacık saçlarımın içinde gezdirip, “Hiçbir kitabını ötekinden ayıramayacak kadar çok sevdiğim bir şairdir, ben bu seçimi yapamam,” demiştim gülümseyerek.

“Öyleyse bütün kitaplarını alayım.”

“Öyle bir imkânınız varsa en güzeli,” deyip kitapları getirmeye koyulmuştum.

Kitapları barkod okuyucudan geçirirken, “Aslında tanıdıklarım dışında kimseye öneride bulunmam ama Birhan Keskin olunca tutamadım kendimi,” demiştim.

“Öyle mi, peki tanışalım o zaman, ben Mavi.”

O ana kadar ölmediysem de “Ben de Dicle,” deyip elini sıktığımda kesinlikle nefes almıyordum ve dünya durmuştu.

“Ne güzel adın var.”

“Senin de öyle.”

“Çok memnun oldum, sohbet için de teşekkür ederim,” diyerek poşetini almış, tam çıkacakken elindeki yardım konseri afişi gösterip, “Cama asabilir miyim?” diye sormuştu. Böylelikle müzisyen olduğunu öğrenmiştim. Afişi asarken, “Her ne kadar caz müzik sanatçısı olsam da bir rock grubunda çalıyorum. Limon Bar’da akşam dokuzda konser, gelmek istersen sevinirim,” dedi.

“Gelirim tabii, görüşürüz,” dedim. Gözden kayboluncaya kadar ardından bakakaldım. Yıllar sonra o gün güneş benim için doğmuştu, desem kim itiraz edebilir ki!

“Dur öyle öfkeyle oturup zararla kalkmayalım,” deyişim sessizliği bozuyor.

“Daha ne zararı Dicle, adamın beni getirdiği hale bak, sizi bu apartmanda yaşatmam diyor.”

“Tamam başka bir eve taşınırız ama ülkeden gitmek öyle hemen alınacak bir karar değil.”

“Lütfen yine yabancı bir ülkede maceraya atılmak tehlikeli zırvalıklarına başlama.”

Susuyorum. Söyleyecek sözüm olmadığından değil, haklı olduğundan. Hayatta hiçbir zaman onun kadar cesur olamadım. Annesiyle babasını daha bir yaşındayken sadece kendinin sağ kaldığı trafik kazasında kaybetmiş, çocukken büyük olmuş birisi için cesaret sanmıyorum ki sonradan öğrenilen bir erdem olsun. Onun o gözü karalığı olmasa ailemi kaybedeceğimi bile bile ben Mavi’yi seviyorum deme gücünü kendimde nasıl bulabilirdim? Babamın, “Bizim senin gibi bir kızımız yok,” cümlesi yüzüme tokat gibi çarptığında hem kendime en yakın olup hem onlara en uzak nasıl olabilirdim?

“Haklısın Mavi ama ben senin gibi girdiğim her kabın şeklini alamıyorum. Hem ben dil bilmiyorum, ayrıca hadi gel burada müzik yapalım diyen bir arkadaşım da yok ki. Nasıl iş bulurum oralarda?”

“Sanki Ulrich Berlin’e sadece beni çağırıyormuş gibi konuşuyorsun, ikimizi birlikte davet ediyor, illa ki çalışabileceğin bir iş ayarlayacaktır, bir yandan da Almanca kursuna gidersin,” diyor ve oturduğu sandalyeden inerek dizlerime sarınıp yine küçük bir çocuk gibi başını yana yaslayarak, “Mesele sadece bizi istememeleri değil ki, daha ne kadar bana burun kıvıranlara müzik yapacağım Dicle, Caz müzisyeniyim demeye utanıyorum artık,” diyor.

Yine verecek bir cevabım yok.

Apartman yöneticisinin aynı bahçede çiçekler yetiştirdik diye neden Mavi’nin yolunu çevirdiğini, ona hakaretler edip, itip kaktığını sorgulamıyoruz ya da bunun için hesap vermesi gerektiğini konuşmuyoruz. Kullandıkça eskiyen kıyafetlere yama yapmayı bırakıp doğruca çöpe atmaya benziyor, insanlara kendimizi anlatmaya çalışmaktan vazgeçişimiz. Öyle bir yorgunluk. Öfkemizi sessizliğimizin koynuna sokup uyuyoruz.

Sabah uyandığımda onu bilgisayar başında kömür karası saçlarını kalemle tepeden tutturmuş, hummalı bir çalışmanın içinde buluyorum. Dudağının kenarındaki kızarıklık ve kolundaki morluklar iyice belirginleşmiş. Kokusunu içime çektiğim uzun bir öpücük konduruyorum saçlarına.

“Günaydın, bak neredeyse tüm planı çıkardım.”

“Ne planı?”

“Canım dün akşam konuştuk ya gidiş planı, Ulrich’le de konuştum. Bizi bir süre evinde misafir edecek, arkadaşının mekânında sahne alma işimi de ayarlayacak.”

“Biraz daha düşüneceğiz sanıyordum.”

“Neyi Dicle? Anlamak çok mu zor? Şu kapıdan çıkınca acaba başıma bir iş gelecek mi diye düşünmediğim bir hayat yaşamak istiyorum.”

“Bense sadece birlikte olduğumuz… Özellikle seni büyüten babaanneni de kaybettikten sonra beni hiç sahip olmadığın ailenin yerine koyduğuna inanmıştım.”

“İnsanı yaşatan sahiplik değil aitliktir,” diyor. “Sen bir aileye sahipsin ama onlara ait olabiliyor musun? Dur ben cevap vereyim. Olamıyorsun. Çünkü onların dünyasında nefes alamıyorsun,” diye haykırıyor.

Yine susuyorum. Üzüldüğümü görünce, “Orada birlikte ama mutlu yaşayacağımız bir hayat bizim olacak emin ol,” diyor.

Tam tersi bu sözü ona ilk ben söylemiştim. Daveti üzerine o gece konsere gittiğimde. Onu izlerken, kendi gerçeğimi yaşayamadığım, her gün uçurumun kenarına kadar geldiğim hayatımda, ha düştüm ha düşeceğim derken kanatlanıp uçtuğumu hissetmiştim. Birlikte şiirler okumuş, saatlerce gülmüştük. Gecenin sonunda kollarını boynuma dolayıp, “Sen neredeydin bu zamana kadar?” demişti. Aslında öylesine kendimden umutsuz bir anımda bana gelen oydu ki; şayet ben bir Anka kuşu olsaydım kesinlikle o günün küllerimden yeniden doğduğum gün olduğuna yemin edebilirdim. Sonrasında, “Birlikte ama mutlu yaşayacağımız bir hayat bizim olsun mu?” diye sormuştum ve “Olsun,” deyişiyle başlamıştı her şey.

Şimdiyse bambaşka bir yolculuğa uçmak için kanatlanıyoruz. O her zamanki gibi kanatlarını daha cesur çırpıyor. Daha önce bir organizasyona katılmak için almış olduğu pasaport ve vizesi zaten hazır olduğundan aynı günün akşamına Berlin biletini alıyor. Önceden gidip hazırlıkları yapması benimse aylarca sürecek olan evrak işlerini tamamlayıp eşyaları dağıtarak evi de kapatıp gelmem yönünde karar alıyoruz. Daha düne kadar rutinin içinde boğuluyoruz diye şikâyet ettiğimiz hayatımızın bir gün içinde havaalanında vedalaşma noktasına gelmesini garipsiyorum. Pasaport kontrolünden geçip defalarca arkasına dönerek el sallıyor. Sanki sürüklediği bavulu değil de benim kalbim. Onun çektiği her yere yapışıyorum, sonra gelip geçenler üstüme basıyor.

“Dur gitme! Gitme de apartman yöneticisinin camına taş atalım!” diye bağıracak oluyorum, son kez ardına bakıp el sallayarak gözden kayboluyor.

Sonraki günler onsuz da geçiyor. Akreple yelkovanın amansız takipleşmesi sürüyor. Kimselere görünmeden bu apartmandan, bu şehirden, bu ülkeden gitmeye çalışıyorum. Her bir eşyayı farklı bir yere dağıtırken bu eve ilk geldikleri günü anımsıyorum. Benim kitaplarımı, onunsa plaklarını özenle yerleştirişimizi. Sokaktaki çöp kutusunun kenarına bırakılmış ince ahşap ayaklı koltuğu güç bela eve çıkarışımızı, anısını bilmediğimiz bu koltuğa kendi anımızı yazıp adına Müjgan deyişimizi ve onu koyduğumuz köşedeki gülüşlerimizi. Doğalgazı açtıramayışımızı ve uyku tulumlarıyla yattığımız geceyi. Balkonu rengârenk sardunyalarla donatıp Çingene düğünü gibi oldu deyişimizi…

Hepsinden sonra geriye koca bir boşluk kalıyor. Boş duvarlar, boş saksılar, boş dolaplar, boş bir ev… Elimdeki pasaportun içine tutuşturulmuş biletle iki saat sonra bunların tam tersi bir hayata uçacağım. Boş bir ben olarak küçük bir valiz, kimselere emanet etmeye dâhi kıyamadığım sekiz tane kitabım ve Mavi’nin plakları ile.

Artık yola düşme zamanı deyip evimizle vedalaşıyorum. Anahtarı kilitten çektiğim anda telefonum çalıyor. Arayan babam. Telefonumun arayan ekranında bu yazıyı görmeyeli bir seneden fazla oldu. Gidişimi öğrendi, engel olacak kesin diye düşünüyorum. Elim titreye titreye açıyorum. Tanımadığım bir ses, “Aileniz İbn-i Sina Hastanesi’nde gelseniz iyi olur,” diyor. Biletmiş eşyaymış unutup hastaneye koşuyorum. Mavi’yi bir yaşındayken kimsesiz bırakan aynı kader bu yaşımda beni buluyor. Hemen doktoru buluyorum. Kaza… (bulanıklık) çarpmanın etkisiyle… (bulanıklık) annenizi maalesef kaybettik… gözlerim kararıyor, devamını duymuyorum.

Nereye gitsem, “Dicle gibi bereket taşı gittiğin her yere,” diye uğurlardı beni annem. Sanırım sonradan gelen hayal kırıklığı bu umudunu öldürmüştü. İnsana ölünce merhum denir ya, umudun ölmüş adı da hayal kırıklığıdır. Annemle de vedalaşıyorum. Sonraki günler onsuz da geçiyor, akreple yelkovanın amansız takipleşmesi sürüyor.

Bir sabah uyanıyorum, telefonumda penceresinden rengârenk sardunyaların göründüğü bir fotoğraf altından “Günaydın” notuyla.

“Günaydın” yazıp gülümseyen surat ifadesiyle gönderiyorum. Sonra kalkıp kendi çiçeklerimi suluyorum. Benimle birlikte gidemeyenlerden “Frank Sinatra/Let Me Try Again” plağını pikaba takıp kahvaltıyı hazırlıyorum. Kazadan sonra beynine atan huysuz kan pıhtısıyla bir ölüden farksız hale gelen babama kahvaltısını yediriyorum.

“Bugün seni göl kenarına götüreyim mi?” diye soruyorum. “Tirşe maviliğini izleriz, mavinin en sevdiğim tonu.”

Susuyor.


Tuğçe Kozan

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page