top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü-Tuğba Korkmaz- Yol Geçmeyen Hanı

Saçım, yüzüm, en çok da ceplerim uçuşuyor. Ayaklarıma bakıyorum. Yoksunluktan gidecek yeri olmayan ayaklarıma ve hiçe dönüşmeden önce kendimi kapısında bulduğum yere. Gür sesli sanatçı isimlerinin yanıp söndüğü tabelada bu kez içimi büsbütün hüzünle dolduran utangaç, kimsesiz, göğe eşlik eden ıslak bir sözcük parlıyor. “SATILIK” Kırmızı harflerin her biri uygun adım komutu almış gibi sırayla kayıyor. Son harf de eklenince hazır ola geçiyorlar. Öylece duruyorlar bir zaman, sonra yine baştan sıralanıyorlar.

Kendimi yana öteleyip şehrin sessizliğini, ışıklarını, levhalarını bıraktım camdaki aksimin yerine ve montumu ters yüz edip ceplerimi savrulmaktan kurtardım. Başımı eğerek içeri girdim.

Renkli ışıklar elime, gözüme bulaştı. Kimsenin bakışına ilişemeyeceğim kadar derin muhabbette herkes. Beni de dinlemelerini istedim. İlk defa.

Birbirine komik hikâyeler anlatan, bazıları hiç durmadan somurtan insanları izlediğim kuytu masama baktım. Boş. Gereksiz konuşmalar yapacağım birini bulmak için kalabalığa doğru ilerledim. Birkaç adım ötede tuhaf bir laf itişi var. Yaklaştım.

“Deli misin kardeşim,” dedi, saçını arkaya atarak, “Burası yol geçmeyen hanı, bildiğin yere gitsene, buranın adamı değilsin belli ki.”

Kasketli adam, iri dudaklarıyla elindekini yudumlayıp barmenin önüne itti, “Boş, “ dedi, “Her şey boş.”

Kayarak gelen bardağı yakaladı barmen. “Boş, her şey boş,” dedi o da. Ağzını eğerek yaptı bunu. Dönüp önündeki bardakları yukarı astı sonra, şişeyi ahşap oyuktan aldı. Bardaklar ara ara vuran ışıkta takımyıldızı gibi parlıyor. Doldurup bıraktı kasketli adamın önüne deminkini, “Sus artık, sus! Sarıp durma aynı şeyleri.” dedi. Yüzüme baktı. “Tanıyor musun bunu?”

Duymazlıktan geldim, kuytu sandalyeme geçmediğim için kızdım kendime. Tekrarladı, “Tanıyor musun bunu?”

“Tanıyorum.”

“Yazık, kaçırmış herhalde.” dedi ampul gevşetir gibi elini havada sağa sola çevirerek.

“En son gördüğümde akıllıydı.” dedim.

Kasketli adam taburede sağa sola devirdi arkasını, başındakinin tereğini düzeltti. Ara sıra vuran parlak ışıktan yüzünü kaçırmaya çalıştı.

“Birine mi baktınız?” dedim laf kalabalığıyla. Elindeki bardağı görmezden gelip yanına oturdum.

“Aynısından ister misin?” dedi tanınmışlıkla. Yüzünü buruşturup barmene baktı. “Ama yok yok, sana da bağırmasın sonra bu kızgın adam?”

Barmenin gözleri büyüdü. Yumruğunu sıktı.

“Böyle yerleri bilmez o, hatta yadırgar bizim gibileri, geleneklerine bağlıdır?” dedim barmene, yatıştırmaya çalıştım. Siniri geçmedi. Göz ucuyla bana baktı. İki kaşımı kaldırıp işaret verdim. Aldı. Bardaklarla oyalandı yapmacıktan, dudaklarını kemirdi. Bu kıssada kaşla gözle anlaştığımıza şaşırdım.

“Köşedeki masaya geçeceksiniz herhalde?” dedi. Baştan aşağı süzdü.

Barmenin bakışları karımın gözlerine dönüştü nasıl olduysa, bakmak değil delip geçmek. Pantomim kopuyordur evin odalarında şimdi. Kendi kendine gülüp sinirden kuduruyordur. Kaşlarıyla umarsız, gözleriyle sorumsuz diyordur. Mahkeme kararını elinden alışımdaki sakinliğime delirmiştir. Ellerini havaya açıp perişanlığıma ilenir ve hiçbir şey olamadın, der en son. Buraya geldiğimi anlamıştır.

“Aynısından.”

“Nasıl?”

“Aynısından, kaçığınkinden yani…”

Cevap vermedi. İçeceği hazırlarken insan kafalarının arasından kuytudaki masamın boş olup olmadığını görmeye çalıştı.

“A evet. Öyleyse bu gereksizi de alıp köşeme çekileyim.” dedim. Anlayışına kaldırdım bardağı. Gülümsedi. Adamı daha fazla dinlemekten kurtulduğuna sevindi.

İçtekileri dökmek için herkesi sallanmaya çağıran şarkılardan biri çalmaya başladı. Kasketliye yanaştım. “ Hadi yaslan bana da şu tarafa gidelim.” dedim buranın samimiyetiyle. “Sesten hiçbir şey duyamıyorum.”

“Bilmiyorum, başka yer bilmiyorum.” dedi, iki elini bardağın yanında kavuşturdu. Başparmakları birbirine değmeden iç içe sonsuz daireler çizdi, henüz başlamadığı konuşmanın sonunu işaret eder gibi.

Koluna girip ayağa kaldırdım. Küçülmüş mü ne? Dün masasında öyle heybetli oturuyordu ki. Uzun uzun anlatmıştım kendimi yine, hala işsiz olduğumdan bahsetmiştim. Tabakasını açıp uzatmıştı. Ben alana kadar yükselen bakışlarıyla safir taşlı yüzüğü geçmişti incecik puroların üzerinden. Galata kulesi çakmağının tepesine basıp yakmıştı ağzımdakini. Sekreteri ceviz oymalı masasına hastane amblemli bir zarf bırakmıştı. İçindeki yazıyı okuyunca camdan dışarı uzatmıştı gözlerini, kafalarını yuvalarından çıkaran yavru kırlangıçlara dalıp gitmişti.

Dünkü merakımı gidereceğimi düşünerek omzunu sıkıca kavradım. İyice yaslanarak “Başka yer bilmiyorum.” dedi yine.

“Ben biliyorum.” dedim. Umutla suratıma baktı. “Aslında bir nane bildiğim yok.” dedim sonra. Duymadı. Duyurmadım.

Kuytu masama doğru ilerledik. Yanıp sönen tepe ışıkları tarafından fotoğraflanıyorduk sanki. Kadınların gözlerinden geçtik, ben isteksiz, o kurumlu. Bacakları bacaklarımızı okşadı, saçları yüzümüzü. Kokuları genzimize doldu. Tepsiler başlarımızın üzerinden geçip sağa sola taşındı. Bardaklar, tanımadığımız ellerden yüzümüze doğru yakınlaşıp uzaklaştı müzikle bir.

Sandalyeme yerleştirdim onu. Yan taraftan bir tane daha çektim.

“Bitti mi?” dedi, oturur oturmaz.

“Bitti.” dedim. “Özgürüm artık, işsiz, evsiz ve kadınsız.”

“Nerede kalacaksın?”

“Burada.”

“Ne kadar ?”

“Satılana kadar.”

“Her şey boş.” dedi. “Canın sağ olsun.”

“Biliyorum.” dedim, “Yıllar önce tesadüfen bu kapıdan geçmeseydin nalları dikmiş olacaktım.”

“Tesadüf.” Dedi. “O gün inandım tesadüflere.”

“Hayatımı sana borçluyum.” dedim.

“Sezen,” dedi, sahneye döndü yüzünü, “o gün arabamın önüne çıktı birden, seni işaret etti. Barın önündeki kaldırıma uzanmış inliyordun, sefildin. Birlikte seni hastaneye götürdük. Karın aradı o sıra, yanına gelmesini söyleyip hastaneden ayrıldık.”

“Bundan hiç bahsetmedi. Hiç tanışmadık ki bahsetsin, sadece sahneden tanıyorum onu. Sahi sen de hiç söylemedin.”

“Sen… Çok iyi bir eş olursun.”

“Nasıl?”

“Hem de çok iyi bir baba.”

“Anlamadım.”

“Onunla evlenir misin?”

“De-de- delirdin mi sen, aklını mı yedin? Ben, ben hiç baba olmadım ki.”

Kan beynime yürüdü. Gözlerim doldu, karım doldu gözlerime sonra, her zamanki alaylı konuşması. Salih bugün nereye gidelim hayatım, diyerek uzaklaştı sesi. Son harfindeki mırlama bütün hücrelerimi dolaştı. “Cehennemin dibine!”

Fark etmeden dudaklarımdan dökülen cümleye ağzını yaya yaya güldü adam. Kemerinin üzerinden aşağı yukarı inip çıktı göbeği, tükürüğü yüzüme nokta nokta yayıldı. İyice tiksindim. Tanımamış olmayı yeğledim.

“Nereye gitti aklın yine? Boş ver onu, bunu dinle.” dedi sahneye dönerek.

Sezen’e baktık. Gözleri yaklaştıkça yaklaştı. Boynundaki tüylü şeyi bir aşağı bir yukarı geçirdi kasketli adamın yüzünden. The Man I Love şarkısını söylemeye başladı. Sesi duvardaki uçurum tablosunun üzerinden geçti, kahkahalardan ve bravo nidalarından. Işıkların arasından sahneye doğru kaydı, yıldız gibi.

“Başka çarem yok.” dedi kasketli. Başparmaklarını çevirmeye başladı yine.

“Neden ben?”

“Çünkü.” dedi gözlerime bakarak “Bizim gibilerin bir tek şeye ihtiyacı vardır.”

“Nedir o?”

“Güvenmek. Sadece güvenmek.”

Yüzüğünü parmağından sıyırıp elime bıraktı. Cebinden çıkardığı kâğıda benim adımı, kendi adını ve ertesi günün tarihini ekledi. Boşluğu bol sıfırlı sayılarla doldurup montumun cebine sıkıştırdı.

Uzun uzun baktım yüzüğe. Karımın yüzü avucumun içine yerleşti. Sarıldı elime, hiç öpmediği gibi öptü parmaklarımı. Elimi kapattım. Hayallerim cebimden çıkıp sahneye doğru süzüldü. Kadın eğilip selam verdi. Alkış koptu.

“Başka çarem yok,” dedi kasketli, iyice yaklaştı kulağıma, “Yoksa her şeyi berbat edecek, bugüne kadar kazandığım her şeyi.”

Komiler bardaklarla tabakları toplamaya girişti. Herkes birer birer salondan ayrılmaya başladı. Bir an önce çıkmanın telaşındalar. Kasketli de…

“Hayatın değişecek. “dedi. “Bir süre kalırsın yanında, sonra istersen ayrılırsın.”

Sustum. Omuz omuza verip cılız mavi ışıkların arasından geçtik. Birbirine çarpan bilyeler gibi iki yana ayrılıp koridor duvarlarına vurduktan sonra yeniden yaklaşıp çıkışa kadar yürüdük böyle. Bahçe aydınlığını yitirmiş. Kızgın ellerden etrafa yayılan cam kırıkları değerli taşlar gibi parlıyor. Banka oturduk. Kapıdan çıkanları gözledim çaktırmadan. Kasketli ileriye bakıyor, zifiri karanlığa. Onunla göz göze gelmeye dayanamayacakmış gibi saklıyor gözlerini kapıdan. İki bacağının ortasından aşağı uzanan elleriyle boşluğu dövüyor.

Tablasını çıkardı. İçinden aldığının belini kırıp bana verdi, diğer parçasını karanlık çimlere fırlattı. Manyetodan çıkan alev yüzümüzü açığa vurdu. İnsanlar şemsiyelerini kapatıp arka arkaya sıralanmış taksilere istiflendiler. Egzoz seslerine karıştı suskunluğumuz, ağlayıp gülmelere ve oda numaralarına. Tatlıcı tezgâhını toplarken halkalardan birini kasketli adama, diğerini bana uzattı. İki adam merdivenin tepesinde söylene söylene ışıksız tabelayı sökmeye devam etti. Konuşmadık, adımlarımız hevessiz bir yolculuğa çıkar gibi ilerledi. Üçümüz siyah otomobille uzaklaşırken Sezen’in gözlerindeki yeşilliğe baktım.

“Tatlı ister misiniz?”


Tuğba Korkmaz

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page