top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Tuğrul Karataş- Altın Bardak

Yaş yetmiş, iş bitmiş, derler. Öyle midir gerçekten? Öyleyse endişelenmeye başlayabilirim. İşim biteli iki yıl oluyor. Uzatmaları oynuyorum. Hakem her an düdüğü çalabilir. Yağız Alp böyle düşünmüyor ama. Onunla arkadaşmışım gibi beni her oyuna dâhil etmeye, hoplatmaya, zıplatmaya çalışıyor.

“Hadi dede! Geç kaldın! Onu öyle koymayacaksın, topu bana hızlı at, koşarken geri kalma.” Olur yavrum, geri kalmam. Oynamaya çalışırım senin için. Top bir orada bir burada. Olur mu canım, böyle oynamak. Hareketlisin tabii sen kerata. Koş oğlum, koş. Benim yerime de koş. Bu yaşlı adamın değil koşmak hareket etmeye bile gücü yok artık.

“Hadi dedeee!”

En iyisi televizyonu açmalı bu çocuğa, böyle olmayacak. Oğlan, “Olabildiğince az aç televizyonu baba, telefon hiç verme,” diyor. Olur paşam, olur. Gelin kızmasın sonra değil mi? Sahi, nerede onun ailesi? Sormazsın tabii sen. Ben bakıyorum ya. Herkesin keyfi gıcır. Kimse rahatından olmasın. Uzatmaları oynayan adamı böyle oyalayın siz.

“Dede televizyonnn!”

Dur oğlum, önce yiyecek bir şeyler vereyim. Sabah alelacele bir şeyler yedirmiştir bunlar sana. Yarım saat sonra gelirsin, acıktım, diye. Yaşlandıkça koridorlar uzuyor sanırım. Git git bitmiyor. Mutfağa girmeden, altın yaldızlı çerçevede Neriman Hanım’la karşılaşıyoruz.

“Ah Nerimancığım, görüyor musun halimi? Bırakıp gittin beni. Bu adam ne yapar, diye düşünmedin hiç.” Düşünemezdin, tabii. Hiç aklına gelir miydi, Yağız Alp’i bana bıraksınlar. Bakıcı çok pahalıymış. Hem güven de olmazmış. Her gün haberleri izlemiyor muymuşum. İzlemiyorum efendim. İnsanın canını sıkmaktan başka ne işe yarıyor ki onlar?

“Dedeee ananem nereye gitti?”

Görüyor musun Nerimancığım? Yağız Alp, nasıl da seni soruyor. Eee bellettim seni. Öğrensin çocuk. Okulda, Hayat Bilgisi defterine güzelce yazsın ismini.

“Attaya gitti, güzel torunum.”

“Orası güzel mi?”

“Güzel ne kelime, cennet cennet. Dur sen bilmezsin şimdi. Sürekli oyun oynanan ama hiç yorulmadığın bir yer düşün, öyle bir yer.”

“Ben de oraya gitmek istiyorum.”

Bak sen kerataya, sıramı kapacak. Var mı bende o göz? Nerimancığımı çok bekletir miyim ben? “Sen sonra,” diyorum. “Herkes buraya sırayla gidecek. Senin için daha çok zaman var.”

“Dede polisçilik oynayalım mı?”

“O nereden çıktı şimdi?”

“Sen hep oynamışsın ama.”

Polis olduğumu biliyor. Oynayalım da oynayalım. Yok efendim, sen suçlu olamazsın. Bu saatten sonra ben de polis olamam. Gönderiyorum içeriye Yağız Alp’i. Mutfağa geçiyorum sonra. Bir şeyler hazırlayayım, benim de karnım acıktı.

“Dedeee, dedeee!” Bugün bana rahat yok belli ki. Koştura koştura geliyor Yağız Alp. “Babammm,” diyerek elindeki telefonu uzatıyor. Alıyorum.

“Efendim?”

“Baba nasılsın, ne yapıyorsun?” Beyimiz hâl hatır soruyor. Aferin.

“Yemek hazırlıyordum Yağız Alp Bey’e.”

“Şey…” Allah Allah, niye duraksıyor bu? Ceza mı yedi yoksa gene? Çevirmeye mi takıldı?

“Ne oldu oğlum, çevirmede misin?”

“Yok yok. Haberleri izledin mi diye soracaktım.” Biliyor benim artık haber izlemediğimi. Var bunda bir iş.

“Hayır, izlemedim. Ne oldu?”

“Mehmet B. Şili’de bir otel odasında ölü bulunmuş.”

Mehmet B. Şili’de ölü bulunmuş. Bir otel odasında. Oğlanın dediklerini idrak etmek için tekrar ediyorum içimden.

“Emin misin?”

“Cebinden nüfus cüzdanı çıkmış. Ekrana verdikleri fotoğraf da benziyor.”

Hay Allah, sabah sabah aldığım habere bak. Mehmet B. ölmüş demek. Kapatıyorum telefonu. İçeriye geçiyorum. Yağız Alp nerede? Koltuğun arkasına saklanmış. Telefonumu veriyorum. Oyalansın biraz. Bunun için de bir şey demezler artık bana. Bu haber her şeyden önemli. Kumandayı arıyorum bir süre. Koltuğun arasına sıkışmış. Nerede bu haber kanalı? Tamam, işte oldu…

Ekranın köşesine bantla yapıştırılmış gibi duran bu yüzü tanıyorum. Şüphe yok. Mehmet B. bu. Alnındaki çizgiler buradan bile belli oluyor. Kulakları, bırakın gideyim dercesine sarkmış. Saçları dökülmüş. Değişmeyen tek yeri gözleri olmuş. Gözler. Bakışlar. Unutur muyum hiç ben bu bakışları. Oğlanı arıyorum tekrar. “Doğru bilmişsin, oymuş,” diyorum.

“Boş ver baba. Herkesi delirtti, sonunda kendi de gitti işte.”

“Öyle.” Duraksıyorum biraz.

“Sen nasılsın? Bir sıkıntın yok değil mi?”

“Altın bardak hâlâ bulunmadı.”

“Amaaan baba, öyle bir şey yok. Uydurup gitmiş işte.”

“Doğru diyorsun.”

Konuştuk bir süre daha. Yağız Alp’i bahçeye çıkartacakmışım. Emredersiniz efendim. Çıkartayım. Evi batırıyor. Biraz da bahçeyi batırsın. Ama Yağız Alp kirlenmesin tabii. Nasıl mümkün olacaksa. Neredesin bakayım sen. Yine koltuğun arkasından saklanmış kerata.

“Haydi bakalım, bahçeye,” diyorum. “Oleyyy,” diye bağırarak koşup gidiyor.

Yağız Alp bahçede oynayadursun, ben de kendime bir sandalye çekiyorum. Havalar iyice ısındı. Faydalanmak lazım. Yemeğini unutmuyorum tabii bu sırada. O kadar bunamadık. O yiyedursun benim aklım Mehmet B.’de. Kırk yıl oluyor onu görmeyeli. Hey gidi, demek sonun böyle olacaktı. Bir otel odasında gebermek. Bazı şeyleri unutmaya başlasam da o gün dün gibi hatırımda hâlâ.

Gece nöbetine kalmıştım. Çekirdek çitliyorduk arkadaşlarla. 03.41’te geldi ihbar. -İnanır mısınız, saati bile unutmadım.- Oflaya puflaya hazırlandık. İhbar, evimin olduğu mahalleden geliyordu. Hemen iki sokak ötede. Gecenin bir yarısında dışarı çıkacağım için canım sıkılmıştı. Görev görevdi tabii. Gittik. Olay yerinde bir gözü kapalı, uykudan uyanamamış insanlar, ışığı bulunduğu sokağı neredeyse aydınlatacak gibi bir yanıp bir sönen ambulans, pencerelerde tek tük ışıklar vardı. Bahçe kapısının önünde bulunan kalabalığı yarıp içeri girdik. Yarı baygın bir adam, başında sağlık görevlileri, “Bittim ben, bittim ben,” diye sayıklayıp duruyordu. Bizi görünce ayağımıza kapanır gibi yaptı. “Aman memur beyler, bana yardım edin. Ocağıma incir ağacı diktiler,” diye sızlanmaya başladı. Sorduk, soruşturduk. Komşular, feryat figan bağıran bir kişinin sesine uyandıklarını söylediler. Başka da bildikleri bir şey yoktu. Ne koşuşturan biri ne de bu saatlerde geçen yabancı bir araba. Mehmet B.’yi -Bu sırada söylediler adını- böyle perişan bir halde görünce de hemen ambulansı ve polisi aramışlardı. Belli ki bir sıkıntısı vardı bu adamın. “Ambulans tamam da bizi niye aradınız?” diye sorduk. Gece gece uykum da açılmıştı. Canım sıkıldı. Neriman da uyanmıştır belki. Şu gürültü patırtı bitince bir yanına uğrayayım, diye düşündüm. Ama komşular, “Siz gelmeden önce, Evime hırsız girdi komşular, yetişin, diye bağırıyordu bu bey, o kadar telaşlıydı ki, ihbarı yaparken söylemeyi unutmuşuz,” diye sorumuzu yanıtladıklarında, gecemizin içine edildiğini anladım. İşin ilginci bu beyi tanıyan da yoktu. Ben de tanımıyordum. Mahalleye taşınalı iki hafta olmuş. Öyle söylediler.

Bu sırada geceliğini sıkı sıkı örtünen, mahallemizin bir numaralı dedikoducusu Melahat teyze pencereden bağırdı. “Metin oğlum, sen misin? Al götür şu uğursuz herifi buradan, iki haftadır ne uykumuz ne düzenimiz kaldı, hep bir ses, hep bir ses, bıktık vallahi.”

“Ne sesi Melahat teyzecim?” dedim. Bu gecenin en büyük kazancı benim için bu an olabilirdi. İçimden, haydi Melahat teyzecim konuş sen, konuş da Neriman hakkında dediklerin için hesaplaşalım, diyordum. Konuştu tabii. Durur mu?

“Sorma oğlum, sürekli bir müzik sesi geliyor. Kim bilir ne yapıyorlar içeride. Geldiğinden beri huzurumuz kalmadı. Sen bir şeyler yap şu adama.”

“Melahat, ne yapıyorsun kız, gir içeri!”

Ah be Cemal amcam severim seni ama çok geç. Hem Melahat teyze bunu çoktan hak etti.

“O zaman bizimle geleceksin Melahat teyze, ifadeni alacağız,” dedim. Bunu duyunca Melahat teyzenin gözleri açıldı bir anda. “Yok yok,” dedi. Hemen içeri girdi. Kapattı ışıkları. Eee her şeyi biliyor sonuçta. Biraz da bu konu hakkında konuşsun. Şu sızlanıp duran adamı, tek başıma çekemeyecektim gece gece. Bana direnirdi Melahat teyze. Bu yüzden onu almaya arkadaşlarımı yolladım. Mehmet B.’nin yanına gittim. Biraz kendine gelmiş gibiydi. Sağlık ekipleriyle konuştum. Korkulacak bir durum yoktu. Gönderdim onları. Ortalık biraz sakinleşince mahalleli de yavaş yavaş dağılmaya başladı. Yarınki mesailerinde bu konu hakkında biraz daha konuşmak isteyen, meraklı birkaç kişi kaldı sadece. Ev de kontrol edilmişti. Ters bir durum yoktu. Mehmet B.’ye karakola gideceğimizi söyledim. “Tamam,” dedi. Dünden razı gibi hemen ayaklandı. Gecelikleriyle hâlâ gelmeyeceği umudunu taşıyan Melahat Teyze vardı bir de. Yok yahu kambersiz düğün olur mu hiç? Gel sen de Melahat Teyzecim, nöbetimizi tamamlayalım diye içten içe eğlendim.

“Dedeee yemeğimi yedim. Oynayabilir miyim?”

“Oyna tabii kerata.”

“Ama sen de gel.”

Karakolda hemen bir ifade yazımına başladık. Mehmet B, üniversitede öğretim görevlisi olduğunu, iki hafta önce E. mahallesine taşındığını belirtiyordu ifadesinde. Mahallede, bakkaldan başka ismini bildiği kimse yokmuş. Bu iki haftada işleri dolayısıyla sadece geceleri geliyormuş eve. Bu gece de geç saatlerde gelmiş. Aslında gelmeyecekmiş, arkadaşında kalıyormuş. Sabah yedide de bir Avrupa seyahatine çıkacağından dolayı birkaç parça eşya almak için dönmüş eve. Bu sırada fark etmiş parasının çalındığını. Epey yüklü bir miktarmış. -Önemli bir proje için biriktiriyormuş- Sonra kendini kaybetmiş. Mahalleyi ayağa kaldırmış.

Kısaca böyle diyordu Mehmet B. Şüphelendiği bir durum ya da kişi olup olmadığını sordum. Elleriyle karşıda duran Melahat teyzeyi gösterdi. “Şu teyzenin belirttiği müzik sesleri, onları ben de duyuyordum eve geldikçe memur bey. E. Mahallesi, siz de bilirsiniz eskiden Ermenilerin yerleşim yeriydi. Üniversitede konuştuğum arkadaşlar, bu mahallenin topraklarında altınların gömülü olduğunu söylüyorlardı. Tabii ne kadar doğrudur, bilemem. Bunlar şehir efsanesi de olabilir. Belki de bu altınların peşinde olanlar, benim evimi soymuş olabilirler. Şimdi hatırlıyorum. Geçen gün bahçemde bir çukur fark etmiştim. Eğer bir şey bulamadıysalar en azından boş dönmemek için hırsızlık yapmış olabilirler.”

Allah Allah, neler diyordu bu adam. Evet, bizim mahalle eski bir Ermeni mahallesiydi. Ama hiç öyle altınmış, hazineymiş bir şey duymamıştık.

“Oğlum, bunun evinden geliyordu müzik sesi, bakma öyle dediğine, eminim ben,” dedi Melahat teyze. Cemal amcam ne yapsın, gece vakti karakolda bile susturamıyordu kadını. İşimizi bitir de gidelim, diye bakıyordu bana. Bu kadarı yeterdi bence de. Tam uyduruk bir ifade alıp gönderecekken, “Altın bardağı da mı duymadınız?” dedi Mehmet B, bir yandan çayını yudumlarken.

Melahat teyzeye baktım. O duymamışsa kimse duymamıştır zaten. “Yok,” dedim. Şaşırdı Mehmet B. “Haddim değil ama bence bu meselenin üstüne düşün, altın bardak da çok duyduğum bir söylentidir, dönemin en zengin Ermeni ailesinde bulunuyormuş. Tek başına paha biçilemez bir parça. Kim bilir, belki de yanlarında götürmüşlerdir,” dedi. “Bence kesin define avcılarının parmağı var bu işte.” Ses tonuna bir gizem katıyordu bunları söylerken.

Bizimle eğleniyor muydu bu adam? Bir an Melahat teyzeyi tanıdığını düşündüm. Şimdi mahallede günlerce Ermeniler, altınlar konuşulacaktı. Aslı astarı olmayan söylentiler, milletin ağzında sakız olacaktı. Mehmet B’ye kızdım, içimden.

“Oğlum, bu altın bardak da neymiş?” diye soracak oldu Melahat Teyze. Cemal amcaya baktım. Sabrı tükenmek üzereydi artık. Onu daha fazla üzmek istemedim. O dakika bizim ekip otosuyla eve gönderdim onları. Sabah olmak üzereydi.

Mehmet B’ye bu durumdan bir şey çıkacağını sanmadığımı söyledim. Çalınan eşyaları için bir gelişme olursa haber verecektim.

“Dediğim gibi bu sabah,” saatine baktı, “aslında bir buçuk saat sonra uçağım var. Şimdi taksi bulamayabilirim. Sizden rica etsem, beni havalimanına bırakabilir misiniz?”

Hay Allah, doğru, uçağından bahsetmişti. Avrupa’da ne kadar kalacağını sordum. “İki hafta,” dedi. Parası çalınmış bir adama, başının çaresine bak denmezdi. Tutanakları son bir kez gözden geçirdim. Olay yeri, görgü tanıkları, yazılı ifadeler, her şey tamamdı. Geriye define avcılarını bulmak kalmıştı. İçimden gülmek geliyordu, bunu düşünürken.

Sonra yola koyulduk. Mehmet B’yle evine geldik. On dakika içinde hazır olacağını söyleyerek evine gitti. Ben de arabanın içinden çıktım. Dışarıda ayaz vardı. Montuma sıkı sıkı sarındım. Sokakta bir havyan hareketliliği bile yoktu. Melahat teyzenin penceresine baktım. Kapalıydı. Çoktan uyumuşlardır. Gerçi Melahat teyzeye belli olmaz. Düşünüp durmuştur o bütün gece. Yarın kim bilir neler yumurtlayacak? Allah’tan yanındaydım, eve gidince Neriman’a işin aslını anlatırdım. Neriman. Hay Allah. Yanına uğrayayım, diyordum bir de. Neyse havalimanından sonra eve geçerim artık, diye düşündüm.

Mehmet B geldiğinde, uçağının kalkmasına çok az bir vakit kalmıştı. “Neden bu kadar geciktin?” diye soracaktım ama vazgeçtim. Sanki uçağa geç kalacak olan bendim. Bir de bir iki parça eşya alacağını söylemişti. Yanında koca bir bavul vardı oysa. Sinirlerim zıplamaya başladı. Hızlıca havalimanına sürdüm arabayı. Geldiğimizde, Mehmet B bir ricada daha bulundu benden. “Memur bey, sanırım kapılar kapandı, rica etsem beni içeriye aldırır mısınız?” Gece gece çattık bu adama da. Beyefendinin özel şoförü olduğum yetmezmiş gibi bir de içeriye sokacaktım. Aman neyse ne, şu işi de yapayım, defolup gitsin. Zaten gecenin içine yeterince etti. Tam olsun. Yeter ki düşsün şu adam yakamdan.

Yalnız, içeride anladım durumu. Mehmet B’nin yardım istemesi normaldi. Görevli Nuh diyor peygamber demiyordu. “Şu dakikadan itibaren geçirmem yasak,” diye tutturmuştu. Uykusuzluğun etkisiyle iyice sinir olmaya başladım. “Yahu sen benim kim olduğumu biliyor musun birader?” dedim. Daha doğrusu demişim, sonradan o görevliyle konuştuğumda hatırlatmıştı bunu bana. Hayret, hiç huyum değildir böyle konuşmak. Farkında olmadan yaptığım bu blöfü yemiş o da. Cihazın yanından usulca geçirdi sonra bavulu. Bir şey olursa sorumlusu bendim. Yahu milyonlarca insan gelip gidiyor, ne olacak, iki don atlet görmeye bu kadar meraklı mıydı bu adam?

Mehmet B. yaptığım iyilik karşısında yerlere eğilecekti neredeyse. “Bir gelişme olursa sizi bilgilendiririm,” dedim. Karşılık olarak, “Altın bardağı unutmayın sakın,” dedi. “Başkaları bulmadan…” Koştu sonra uçağa binmek için. Son kelimelerini duyamadım.

“Dede hadi birlikte oynayalım,” diye topu uzağa atıyor kerata.

“Dedeyi çok yormayacağız ama tamam mı?”

Ama dinleyen kim. Oradan oraya koşuşturmaya başlıyoruz bile. Yağız Alp önde ben arkada. Bir topun peşinde koşturuyoruz. Çok geçmeden yoruluyorum. Oyuncu değişikliğine gitsek olmaz mı acaba? Benim çıkma zamanım çoktan geldi.

Beklediğim gibi oldu. Ertesi gün ve sonraki günlerde, mahallemizin bir numaralı gündem maddesi Ermenilerin bırakıp gittiği altınlardı. Melahat teyze, sağ olsun, bire bin katarak anlatıyordu duyduklarını. Fırsatı kaçırmadı tabii. Mahalleden komşular, karakoldan arkadaşlar, kahveden tanıdıklar sorguya çekmeye başladılar beni. Gördükleri yerde durduruyorlardı. Mehmet B’nin anlattıkları doğru muydu? Müzik sesinin kaynağını bulmuş muyduk? Altın bardak varmış, bir de benim evimin altındaymış güya. Hiç çaktırmıyormuşum. Ne zaman kazacakmışım bahçeyi? Sakız olmuştuk milletin ağzında. Pişman olmuştum o gece Melahat teyzeyi karakola götürdüğüme.

İşin ilginci Mehmet B. iki hafta geçmesine rağmen dönmemişti. Dönsün de şu dedikodular bitsin istiyordum. Hırsızlık olayıyla da ilgili kayda değer bir gelişme yoktu. Hırsızların geçebileceği yerlerde bulunan kameraların hepsini kontrol etmemize rağmen en ufak bir hareketlilik tespit edemedik. Görgü tanıkları da o saatlerde geçen bir araba görmemişlerdi. Uykusu en hafif olanı bile uyandıracak bir ses duyan yoktu. O halde kimdi bu hırsızlar? Mehmet B. kendi durumunu merak etmiyor muydu acaba? İşleri yoğun olsa gerekti. Yoksa o gece ağlayıp sızlayan adam, mutlaka durumun akıbetini merak ederdi.

Gideli üç hafta olunca, hocalık yaptığı üniversiteye gittim. Gidişinden beri bir kez bile aramamıştı. Vardı bunda bir iş. Yoksa başına bir iş mi gelmişti oralarda? İlk şoku, ikram edilen kahveyi yudumlarken yaşadım. Mehmet B’nin üniversiteyle bir ilişkisi yoktu. Acaba karıştırdım mı, diye tek tek baktım diğer üniversitelere. Bir kaydı yoktu. Hiçbir yerde. İşte bu anda bir şeyler olduğunu anladım. Ama neydi olan, bilmiyordum. Durumu hemen üstlerime bildirdim. Hava yolu şirketine ulaştığımda, Mehmet B’nin o sabah Avrupa’ya değil Güney Amerika’ya gittiğini öğrendim. Uçak Fransa’ya yerine Kolombiya’ya uçmuştu. İşler sarpa sarıyordu. O gün ihbara kim gittiyse suçlu gibi sorguya çekilmeye başlandık. En çok başı ağrıyacak olan ben gibi duruyordum. Havalimanı. Doğru, havalimanında acil uçağa ben göndermiştim Mehmet B’yi. Bavulunda neler vardı? Hiç bakılmamıştı. Gizlice içeri sokulmuştu. Mesele giderek büyüdü. Mahallenin sınırlarından ülkenin sınırlarına yayıldı. Haberlere konu olunca da açığa alınmam kaçınılmaz oldu. Benim için büyük bir utançtı bu. Suçum üniversite hocası sandığım, parası çalınmış birine yardım etmekti. Oysa onunla iş birliği yaptığım konuşuluyordu o zamanlar. Bir süre eve kapandım. En azından, soruşturma sonuçlanana kadar evden çıkmayı düşünmüyordum.

Sonrasında bulaşıcı bir hastalık gibi E. Mahallesi’ni saracak olan delirmelerin ilk haberi geldi. Mahallenin en zengini, apartmanlar sahibi Orhan Amca. Nice zamandır evin altını kazıyormuş. Kazdığı yerler bomboş çıkınca, “Kendi mezarımı kazdım, burada uyuyacağım artık,” diye tutturmuş. Hastaneye yatırmaktan başka çare kalmamış. Söylenenlere göre durumu da hiç iyi değilmiş.

Ne oluyor demeye kalmadan, Cemal amcayı götürmüşler ertesi gün. Onun da evde kazmadığı yer kalmamış. Melahat teyze durur mu? O da destek veriyormuş bu işe. Mehmet B boşuna mı kiralamış o evi, iki hafta sonra kaybolmuş ortalıktan. Götürmüş o evdeki altınları. Kim bilir daha hangi evlerin daha altında neler vardı. En son Cemal amca, Melahat teyzenin boynuna sarılmış. Altınların yerini biliyorsun, çabuk söyle, diye. Komşular yetişmese o dakika gidecekmiş Melahat teyze tahtalıköye.

Bakkal Muhittin abi. Nereden duyduysa şimdi bakkal olarak işlettiği yerin eskiden kuyumcu olduğunu öğrenmiş. Mahalledeki bütün çocukları örgütlemiş. Cips, kola, çikolata karşılığı hepsini çalıştırmış. Sonunda dükkânda verecek yiyecek, ortalıkta da kazacak bir yer kalmayınca, fıttırmış o da. Kendi başına yolları kazmaya çalışırken götürmüşler.

Bunlar en çok konuşulanlardı. Meğer inanan inanmayan herkes evinin bir köşesini kazıyormuş bu sırada. Biz üç aile oturuyorduk binada. Zemin kattaki dairede bulunduğum için birkaç sefer teklif ettiler, evin altını kazalım, diye. Geri yolladım. Zaten işler çığırından çıkmıştı. Haftada bir ambulans eksik olmuyordu mahallede. Soruşturmanın sonucunda suçsuzluğum kanıtlansın da görevime geri döneyim, diye düşünüyordum. Delirmeye niyetim yoktu. Sonra…

Toptan sıkılınca, “Dedeee ben çiçek ekmek istiyorum,” diye elinde bir papatyayla –nereden bulduysa- geliyor Yağız Alp. Toptan arta kalan vaktimizi bahçıvanlıkla dolduralım bakalım. Hem ben de hevesliyim bu sefer. “Gel beraber ekelim,” diyorum. Ama mızmızlanıyor beyefendi. Onun toprağına karışmayacakmışım. İyi, ben de kendime krallık kurarım şurada. Orada oyalanırım. Saate bakıyorum. “Çok oyalanmak yok ama az sonra içeri gireriz,” diyorum.

Sonra bir video çıktı ortaya. Mehmet B’nin her şeyi itiraf ettiği bir video. Kaç kez izlediğimi şimdi bile bilmiyorum. Taşındığı evin altında altınlar olduğunu belgeleyen bir kâğıt geçmiş, Mehmet B’nin eline. Bir nevi filmlerde izlediğimiz, kitaplarda okuduğumuz define haritası gibi bir şey. Bunu nereden bulduğunu söylemiyordu. Önce inanmamış, yine de denemeye değer bulmuş. İşin ucunda yüklü miktarda para varmış çünkü. Müziği, evin altını kazarken ses duyulmasın, diye kendisi açıyormuş. Önce Melahat teyzeden sonra tüm mahalleden özür diliyordu bunun için. O gece bilerek evine hırsız girmiş gibi davranmış, böylece yüklü bir miktarda altınla havalimanına daha güvenle gitmeyi planlamış. Uçağa ucu ucuna yetişerek önemli bir engeli de aşacakmış. Bu şekilde altınlar da cihazda görünmeyecekmiş. Bunun için de başta benden olmak üzere tüm polis teşkilatından özür diliyordu. Bunun elbette zor olacağını biliyormuş ama şans melekleri o gece yanındaymış. Sanırım bu şans meleği bendim. Soruşturma altında olduğumu öğrenmiş. Tamamen suçsuz olduğumu, beni hayatında ilk defa o gece gördüğünü tüm samimiyetiyle söylüyordu. Bu videoyu da bunları düzeltmek için çekiyormuş zaten. Kimsenin eşyasına dokunmadığını, eğer insanın kendi evini soyması suçsa suçlu olduğunu ekliyordu. Suçsuz olduğunu düşünüp neden böyle bir işe kalkıştığına gelince, elini kolunu sallayarak gideceğini düşünmüyormuş. Bu altınların peşinde olan birkaç kişi daha varmış çünkü, o biraz daha hızlı hareket etmiş sadece. Videonun sonunda polislere ve mahallelilere verdiği zarardan, söylediği yalanlardan ötürü tekrar tekrar özür diliyordu Mehmet B. Bir daha Türkiye’ye dönmeyeceğini üzülerek ekliyordu.

Demek o gece içten içe dalga geçtiğim her şey doğruydu. Mehmet B’nin şüphelendiği hırsız, bizzat kendisiydi. Altınlar gerçekti. Hepimizi kandırmıştı. Yaşadığım şoku atlatmam birkaç günü aldı. Soruşturmam da tamamlanmıştı bu sürede. Temize çıkmıştım. Olayı ilk fark eden kişi olarak üstlerime bildirmem de temize çıkmamda önemli bir rol oynadı. Hiçbir yerde Mehmet B ile bir ilişkim saptanmamıştı. Zaten Mehmet B de açık açık her şeyi anlatıyordu. Kibar hırsızımız beni unutmamıştı sağ olsun.

Mahalleye ne oldu dersiniz. Ne olacak? Mehmet B’nin videosundan sonra işler daha da karışık bir hal aldı. Önceleri şüphe duyulan altınların varlığı kesinleşti. Neden kendi evlerinde olmasındı? Öncekinden de beter bir halde kazı işleri başladı. Bu sefer ayan beyan yapılmıyordu ama haberleri alıyorduk. Delirmeler haftada bir yerine iki üçe çıktı. Mahallede neredeyse sağlam adam kalmadı. Birkaç kişi yüklü miktar para karşılığında evlerini satıp gitti. Bana sorarsanız en iyisini yaptılar. Çünkü evi alanlar da bir ay demeden ambulansla ayrıldılar mahalleden. Delilik eskiden bedavaydı, şimdi paralı oldu anlayacağınız. Benim yanıma da geldiler. Gelmezler mi? Kaç paralar teklif ettiler. Oralı olmadım. Baba evi, tüm bir çocukluk satılıp da gidilir miydi? Sağ olsun, Neriman hep arkamdaydı. Daha bu işe girip de hayırlı çıkan görmemiştik.

Yalnız, videoyu tekrar tekrar izlediğimde bir şey fark ettim. Mehmet B her şeyi açık açık itiraf ediyordu ama o gece karakolda söylediği altın bardaktan hiç söz etmiyordu. Mahallede bununla ilgili bir dedikodu da yoktu. Herkes çil çil altınlara odaklanmıştı. Hayret. Gerçi Melahat teyze yoktu. Yoksa kaçar mıydı ondan? Cemal amcanın durumu hâlâ aynıydı. Melahat teyze de başında. Neyse, o başında dursun. Mahallenin durumu kazanda dolaşan mikserden farksızdı. Bir de o gelirse ne olurduk?

Keşke gelseydi. Gelemedi. Gelemediler. Orhan amcanın, Cemal amcanın vefat haberleri geldi, kendileri yerine. Melahat teyzeyi huzurevine götürdüler. Bakkal Muhittin, her şeyi satıp taşındı. Koskoca E. Mahallesi zamanla tüm canlılığını yitirdi. Bulaşıcı hastalık gibi mahalleyi saran delirmelerin yıkımı ağır oldu. Nasıl altın haberleri hızlıca yayıldıysa bu mahallenin uğursuzluğu da çabuk yayıldı. Üç harflilerin mahallesiydik artık biz. Başka yerdeki Melahat teyzeler sağ olsun. Böylece kimse uğramaz oldu. Yıllar geçti.

Şimdilerde bu da unutuldu galiba. Geçenlerde biri adres sorarken E. Mahallesi burası mı, demişti. Zamana direnebilene aşk olsun.

Mehmet B, Herkesi delirttin, sonunda kendin de gittin demek. Dur bekle, benim de vaktim kalmadı. Bir geleyim oraya, suratına nasıl tüküreceğim, gör bak!

“Dedeee bak, kazdım kazdım, ne buldum?” İçeri geçmeye hazırlanırken, uzaktan koşa koşa geliyor kerata. İlla gösterecek bulduğunu. Gelin de kızsın tabii bana, çocuk nelerle uğraşıyor, diye. Hay Allah, bu da ne böyle? Sapsarı bir bardak. Kadeh gibi. Çamuru üstünde hâlâ. Yoksa bu… O olabilir mi? Ne demişti Mehmet B, havalimanında uçağa giderken. “Altın bardağı sakın unutmayın.”

Yağız Alp, elinde sallıyor durmadan.

“Dedeee ben susadım, su içebilir miyim?”


Tuğrul Karataş

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

コメント


bottom of page