1
Gazetelerde bile yazmayan havadisleri Aleko’dan dinleyen Eşref, bir süredir odanın kapısında Akif’in misafirinin gidip gitmediğini anlamaya çalışıyordu. Sabahın bu saatinde gelen misafirin eve girişini görmemişti. Bir görev verilse mutlaka Akif kaldırırdı onu yataktan. Çaresiz bekleyecekti. Akif, olmadık zamanlarda rahatsız edilmekten hoşlanmazdı çünkü. Eşref bunu birkaç kötü tecrübeden sonra öğrenmişti. Bazen deney yaparken yukarıdan seslenirdi Akif. O zaman da Eşref ortalarda görünmemeye çalışırdı. Farelerin yerinde olmaktansa bir süreliğine jurnalcilerin arasına girmeye çekinmezdi.
Tık.
Kapıdan gelen mekanik bir ses. Eşref anlamaya çalıştı. Sonra kapıyı açmaya çalışan ama açamayan misafirin çabasını gördü.
Tık.
Kapı açıldı. Misafir, Eşref’i görünce duraladı. Sonra hafif bir baş selamıyla yanından geçti. Akif’e baktı Eşref. Gülüyordu. “Dostum, neye bu kadar şaşırdın, buna mı?” derken tekrar, “tık, tık” sesleri geldi. Şimdi anlamıştı. Bir kilit sistemi. Nasıl yapmıştı bunu? Akif hâlâ gülüyordu. Eşref’in suratını görünce açıklamaya girişti.
“Kolay olmadı tabii, on beş gündür bu düzeneği kurmaya çalışıyorum, misafirimize kısmetmiş. Daha da gelmez zaten.”
“Bu saatte bu misafir de kimdi?”
“Hafiyelik öyküleri yazan bir gazeteci. Geçenlerde karakoldan rica ettiler, gelmez diye bu saate randevu verdim. Geldiğine göre işinde ciddi. Başımdan geçen olayları anlatmamı istedi benden. Anlattım.”
“Anlattın mı?” dedi Eşref şaşırarak. Akif, davaları hakkında kimseyle konuşmazdı.
“Yani uydurdum,” diyerek güldü Akif. Sonra, “Dur, lakabı da hazırmış kahramanının: Amanvermez.”
“Güzelmiş,” dedi Eşref. “Maceralarını okuyacağız desene.”
Elini boş ver anlamında salladı Akif. “Evet, nedir son havadisler?”
Eşref elinde bulunan not kâğıdından okumaya başladı:
“Bir hafta önce hiçbir neden yokken kaybolan iki kişinin akıbetleri belirsiz hâlâ. Bununla ilgili bize bir görev verilmedi. Sanıyorum başka birine teslim ettiler.”
“Kim oldukları belli mi?”
“Nazırlıklardaki basit işlerde görevli iki memur. Onlarla birlikte Karakolda beş kayıp vakası var.”
“Başka?”
“Beyoğlu’ndaki silahlı çatışmanın sonucu belli oldu. Aynı kadını seven iki kişinin vuruşması. O civardaki külhanbeyleri de olaya dâhil olmuş. Bu davayı almadığın iyi oldu anlayacağın. Bir de…” Notlarına baktı Eşref. “Gazetelere henüz düşmedi ama dün gece Kazancı tarafında bir köşkte yangın çıkmış. İçinde birileri olup olmadığını bilmiyorum. Aleko haber verdi az önce. Tabii bir de ayağımızı kaydırmak için uğraşan jurnalciler…”
“Son söylediğini en kolayı, yangın meselesine odaklanalım. Çünkü bu konuda biri yanımıza geliyor olabilir,” dedi Akif penceresinden aşağı bakarken.
Az sonra merdivenlerden ayak sesleri duyuldu. Gelen, kırk beş elli yaşlarında, iyi giyimli, orta boylu bir İstanbul beyefendisiydi. Telaşını hâl ve hareketlerine yansıtıyordu. Kısaca selamladıktan sonra, konuşmaya girecekken, Akif adamın sözünü kesti.
“Sanırım dün geceki yangın için geldiniz,” dedi.
Adam şaşırdı. Kuşkusuz böyle bir şey beklemiyordu. Bir an durakladıktan sonra, “Nereden anladınız?” diye sordu.
“Bu güzel bahar gününde birini ancak vahim bir olay buraya getirir. Öğrendiğimiz son olay da yangınla alakalıydı. Geçelim bunu. Anlatınız.”
Adam söze girmeden Akif, Eşref’e baktı. Bu Eşref için adamın dediklerini dikkatli dinlemesi ve aynı zamanda not alması için bir işaretti.
“Akif Bey, Adliye Nazırlığında üst düzey görevliyim. İsmim Yusuf Ahmed. Kazancı Yokuşu’nda, köşe başındaki köşkte ikamet ediyorum. Dün gece ailemle Hariciye Nazırlığındaki dostum Sadi Paşa’nın köşküne konuktuk. Gece vakti uykumuzdan telaşla uyandırıldığımızda köşkümüzün yandığı haber verildi. Hemen gittik. Müdahaleye imkân olmayacak derecede alevler köşkü sarmıştı. Gece boyu köşkün kül oluşunu çaresiz bir şekilde izledik.”
Yorgun ve uykusuz olduğu her halinden belli olan adam konuşurken duraksıyordu. Akif, adamı dinlerken bir yandan da Eşref’in yazdıklarını kontrol ediyordu. Bu Eşref’e olan güvensizliğinden değil karşısındaki kişinin olayları daha rahat anlatması için kullandığı bir yöntemdi. Yusuf Ahmed sözlerine devam etti.
“Sadi Paşa, hemen İstanbul Vilayeti ile görüştü. Beraber oraya gittik. Araştırma için bir ekip göndereceklerini söylediler, ayrıca davayı sizin almanızı istediler, bunu da size gönderdiler,” dedi adam elindeki pusulayı Akif’e verirken.
Arif kâğıda bakarken, “Köşke hiç kimse yok muydu?” diye sordu.
“İki kişi vardı. Sanıyorum ki yangında can verdiler. Ben buraya gelirken henüz bulunamamışlardı.”
“Başka kimse?”
“Hayır, pek insan tutmuyoruz köşkte. Birkaç kişi de bizimle Sadi Paşalardaydı o gece. Diğerleri de izinli.”
“Şüphelendiğiniz birileri ya da son günlerde buna sebep olabilecek bir olay yaşadınız mı?”
“Hiç kimseyle bir sorunum yok,” dedi Yusuf Ahmed. Sonra Akif’e yaklaşarak Eşref’e duyurmak istemiyormuş gibi, “Jurnalciler hakkımda kötü bir iftira yaydıysa onu bilemiyorum,” diye ekledi.
Akif, adamın bu tavrına pek anlam veremese de rahat olmasını istedi. “Siz neden Sadi Paşalara gittiniz?” diye sordu sonra.
“Anlayamadım.”
Akif sorusunu tekrarladı. Yusuf Ahmed şaşkın bir şekilde, “Benden mi şüpheleniyorsunuz,” diye gözlerini hayret edercesine açtı.
“Ben herkesten şüphelenirim,” diye yanıtladı bu soruyu Akif.
Bundan sonra pek fazla bir şey konuşmadılar.
Adam gittikten sonra Akif, Eşref’e ne düşündüğünü sordu. “Belirsiz bir durum var ortada. Biliyorsun, bu devirde herkes herkesin kuyusunu kazıyor. Adam benden bile çekindi. Bizim de evimiz yanarsa hiç şaşırmam. Yine de bu nazırlıklar arasında bir çekişme olabilir,” dedi Eşref.
“Evet, olabilir,” dedi Akif. Başka bir şey söylemedi.
2
Akif, olay yerinde görevlilerle konuşurken, köşkten geriye neredeyse bir şey kalmadığını gördü. Civarda at arabası sürenlerden, satıcılardan, dilencilerden, gece vakti iş başı yapan esrarkeşlerden olaya tanık olan yoktu. Bilgi veren görevli, yangın sırasında iki kişinin, köşkün çalışanları, içeride olduğunu ve feci şekilde can verdiklerini iletti. Bu iki kişi bir hizmetçiyle çocuğuydu.
Canı sıkıldı Akif’in. Elde bilgi kırıntıları vardı sadece. Etrafına bakınırken karşıdan bir dilencinin yanlarına geldiğini gördü. Her yeri dökülen bu düşkün adam, görevliler tarafından uzaklaştırılacakken Akif engel oldu, yanına çağırdı. Belli ki bir şeyler söyleyecekti. Yanına geldiğinde, “Anlat,” dedi Akif.
“Efendim, bu aciz kulunuz karnına bir şey girmeden ne anlatsın ki?” dedi.
Akif, gülmemek için kendini zor tuttu. Aferin Eşref, dedi içinden, iyi oynuyorsun. Sabah kararlaştırdıkları gibi Eşref dilenci kılığında bilgi topluyordu. İstediğini verdikten sonra Eşref konuştu.
“Sabah akşam buralardayımdır beyim ben, gece bir ara sızıp kalmışım, uyandığımda yükselen alevleri gördüm, sonrasında bir kadınla çocuk yanımdan koşarak geçti. Kimdir, necidir, bilmiyorum. Zaten ortalık insan kaynadı. Tulumbacılar bizi uzaklaştırdı sonra.”
Akif, Eşref’in çevreden öğrendiği bilgiye göre kadınla çocuk evden sağ çıktığını anladı.
Bu sırada görevli sabahtan herkesle görüştüklerini bu kişiyi hiç hatırlamadığını söyledi. Akif aldırmadı adamın dediğine. “Yanan kişileri nereye götürdünüz,” diye sordu.
“Beyoğlu Mutasarrıflığı morguna kaldırıldılar. Ancak oldukça kötü durumdalar, görmek istemezsiniz,” diye cevap verdi görevli.
“Tutanaklar nerede?”
“Onlar da Beyoğlu Karakolu’na gönderildi efendim.”
“Tulumbacılar ne zaman gelmiş, müdahale edememişler mi?”
“Gece olduğu için müdahale de biraz gecikmişler. Geldiklerinde alevler her yeri sarmış.”
Akif bir eli alnında düşünüyordu. “Peki, başka bir şey?”
Yoktu. Akif, şimdilik işinin bittiğini, bir gelişme olursa haber vermesini istedi görevliden.
Az sonra bir at arabasına bindiğinde yanında Eşref vardı. O anlatırken düşünüyordu bir yandan da.
“Valla dostum, araştırmam aslında çok uzun sürmedi. Karşılaştığım ikinci kişi, gece alevleri görünce hemen yataktan fırladığını, biraz sonra da önünden bir kadınla bir çocuğun geçtiğini söyledi. Emin misin, diye birkaç kere sordum. Sonrasında karşılaştığım başka biri de bu görüşü destekleyince kadınla çocuğun ölmediğini anladım.”
Eşref, Akif’in konuşmadığını görünce sordu. “Ne düşünüyorsun?”
“Beyoğlu Mutasarrıflığına gitmeyi. Doktorla görüşeceğim.”
“Sonra?”
“Sadi Paşa’yı ziyaret edeceğim.”
“Orada ne yapacaksın?”
“Bilmem, Hariciye Nazırlığına gitmeyeli uzun zaman oldu, belki Yusuf Ahmed ile ilgili bilgiler verir. Sen de köşk çevresinde dolanmaya devam et. Bakalım yeni bir şeyler öğrenebilecek miyiz? Sonrasında vilayette buluşuruz.”
Yolcuğun bundan sonrası sessizlik içinde geçti.
Akif’in, Beyoğlu Mutasarrıflığının zemin katındaki morgunda karşılaştığı manzara korkunçtu. Önünde siyahlaşmış taş kütleleri vardı adeta. Fakat Akif’in dikkatini çeken bir detay vardı ki Doktor Sabri’ye sormadan edemedi.
“Doktor Bey, gördüğüm kadarıyla incelenemeyecek kadar kötü bir vakanın üzerindesiniz.” Zor da olsa eline birkaç kemiği alarak aldı bu sırada. “Bunlar bir çocuğa ait olabilir mi?”
Doktor Sabri, bir süre duraksadı. Ne diyeceğini bilemiyormuş gibi kemikleri inceledi bir süre. Sonra, “Pek tabii mümkün Akif Bey,” dedi. “Bu kemiklerin olması bile bir şans. Bulunduklarında birbirine girmiş durumdaydılar, bazıları çoktan kül olmuştu.”
“Raporunuzda kadın ile çocuğa ait olduğunu nasıl onayladınız peki?”
“Bu tür durumlarda ki çok nadiren karşılaşırız, ifadelere bakarım.”
Şaşırdı Akif. “Nasıl?” dedi.
“Çok basit. Lütfen tekrar bakın. Ne görüyorsunuz? Birbirine karışmış halde bulunan kemik yığını. Ne yazmanız gerekir ön raporunuzda? Kesinkes kadın ile çocuğa aittir de yazmadım. Tekrar okumanızı rica ederim. Kadın ile çocuğa ait olması muhtemeldir, dedim.”
Akif doktorun yazdığı rapora tekrar baktı. Söylediği gibiydi.
“Siz ne düşünüyorsunuz,” diye sordu Doktor Sabri.
“Bu kemikleri birleştirip birleştiremeyeceğinizi merak ediyordum.”
“Oldukça uzun sürecek bir iş.”
“Ne kadar?”
“En azından iki gün. Olmayan kemiklerin yerlerini de tespit etmem gerekiyor.”
“O halde yapın, ortada iki ölü var ama neredeyse kemikleri bile yok. Bu işi bir an önce tamamlamanızı rica ediyorum.”
“Şüphelendiğiniz başka bir şey mi var?”
Akif Doktor Sabri’nin sorgular gibi konuşmasından sıkılmıştı. “Ben her şeyden şüphelenirim Doktor Bey,” dedi. Gözlerini kısarak ekledi. “Sizden bile.”
Doktor Sabri bir adım geri çekildi. Şaşkınlıktan söyleyecek bir kelime bulamadı. Akif konuşmasına fırsat vermeden, “İki gün sonra tekrar uğrayacağım,” dedi. Kemiklerle Doktor Sabri’yi baş başa bıraktı.
Akif, Hariciye Nazırlığında yaklaşık bir saatten beri bekliyordu. Görevli memura birkaç kere haber vermesi için yaptığı ricadan sonuç çıkmadı. Son ricasında memur artık giremeyeceğini, daha yeni başlamışken kovulmak istemediğini söyledi.
“Öyleyse ben gireyim,” diyerek kapıya yöneldi Akif. Tam bu sırada Sadi Paşa’nın içeriden sesi duyuldu. Paşa, çıkmak üzereydi. Gelen Akif olmasaydı kapıdan geri döndürürdü. Bu yüzden ne söyleyecekse bir an önce söyleyip gitmeliydi.
“Yusuf Ahmed Bey için sizi rahatsız ediyorum efendim. Dün gece sizde konukken konağı yanmış.”
“Evet, ben sizi tavsiye ettirdim Akif Efendi, meseleyi çözdünüz mü yoksa?”
“Hayır, ama çözeceğim, sadece dün gece neden…”
“Sen burada kimi sorguluyorsun efendi, kendine gel!”
Akif, Sadi Paşa’nın bu çıkışına şaşırmıştı. Yine de bozuntuya vermeden konuştu. “Efendim, ben bana verilen soruşturmayı yürütüyorum. Niyetim sizi sorgulamak değil.”
“Soruşturma yürüteceğiniz yer burası olmasa gerek. Sizi tavsiye ettiğime pişman etmeyin.”
“Efendim gayet tabii biliyorum ama soruşturmada bazı boşluklar var.”
“Ne gibi boşluklar?”
Akif, kadınla çocuğun yaşama ihtimalinden bahsedecekti ama son anda vazgeçti. Söylese de bir şey fark etmezdi. Sadi Paşa’nın her an gitmeye hazır bir şekilde duruşu tavrını çok net anlatıyordu. Suskunluğunu koruyunca, “Akif Bey, bir daha beni bu şekilde rahatsız etmeyin, ayrıca dostum Yusuf Ahmed Bey’in sıkıntısı benim sıkıntımdır. Meseleyi bir an önce açıklığa kavuşturmanızı istiyorum sizden,” diye devam etti konuşmasına.
Akif burada bir şey elde edemeyeceğini anladı. Geldiği gibi odadan çıktı. Ardından Sadi Paşa geldi. Paşa’nın memurlara böyle şeyler için rahatsız edilmemesini tembihlerken, İstanbul vilayetine doğru gideceğini duydu. Eşref’in de işi bitmiş olmalıydı, o civarda buluşacaklardı. Sadi Paşa’nın hemen ardından bir atlıya bindi. Bu sırada köşe başında gördüğü bir atlı da aynı anda yola çıktı. Bir süre sonra arkadaki atlının Sadi Paşa’yı ya da kendisini takip ettiğini anladı. Arabacıya sezdirmeden bir yandan Sadi Paşa’yı bir yandan da arkadaki atlıyı takip ediyordu. Arabanın Sadi Paşa’yı ya da kendisini takip etmesine yönelik çeşitli teoriler geliştirdi. Sadi Paşa’yı takip ediyorsa bu dün geceki yangınla ilgili olmayabilirdi. Kendisi içinse bu takip kuşkusuz yangın sebebiyle olmalıydı. Önceki davaların tümünü kapatmıştı. Bir aralık araba, Akif söylediğinin aksine yan sokağa girdi. Son bir çabayla arkasına baktı. Arkasındaki atlı Sadi Paşa’nın yönünde yoluna devam etti. Akif arabacıya seslense de arabacı hızını daha da arttırdı. Atlar çıldırmış gibi koşmaya başladılar. Kaçırıldığını anladı Akif. Arabadan kendini dışarı atmayı düşündü bu sırada. Tam buna yeltenecekken atlar aniden durdu ve içindeki yolcusunu yola fırlattı. Akif, aldığı darbeye aldırmaksızın kalkıp koşacakken hemen önünde iki kişinin bittiğini gördü. Son hatırladığı suratına doğru gelen bir yumruktu.
3
Akif uyandığında önce nerede olduğunu anlayamadı. Bomboş bir odanın ortasında elleri arkadan bağlı, ağzında bir çaput, olan bitene anlam vermeye çalışıyordu. Sağ kaşı acıyordu, yerde gördüğü kan izleriyse yediği yumruğun sağlamlığını gösteriyordu. Kim kaçırmıştı onu? Nezarete gideceğini kimseye söylememişti. Bilseler bile çıkışta o arabaya binmeyebilirdi. Ne zamandır buradaydı? Yerdeki kan izlerine bakılırsa en az bir gün geçmiş olmalıydı.
Başının sağ tarafından giren ağrı, düşüncelerini böldü. Bu sırada kapı açıldı, içeriye kırk yaşlarında orta boylu bir adam girdi. Adam Akif’in önce ağzını, sonra ellerini çözdü. Oturduğu sandalyeden de kurtulunca Akif, “Kimsiniz, beni neden kaçırdınız?” dedi hemen, adamın üzerine atılmaya hazır bir şekilde. Adam Akif’in söylediklerini duymamış gibi, “Gidebilirsiniz,” dedi.
“Ne demek bu?” diye şaşkınlıkla sordu Akif.
“Bir şey demek değil. Hata ettik, kusurumuza bakmayın. Arkadaşınız dışarıda sizi bekliyor.”
Yanlışlıkla yediği yumruğun hesabını soracak vakti yoktu Akif’in. Dışarıdaki arabaya, bu sefer kimin sürdüğüne bakarak binecekken Eşref, arabanın içinden seslendi.
“Haydi dostum, acele et.”
“Nasıl buldun beni, bu adamlar da kim,” dedi Akif, arabaya bindiğinde.
“Ee senin öğrenciniz, olsun o kadar,” dedi Eşref gülen yüzünde hocasını kurtarmanın verdiği gururla. Sonra anlattı.
Nezarette, Akif’i ve Sadi Paşa’yı takip eden Eşref’ti. Çünkü araştırmaları onu köşkteki yangından önce Sadi Paşa’nın o civarda görüldüğü bilgisine ulaştırmıştı. Hizmetçi ve çocuktan sonra görevlilerce belirtilmeyen ikinci bilgiydi bu. Eşref, hocasının bunu Sadi Paşa’ya sorabileceğini düşünerek hemen nezarete gelmişti ancak geldiği sırada Sadi Paşa oradan ayrılıyordu. Önündeki arabaya Akif’in bindiğini görünce onun Sadi Paşa’yı takip ettiğini düşünmüş, ardından o da yola koyulmuştu. Bir ara Akif’in yoldan ayrılmasıyla hocasının başka bir planı olduğunu sanmış, kaçırılabileceğini aklına getirmemişti. Sadi Paşa ise sonunda Kumkale civarında bir konağın kapısından içeri girmişti. Eşref bunun normal bir ziyaret olduğunu düşünürken, arkadan gelen başka bir arabadan, Yusuf Ahmed’in indiğini görünce şaşırmıştı. Bir davet varmışçasına birkaç araba daha gelince gördüğü kişileri tanımasa da bunların fiziksel özelliklerini not etmişti. Bir de sabahki yazarı görmüştü Eşref. Toplantının yapıldığı evin hemen yanında bulunan bir evden çıkmıştı. Ama selam vermemişti. Zaten görse de tanımazdı kendisini. Ondan sonra da Akif’i bulmak için yola koyulmuştu.
Akif arabacıya seslendi. “Hemen Beyoğlu karakoluna sür.” Sonra Eşref’e dönerek, “Tutanaklara bakacağız, bu iş farklı bir yere gidiyor. Peki, sen nasıl buldun beni?” diye sordu.
“Kolay olmadı. Önce eve gittim. Orada olmayınca, gelirsin diye bir süre bekledim ama zaman epey geçmesine rağmen gelmedin. Bir şeylerin ters gittiğini düşündüm. Sonra arabanın yoldan sapıp girdiği sokağa geldim. Pek tekin bir yere benzemiyordu. Bu yüzden sabahki dilenci kılığına girmenin en doğrusu olduğuna karar verdim. Bir süre sokakta oyalanırken, hemen yirmi adım uzağımda iki adamın konuştuklarını duydum. Öğlen kaçırdıkları bir kişi hakkında fısıldaşıyorlardı. Bu sendin. Çaktırmadan onları takip ettim. Girdikleri evi görünce geriye seni çıkartmak kalmıştı. Onu da bununla yaptım.”
Eşref elinde salladığı pusulayı gösteriyordu. Akif pusulayı eline aldı. Bu, önemli bir görevde olduğunu belirten, altında da padişahın tuğrası bulunan bir kâğıttı. Akif şaşırdı. “Bunu nasıl aldın,” diye sordu.
“Almadım dostum, kendim yaptım. Biraz uzun sürdü ama işe yaradı. Yine de işe yarayacağından emin değildim. Padişahımızın yararına çalışmayan bir grubun eline düşseydin bu da kurtarmayabilirdi seni.”
“Senin gibi biri yanımda olduğu için şanslıyım,” dedi Akif. Eşref, hocasının övgüsünü sevinçle karşıladı. “Peki, adlarını öğrenebildin mi kaçıranların?”
“Hayır, öğrensem bile takma ad kullanıyorlardır.”
“Beni neden kaçırdıklarını, kim olduklarını elbet öğreniriz. İşimize bakalım.”
Beyoğlu karakoluna geldiklerinde Akif, müdüre kendini tanıttı. İki gün önce Kazancı Yokuşu’nda meydana gelen yangınla ilgilendiğini, gece tutulan tutanakları görmek istediğini söyledi.
“Ne yapacaksınız tutanakları?” diye sordu müdür.
“Efendim, bu olayla ilgili görev yangın sabahında tebliğ edildi bana. Bu yüzden o gece yaşananlar hakkında pek bilgi edinemedim. Gece konakta kalan kadın ile çocuğun akıbetleri belirsiz.”
Tam burada araya girdi müdür. “Nasıl olur, ikisi de yanarak can vermişler.”
“Gece kadın ile çocuğu görenler var?”
“Emin misiniz Akif Efendi. Tutanakları ben de inceledim. O gece tanıklardan hiçbiri görmemiş kadınla çocuğu. Doktor da onaylamış yanmış cesetlerin kadın ile çocuğa ait olduğunu. Her ne kadar tanınmayacak halde olsalar da.”
“Doktor, tutanaktaki ifadelere göre tahminde bulunmuş sadece.”
“Öyle ya da böyle. Durum belirtildiği gibi. Tutanakları incelemek size zaman kaybettirir. Yine de çok istiyorsanız görevli arkadaş size versin hepsini.”
Sadi Paşa’dan sonra karakoldaki müdür. Kendisine gösterilen bu tavrı anlamadı Akif. Tutanakları pekâlâ görmek isteyebilirdi. İstedi de. On dakika sonra elindeki kâğıtları incelerken, ne düşündüğünü sordu Eşref.
“Bir sıkıntı olduğu belli. Çok dikkatli olmamız gerekiyor.”
“Şimdiki adımımız ne olacak?”
“Sen cesetleri inceleyen doktoru bul. Çalışmasını tamamlamış mı, kontrol et. Sonra da gece ifade veren kişilere ulaş. Gece hakkında bakalım düşünceleri değişmiş mi? Ben de şu yazara bakacağım.”
Anlamadı Eşref. “Kime?”
“Dün sabah gelen adam var ya. Hafiyelik öyküleri yazan.”
“Ne yapacaksın o adamı?”
“Sen demedin mi evinin yakınlarında bir buluşma gerçekleşti diye, belki bir şeyler biliyordur. Hem toplantı yapılan evi ve etrafını da incelerim.”
“Böyle şeylere pek dikkat edeceğini sanmam ama…” Adresi verdi Eşref. Ayrıldılar.
4
Eşref, Beyoğlu Mutasarrıflığına geldiğinde ne doktoru ne de kemikleri bulabildi. Doktor çalışmasını tamamlamış, raporunu da yazmıştı. Nihai sonuca göre kemikler kadınla çocuğa aitti. Kemikler, başka yakınları olmadığı için kimsesizler mezarlığına gömülmüştü. Konuyla ilgili dün Akif’e bilgi vermek isteseler de onu bulamamışlardı. Doktor Sabri başka bir vaka için görevlendirilmişti. Eşref burada yapılacak bir iş olmadığını görünce tutanaklardaki kişilerle görüşmek için mutasarrıflıktan ayrıldı.
Tutanaklara göre beş kişiyi ziyaret etmesi gerekiyordu. Bunlar; o civarda görevde olan gece bekçisi, sokaklarda yaşayan bir esrarkeş, karı koca bir çift ve ismi belirtilmeyen bir kişiydi. Eşref dikkatini bu isimsiz kişiye yöneltti. Kimdi? Neden ismini yazmamışlardı? Gizli tanıklık bu dönemde modaydı ama basit bir sorgu için dikkat çekici bir detaydı.
Önce gece bekçisine gitti Eşref. Adamın hiçbir şeyden haberi yoktu. Yangını bile başkalarından öğrenmişti. Oysa ilk o haber vermeliydi. “Beyim, o gün ne olduysa sızmışım ben, yangına çıkan mahalleli uyandırdı beni. Ne oldu bilmiyorum.”
“Nasıl sızıp kaldın, görevini aksattığın için kızmadılar mı?”
“Yok beyim, tutanağa ne yazdılar onu bile bilmiyorum, görevine devam et dediler.”
Karı koca çiftin yanına gitti sonra Eşref. “Uykudaydık biz evladım, ne ses ne başka bir şey. Kapımızı çaldılar o gün. ‘Bir şey gördünüz mü?’ diye sordular. ‘Görmedik,’ dedik. Başka da bir şey bilmeyiz.”
Geriye iki kişi kalmıştı. Esrarkeşi ara da bulasın, diye kendi kendine söylendi Eşref. Bir de gizli bir kişi. Elde hiçbir şey yoktu. Yanan köşkün olduğu yere geldi. Birkaç kişiyi burada durdurdu. O günle alakası olmayan kişilerdi bunlar. Bir süre ne yapacağını bilemeyerek köşkün civarında dolandı. Bu sırada uzaktan kendisine bakan bir kişi gördü. Eşref takip edildiğini anlayabilmek için bir müddet köşkün civarından ayrıldı. Sokak aralarına girdi. Sonunda sokak kapısı açık bir evin bahçesine daldı. Bir dakika sonra o kişiyi sokak başında yine gördü. Etrafına bakınıyor, Eşref’in nereye doğru gittiğini kestirmeye çalışıyordu. Artık emindi takip edildiğinden. Tam bu sırada arkadan bir ses duyuldu.
“Efendi, siz kimsiniz?”
Evin cumbasından gelen bu sesle birlikte adam, Eşref’in onu fark ettiğini anladı ve geldiği yönden kaçmaya başladı. Eşref de arkasından fırladı. Rolleri değiştirmişlerdi. Bir iki sokak sonra Eşref adamın izini tamamen kaybetti. “Hay Allah,” dedi. Önemli bir ipucunu elinden kaçırmıştı. Çaresiz, eve yollandı.
Eve geldiğinde masanın üzerinde kısa bir not buldu:
Yazarın evine tebdil-i kıyafet gel. İvedi.
Eşref hocasının söylediği gibi aceleyle yazarın evine gitti. Akif, Eşref’i hemen içeri aldı.
“Tam zamanında geldi dostum, biraz daha geciksen seni içeriye alamayacaktık.” Anlamadı Eşref. “Gel, seni yazar dostumla tanıştırayım,” dedi Akif. “Sami Bey, Hayal-ı Cedit gazetesinin başmuharriri. Eşref, yardımcım, aynı zamanda en iyi dostum.” Tokalaştılar.
“Az sonra gelmiş olurlar.”
“Kim?” dedi Eşref.
“Sadi Paşa, Yusuf Ahmed, Emniyet Müdürü ve başka önemli isimler… Mesele yangın meselesi değil dostum, başka bir şey var ortada, öğrenmemize çok az kaldı. Eminim doktordan bir şey elde edemedin. Çünkü raporu o yazmadı, sadece imzaladı.”
“Dediğin gibi doktoru göremedim, kemiklerin kadınla çocuğa ait olduğunu belirten bir rapor imzalamış ve başka bir vaka için görevlendirilmiş. Emniyet Müdürü de mi var bu meselede?”
“Öyle görünüyor. Sami Bey bana ulaşmak için Emniyet Müdürü’ne kadar çıkmış. Müdürü de iki haftadır buralarda görüyormuş. Sadi Paşa ve Yusuf Ahmed o gece Sadi Paşaların köşkünde değil burada, hemen yan konağımızdalarmış. O gece Sadi Paşa yanan köşkün civarında görülmüş demiştin. Buradan ayrılıp yangını çıkartmış olmalılar.”
“Eğer gözlerim beni yanıltmıyorsa,” diye ekledi Sami Bey.
“Tutanaktaki kişilerle görüştün mü?”
“Üçünü buldum, bir şey bildikleri yok, bekçi o gün sızıp kalmış, karı koca uykusundan uyandırılmış, bunun dışında bir esrarkeş bir de gizli bir tanık. Bir şey elde edemedim anlayacağın ama bugün birinin beni takip ettiğini anladım, sonra izini kaybettirdi.”
“Bu anlattıkların düşüncelerimi daha da güçlendiriyor hatta eminim artık; yangın meselesi sadece bizleri oyalamak için uydurulan bir şey.”
“Bizi oyalamak için koca köşkü mü yaktılar, diyorsun.”
“Koca köşkün onlar için karınca kadar değeri yok.”
“Hizmetçi ile çocuğu?”
“Yaşıyorlar.”
“Nasıl?”
“Hislerim beni yanıltmıyorsa şu an yan konaktalar. Sami Bey’in yanına geldiğimde pencerede bir kadın gördüm. Bahçede de bir çocuk.”
Bir araba sesi duyuldu. Pencereye yöneldiler. Gelen, Emniyet Müdürü’ydü. Akif onu yürüyüşünden tanımıştı. Art arda Sadi Paşa ile Yusuf Ahmed de geldiler. Gelenler arasında önemli nazırlıklardan üst düzey görevliler vardı. Akif, en çok Emniyet Müdürü’ne şaşırıyordu. Misafirler birer birer içeri girdikten sonra, “Şimdi ne yapacağız?” diye sordu Eşref.
“Asıl mesele neymiş önce bunu anlamaya çalışacağız. Orada konuşulanları dinlemem gerekiyor. Sami Bey’in anlattığına göre üst katta, yan sokağa bakan odada toplantı yapıyorlar. Toplantı olmadığı zamanlar köşk sakin. Ancak toplantı günlerinde dışarıda nöbetçiler oluyor. Sen gelmeden önce konağa gittim. Rahat tırmanabilmek için duvarlara kazık çaktım.”
“Dışarıda nöbetçiler varken nasıl gireceksin konağa?”
“Senin sayende.” Akif, masanın üzerindeki malzemeleri gösterdi. “Bu sefer bozacı olacaksın sevgili dostum. Sen adamları oyalarken, ben arkadan bahçeye gireceğim. Şansımız yaver giderse neler olduğunu öğreniriz.”
“Bozaaa!”
Eşref sokağın başında göründüğünde Akif çoktan hazır bir şekilde bekliyordu. Beklediği gibi nöbetçilerin dikkati pek buralarda görünmeyen bozacıya kaydı. Eşref, sesini iki üç semt öteye duyurmak ister gibi bağırıyordu. Nöbetçiler yavaş yavaş sokağa doğru geldi. Bozacıya seslendiler. Tam zamanıydı. Akif olabildiğince ses çıkarmamaya çalışarak arka duvarı tırmandı, kendini bahçeye attı. Nöbetçiler Eşref’in etrafını sardı. Sipariş edilen bozaları doldurmaya başladı Eşref. Akif yukarıya baktı. Yazarın dediği gibiydi. Toplantıyı ön kısımda değil yan tarafta yapıyorlardı. Hemen odanın altına gitti Akif, gündüz çaktığı kazıklar sayesinde hızlıca duvarı tırmandı. Nöbetçilere baktı. Eşref’in etrafındaydılar hâlâ. Kendini önündeki ağaca göre ayarladı. Bu şekilde görünmesi çok zordu. Perdeler çekiliydi ancak açtığı küçük delikten konuşmaları rahatlıkla duyabiliyordu.
“Efendiler, yaklaşık bir yıldan beri yaptığımız işlerin artık sonucuna varmak üzereyiz.” Konuşan Sadi Paşa’ydı. Kulağını deliğe iyice yaklaştırdı Akif. “Tüm hazırlıklarımız tamam. Bir hafta sonra bu memleketi gerçek sahiplerine kavuşturacağız. Yani bize.”
Sadi Paşa’nın sözlerini onaylayan mırıldanmalardan sonra sözü Emniyet Müdürü aldı. “Hemen hemen tüm polis teşkilatı bizimle, vereceğimiz emri bekliyorlar. Padişahın yakın adamları olarak gördüğümüz kişilere de görevler verdik. Bizi fark edemeyecek kadar meşguller şu anda.”
“Çok iyi, çok iyi,” dedi Akif’in tanıyamadığı bir ses. “Özgürlük için bedel ödemek gerekir ve biz buna hazırız!”
“Hazırız!” diye bağırdılar hep birden.
Akif kulaklarına inanamıyordu. Burada toplanan beyler, Sultan Abdülhamit’e bir darbe hazırlığındaydı! Hatta çok yakın zamanda harekete geçmekten bahsediyorlardı. Bir şeyler yapmalıydı Akif. Nöbetçilerin olduğu yere baktı. Aynı yerdeydiler.
“Bugüne kadar çok acılar çektik efendiler. Bu bir haftayı acılarımızın dineceği günü hayal ederek geçirin. Gelecek nesiller bizi gururla anacak.”
Onaylayan ifadeler tekrar odada dolaştı. Yine Akif’in tanıyamadığı bir ses, “Yine de çok dikkatli olalım arkadaşlar,” dedi. “Jurnalciler her yerde.”
“Onlar da artık bizden kardeşim,” dedi Sadi Paşa. “Herkesi tek tek araştırdık. Emniyet müdürümüz sağ olsun, bu işi başarıyla tamamladı. Etkisiz birkaç grup var sadece. Öyle ki yaktığımız konağı araştıran kişiyi yakalamışlar geçen gün. Ne yapacaklarını iyice şaşırdılar.”
Gülüşmeler geldi Sadi Paşa’nın sözlerinden sonra. Emniyet Müdürü söz aldı. “Aman efendim dikkat edelim bu kişiye, Akif Bey teşkilatta son derece başarılı biridir.”
“Başarılıysa neden onu aramıza katmadık?” diye sordu başkası.
“Pek sağı solu belli olmayan biri,” dedi Sadi Paşa. “İstihbarat onun kesinlikle Abdülhamit’in yolundan ayrılmayacağını söylüyor. Bu yüzden onu bu basit yangınla oyalıyoruz.”
“Arkadaşlar,” dedi Yusuf Ahmed. Bu akşam sesi ilk defa çıkıyordu. “Bu işin sonu ya hürriyet ya da ölüm! Bizler burada hürriyet için canımızı ortaya koyuyoruz. Bu fedakârlık, tarihte eşine az rastlanan bir şeydir.”
“Haydi, son hazırlıklarımızı kontrol edelim. Küçük bir hata domino taşı gibi herkesi paramparça eder,” dedi Sadi Paşa.
Akif, şaşkınlıktan neredeyse küçük dilini yutacaktı. Duydukları akla hayale gelir şeyler değildi. Kaybedecek değil bir dakika bir saniyesi bile yoktu. Yönetimi yıkmak için oluşan bir örgüt. Dışarıdan değil, içeriden. Damarlarında akan kanı hissediyordu. Çabuk olmalıydı ama ses çıkartmamalıydı. Dikkatlice aşağıya indi. Eşref, hâlâ nöbetçilerin yanındaydı. Hızlıca arka kapıdan çıktı Akif. Doğruca Sami Bey’in evine gitti. Eli ayağı titriyordu. Az sonra sokaktan bir ses yükseldi:
“Bozaaa!”
5
Eşref kapıdan girdiğinden beri Akif, bir o yana bir bu yana yürüyor, ne yapacağını düşünüyordu. Eşref heyecanla, “Bugün beni takip eden kişi nöbetçilerden biriydi,” dedi. Ancak Akif’in söylediğiyle ilgilenmediğini görünce, “Ne oldu?” diye sordu.
Akif duyduklarını hâlâ sindirebilmiş değildi. Sami Bey bir bardak su getirdi Akif’e. Sonra anlattı. Anlattıkça yazdığı notlara bakıyor, atladığı bir yer var mı, diye kontrol ediyordu. Bu sefer şaşırma sırası Eşref’e gelmişti. Öyle ki ikisi de bir süre sessizce beklediler.
Sonunda Akif, “Bu gece harekete geçmemiz gerekiyor,” dedi. “Bu işin şakası yok.”
“Ne yapacağız peki?” diye sordu Eşref.
“Yıldız Sarayı’na gideceğiz. Nöbetçi mabeyinciyle görüşüp padişah efendimizi durumdan haberdar etmemiz gerekiyor.”
“Ya mabeyinci de onların adamıysa?”
“Mümkün ama başka çaremiz yok. Bu gece uzun olacak.”
Akif tekrar notlarına baktı. Sonra onları Sami Bey’e vererek, “Başımıza bir şey gelmesi durumunda her şey burada yazılı. Sami Bey, onları gerekli yerlere ulaştıracak. Şimdi tekrar üstümüzü değiştirelim.”
Az sonra yırtık üst başlarıyla iki adam sokakta yürürken, konakta bulunan kişiler her şeyden habersiz yaptıkları planın üzerinden geçiyorlardı.
6
Sadi Paşa, odasına girdiğinde, küçük bir çığlık attı. Akif gülümseyerek bakıyordu ona.
“Bu odaya böyle nasıl girdiniz?” diye sordu hemen.
“Yeni işe aldığınız memur çok anlayışlı,” dedi Akif. Sadi Paşa memura seslenecekken, “Boşuna zahmet etmeyin, çağrınız yanıtsız kalacak,” diye araya girdi Akif.
“Anlamadım.” Sadi Paşa hâlâ odanın ortasında duruyordu.
“İsterseniz koltuğunuza oturun, konuşalım.”
Sadi Paşa içinde bulunduğu durumu idrak etmeye çalışıyordu. “Yangın meselesini çözdünüz mü yoksa?”
“Evet,” dedi Akif. “Bunun için buradayım.”
“O halde gideceğiniz yer burası değil, karakoldu.”
“Hayır, tam da burası Paşa.”
Akif’in üstten konuşması Sadi Paşa’yı kızdırmaya başlamıştı. “Efendi! Efendi! Kimin karşısında olduğunun farkında mısın?”
“Gayet tabii farkındayım. Devleti içeriden yıkmaya çalışan bir örgütün lideriyle karşı karşıyayım.” Akif sakindi. Söylediği sözler Sadi Paşa’nın gözlerinin büyümesine neden oldu.
Paşa küçük bir duraksamanın ardından, “Ne nee di-diyor-su-sun senn?” diye güçlükle çıkarttı kelimeleri ağzından.
“Ne dediğim gayet açık Paşa,” derken Sadi Paşa bir anda kapıya yöneldi. Akif masada kurduğu düzeneğe uzandı.
Tık.
Paşa kapıyı açmaya zorluyor, bir türlü başaramıyordu. Akif düzeneğinin çalıştığını görünce mutlu oldu. “Vaktimizi boşa harcamayalım,” dedi.
“Hiçbir şey anlamıyorum.”
“İnkârın faydası yok. Tüm delilleri topladık. Her şeyi ayarladınız. Jurnalcileri bile. Son bir aydır önümüzdeki hafta için gerçekleştireceğiniz darbe planı üzerinde çalışıyorsunuz. Geceden beri tutuklanan iki bin kişi var. Herkes itiraf etti. Planlarınız elimizde. Beni de basit bir yangın vakasıyla oyalamak istediniz.”
“Çok fazla polisiye okumuşsunuz.”
“Bitmedi. Yangından öldü dediğiniz kadın ile çocuğu dün gece toplantı yaptığınız konaktan aldık.”
Tık.
“Peki ya kemikler, onlar bu uydurma hikâyenin neresinde?”
Bu soruda iç çekti Akif. “Bu meselede en çok üzüldüğüm konu bu iki kişidir ve bu kişilerin on beş gün önce sizin nezaretinizden bir anda kaybolan iki memur olduğuna eminim. Muhtemelen görmemeleri gereken bir şey gördüler.”
Sadi Paşa elini belindeki silaha götürecekken, Akif bunu fark ederek Paşa’nın üstüne atıldı. Yerde yuvarlandılar. Sadi Paşa ağzından köpükler çıkararak küfürler savuruyordu. Akif, Paşa’nın silahını almaya uğraşıyordu. Bu sırada kapı açıldı. İçeriye polisler doluştu. Sadi Paşa’yı aldılar. Eşref, hocasının yanına geldi hemen. “İyiyim, iyiyim,” dedi Akif.
Bahçeye indiklerinde Sami Bey de onları bekliyordu.
“Sonunda bitti,” Eşref.
“Daha bitmedi,” dedi yeni atanan karakol müdürü. “Padişahımız sizi huzuruna bekliyor. Buyurun gidelim.”
Yarı yolda Akif arabacıya inmek için seslendi. Eşref, Akif’e baktı. “Siz gidin,” dedi Akif. “Sami Bey için de iyi bir tecrübe olacaktır. Ben, beni yakalayanlar kimlermiş öğrenmek istiyorum, akşam evde görüşürüz.”
Arabacı, Akif’i bırakarak Yıldız Sarayı’na doğru devam etti.
7
Sadi Paşa, Yusuf Ahmed ve Emniyet Müdürü’nün de aralarında bulunduğu on beş kişi yargılandıkları mahkemede idama mahkûm edildi. İki yüzden fazla kişi müebbet hapis cezası aldı. Olaya karışan diğer kişilere ise uzun yıllar sürecek hapis cezaları açıklandı.
Bu hadiseden sonra İstanbul’da üç ay sıkıyönetim ilan edildi. Jurnalciler tarihten tamamen silindi. Sami Bey Hayal-i Cedit gazetesinde bu olayı ‘Kötü Bahar’ adıyla hikâyeleştirdi.
Comments