Pencereler açık olsa da nefes aldırmayan yaz sıcağının ortasında kavruluyordu atölye. Evle arasındaki kısacık mesafeyi yürürken ter içinde kaldım. Kendimi gölgeye atma isteğiyle içeri daldım. Yüzüme serinlik değil ama Godsmack’in sert ritimleri çarptı. Sersemledim.
Geldiğimi fark etmedi, çünkü müziğin sesi sonuna kadar açık. Her sabah onu ne hâlde bulacağımı bilmeden giriyorum bu kapıdan. Hangi iklimde yahut mevsimde? Rüzgâr mı çıkmış, fırtına mı var, yoksa deniz çarşaf gibi mi? Konuşup anlatırsa ne âlâ. Aksi hâlde bulmaca çözmeler, akıl okumalar giriyor işin içine. Aramızda aşılmaz dağlar, geçilmez denizler peyda oluyor; soramadığım sorular, kuramadığım cümleler birikiyor zihnimde. Dilimde sürekli acı bir tat.
Kaç gündür onun gibi sessiz sakin bir adamın nasıl olup da bu kadar gürültülü şarkılar dinleyebildiğine şaşıyorum. Yorulmadı ya da çok yorgundu da dinlenemedi bir türlü. Bahar aylarında, turizm sezonuna yakın, geç vakitlere kadar atölyede kalıp çalıştığımız akşamlar, dinlenmek için bağlamasını eline alırdı oysa. Yüzüne gölgeler düşürerek “Bu dağlarda bağ olmaz”ı, “Altın tasta gül kuruttum”u söyler, hepimizi mest ederdi. Sesi atölyenin kirli ışığında dalga dalga olur, kalbimize kelebek gibi konardı. Uçuşurduk.
Ağzından bal damlayarak hikâyeler anlatırdı. Bir akşam Camille Claudel’un onu hasta eden tutkusundan, Rodin’e olan aşkından, söz etmişti. Ölebileceği tek noktadan, sol topuğundan vurularak öldürülen Aşil’i; tanrılar tarafından cezalandırılıp dünyaya gönderilen Sisifos’un Olimpos Dağı’nın zirvesine çıkarmaya çalıştığı kayayı; Salur Kazan’ı, Şem ü Pervane’yi hep bir masal gibi ondan dinledik. Mitolojik kahramanlara göndermeler yapıp lafı atalarımızın mamutla imtihanına getirdiği keyifli, bol kahkahalı sohbetler; aklının hangi köşesinde parlatıp dile getirdiğini bilmediğimiz espriler yok bugünlerde. Hepimizi eğlendiren o neşeli, komik adam gitmiş; yerine de kırgın, küskün birini bırakmış. Nedenini sorsam söylemez. Belki kendisi de bilmez.
Kimsenin yüzüne bakmıyor şu sıra, hemen hemen hiçbirimizle göz teması kurmuyor, çok sevdiği Taflan’a bile yüz vermiyor. Zavallı mırıldanarak etrafında dört dönse de oralı değil Savaş abisi. Böyle zamanlarda kaleyi zalim bir komutan zapt etmiş oluyor, koyu bir karanlık iniyor bakışlarına. Ürküyorum.
Bu biçimli ellerin, şu incecik narin bedenin içine nasıl sığdırıyor kendini, onca hikâyeyi, bu denli çeşitliliği? Peki, onun sessizliğine hiç yakışmayan bu fırtınalar nerede gizleniyor?
Bugün nasıl? İzlesem anlarım. Sahi anlar mıyım?
Elindeki çamuru sertçe masaya vuruyor, iyice eziyor. Evirip çeviriyor, kararsızlığını görüyorum, belirli bir şekil vermiyor. Sık sık denediği figürlere gidiyor eli. İki gün önce göz çukurlarında koca boşluklar olan bir heykel başı çalışmaya başlamıştı. İri dişler kondurdu o eciş bücüş kafaya. Delikleri kocaman açılmış bir burun. Çirkince bir şey. Biraz oyalandı. Bitirmedi. Depoda bir köşeye atmış. Buna rağmen şekillendirdiği çamurun içinde ışıldayan yeteneği görebiliyorum. Neye dokunsa mucizevi bir biçimde değiştiriyor.
Nereden bulmuşsa eski, bakır bir maşrapa getirmiş atölyeye. Ondan su içiyor. Kutsal bir şerbeti yudumlamış gibi dudaklarını kısıyor maşrapayı tezgâha bırakırken. Taslaklar çizdiği kâğıt, çamur lekeleri içinde, yanında duruyor. Üzerinde toprak parçaları kurumuş kalemi eline alıyor, yavaşça bir şeyler karalıyor. Geldiğimi fark etmiş, doğallığı bozuldu ama renk vermiyor. Bu numaracı hâli hoşuma gidiyor. Kulaklarının kenarında ter ışıldıyor. Keten gömleğinde tuz lekeleri. Bunalmış o da belli. Muhtemelen sabah Musa Amca’nın bahçesine gitmiş. Çok konuşmaz bahçedekiler, fazla soru sormaz, o yüzden tercih eder orayı; her vakit taze çay, sıcak gözleme bulunur. Maşrapayı bahçeden getirmiş olabilir.
Başladım yine yazmaya. Sessizlik öyle bir şey ki, içini bin türlü ihtimalle doldurabiliyor insan. Hiç kuşku yok, hayatımda tanıdığım en ilginç insanlardan biri, Savaş. Kim, ne, nerede benim için? Tarif etmek zor, illa bir ad vermek zorunda mıyız? Yaşamın tüm renklerini içinde barındırıyor. Bembeyaz olabilir, masmavi de. Sonra renklerin en güçlü tonlarıyla karmakarışık, hercai. Geçişleri neon lambalar gibi öyle çabuk, öyle fark ettirmeden yapıyor ki ben, mor ışık altında salınmışken kıpkızıl bir ışıkla gözlerimi kamaştırıyor. En sonunda da zifiri karanlığa boğabiliyor ruhunu, beni, her şeyi.
Televizyon kendi kendine söyleniyor. Başka ses yok. Hiç fark etmedim, demek müziği kapatıp televizyonu açmış. Çalışanlar izinli bugün. Bir ekonomi programının spikeri program konuklarıyla birlikte birden kahkaha atıyor. İkimiz de dikkat kesiliyoruz. Geldiğimin kesinlikle farkında ama dönüp bakmıyor. Ekranda mutlu insanlar görmeyeli çok olmuş. Piyasadaki para akışından, turizmcilerin yaşadığı sıkıntıdan, inşaat sektöründeki durgunluktan filan söz ediyorlar. Olumsuzluklara rağmen işler yolunda sayılırmış. Bundan sonra borsa yükselişe geçebilirmiş. Hayat memat meselesi sorunlar geçmiş, gitmiş. Şu yaşa kadar parayla bir derdim olmasa da anlatılanlar pek inandırıcı gelmiyor.
Hayat boyu bizi unutacak yollarda yürüyeceğiz. Patikalar yollar, taş kaldırımlar… Sakın aşağı bakma Sisifos. Aşağısı uçurum.
“Sus,” dedim.
Önümüzdeki işin içinde kaybolmuş, güne devam ediyoruz. Saatler yorgun bir ihtiyar gibi hareket ediyor. Kuruttuğumuz çömlek ve küpleri içeri taşıyorum bir ara. Yardıma da gelmiyor. Kırılıyorum biraz. Sırt sırta vermiş çalışıyoruz. İkimiz de bu kadar uzun süren sessizlikten sonra söze nasıl başlayacağımızı bilemediğimiz için konuşmuyoruz herhâlde. Belki kendi gürültümüzde boğulmuşuz. Vıcık vıcık kil akıyor parmaklarımızdan. Dokunuyor ve sadece biçim veriyoruz. Çamura yahut kendimize.
Aynı anda ikimizin de telefonu çalıyor. Ellerimizi önümüzdeki önlüklere siliyor, sessizlikten intikam almak ister gibi konuşuyoruz. Kime anlatıyoruz? Telefondakine? Yok, birbirimize. Onun hakkında ne biliyorsam bu telefon konuşmalarından öğrendim ben. MS hastası ablasının doktor randevularını, babasının dükkân borcunu, ödenmemiş aidat ve faturaları burada, yanı başımda sesini ağzına hapsederek usul usul halletti hep. Atölyeden arta kalan zamanda bağ, bahçe işiyle ilgilendiğini, ailesinin geçimini büyük ölçüde onun üstlendiğini, borç harç idare ettiklerini bu konuşmalarda, laf arasına sıkıştırılan cümlelerden anladım. Doğrudan bana anlatmadı, ben de hep işitmemiş gibi yaptım.
Hiçbir kahramanın büyüyüp diğerinin önüne geçemediği çok karakterli bir öyküde gibiyiz. Bütünlükten söz etmek zor. Paramparça olmuşuz. Zihnimiz, yüzümüz, ellerimiz tuzla buz olmuş. Gece inmiş tüm parçaların üstüne. Kırıklar, bütün gibi görünmüş. Bağlamasını yanındaki kirli duvara asmış genç adam, göğsüne bir kadın sokulmuş.
“Sus,” diyorum.
O, yanındaki çamurlu kâğıda ürkütücü bir kartal başı çiziyor. Kartalın çığlık atan ağzından, burnu yırtıcı kuşların gagasına benzeyen bir adam başını çıkarıyor. Sonra o, kartal başlı, vahşi bir Aztek savaşçısına dönüşüyor; ben yaralı bir kadına.
Filmlerdeki gibi bir sahne canlanıyor gözümün önünde. Hızla giden bir trendeyiz. Birden kompartımanın kapısı açılıyor. Şiddetli bir rüzgâr, bizi kendine çekiyor. Neşeli gibiyiz. Kapıdan dışarı sarkıyoruz, aşağısı uçurum, saçlarımız birbirine karışıyor. Neredeyse bir karahindiba tohumu gibi dağılacağız. Atlamak, hayır hayır düşmek üzereyiz. Benim kanatlarım yok ama uçmak istiyorum. Ufak bir dokunuş, onu uçurumdan itmek anlamına gelebilir ya da beni düşürebilir. Ona dokunmamdan korkuyor. Onun korkmasından korkuyorum. Küçüldükçe küçülüyorum olduğum yerde. Bir tüy kadar hafif, bir nefes gibi yok oluyorum. Sonra biri, hikâyedeki üçüncü derece kahramanlardan biri, bizi tutup içeri çekiyor, hızla kapanıyor kapı. Uçurum şimdilik dışarıda kalıyor. Kurtuluyoruz.
Tutamıyorum kendimi. “Savaş…” diyorum. Aklımdan geçenleri konuşabilecek cesaretteymişim ve uzun bir söze başlayacakmışım gibi. Dönüp bana bakıyor, soru sorar gibi. Gerisini getiremiyorum.
Ne güzel bakıyor. Sakinleşmiş. Oluk oluk akmış içinden kirli kan, ellerindeki eciş bücüş çamura, kâğıdın üstünde biçimlenen kartala, kartalın ağzındaki koca burunlu savaşçıya akmış. Gözlerindeki karanlık hafiflemiş. Dinmiş, dinlenmeye çekilmiş. Savaş’ımın savaşı bitmiş. İçimde bir kanat sesi. Durduğum yerden ona ellerimi uzattığımı düşlüyorum, kollarım boynuna dolanıyor. Sarılıyorum. Sıcacık. Korkulan olmuyor. Onun sessizliğinden içip ferahlıyorum.
Geceleri saçlarını önce yastığa sonra onun yüzüne dağıtan bir kadının hayaliyle uyuduğunu bilmez gibi bakıyorum gözlerine. Şarkı ne ara başlamış? O, gecelerin sabahında olanları unutmuş, hayallerini can evinden kovmuş kadar dostça bana gülümsese de fonda çalan “Satrpialo”nun ezgileri tatlı bir esinti gibi değiyor tenime.
Tuba Dere
Comments