(Y)azmış kudurmuştan beter olurmuş. Ben de birazdan bu kâğıda döküştürdüklerimle öyle olacağım. Haberiniz olsun yazımın ağzından salyalar akabilir, harfler ruhunuzu ısırabilir ve de sizlere bulaştırdığım “hiçliğin kuduzluğu” hastalığına çareler arayabilirsiniz. Amma da kendimi övdüm be! Aslında hiç alakası yok. Alt tarafı, “Keşke hiç yazılmasaydı; rögar kapaklarının arasından lağım sularına karışsaydı ve belediye ekiplerinin yaptığı ilaçlamayla yok olup gitseydi,” diyeceğiniz bir öykü yazacağım. Söyle bakalım ona buna laf taşıyan, dedikoducu klavyem. Sence kudurmuştan beter bir öyküye nereden başlanır? Efendim? Duyamadım, yüksek sesle söyle:
“K!”
Helal be, işte bu. Kendini bilmez noktalar bütününün bir araya gelip oluşturduğu “Karadeliğin K'si” diyorsun demek. Aferin kız klavye! Sen adam olacaksın valla. Karın doyurmayan, karakışlardan başını kaldıramayan, her şeyin başına kaka gibi “k” yağdığı bir başlangıç gerekir benim öyküye. Karakter gerekir; kurşun geçiren, kâbusla kahve içen, kanayan, kaçırılan bir şey:
“Şey?”
Zevzeklik etme. Az bekle, beklet okuyucuyu. Sanki ne aceleleri var? Hele senin ne acelen var? İşin gücün şizofrenliğimi “tık tık” diye ele güne duyurmak. Az sabret! Şey işte, dediğin gibi önce “K” gelecek. Sonra her ne hikmetse “A” ve cesurca peşlerinden koşturan “D”, “I”, “N”. Hadi şimdi söyle bakalım:
“KADIN!”
Eyvalllah. Eskiden 'KADIN'ı yazarken, kucağı çocuklu 'K', zülüfleri oyalı 'A', karnı burnunda 'D', boynu kıldan ince 'I', gözyaşları sel gibi akan 'N' çizerdim. Yani basbayağı 'Kadın'ı okuyucunun gözünün önünde çizerdim. Ama baktım zihnimde altı çizilen 'Kadın'ın her yerde üstü çiziliveriyor. Ben de boşlayıverdim bu ucuz edebiyat numaralarını. Yazıp çiziyorum artık her şeyi anasını satayım. Hele son zamanlarda yazdıklarım, yirmi dokuzluk harf hektarlarında nektar bırakmayan cinsten. Biliyorum ki bu öyküm de oyuncak bebeğin pili bitince çocuğun onu fırlatıp atması gibi okuyucuyu öfkelendirip ağlatacak ve bir çöp kovasını hak edecek. Ne diyeyim, vakit israfınız için şimdiden teşekkürler.
Sevgili okuyucu, hani yazarların sizlere yutturmaya çalıştığı yalanlar için kıçını yırttığı sahneler, senaryolar olur ya. Açıkçası en baştan söyleyeyim benim bu öyküde öyle bir derdim yok. Yani senaryom güneşin bulutlarla yüzyıllardır cilveleştiği kadar gerçek, babam anlattı çünkü. Ona da dedem anlatmış. Bahsedeceğim kadın da dedemin halasıymış zaten. Yalnız, dedem 'halam' dediği kişiyi ömründe hiç görmemiş. Nereden görsün? Dedem 1928'de bir yörük çadırının içinde doğduğu sıralarda kadın çoktan sırra kadem basmış bile. Daha doğrusu dedemin dedesigiller ‘kadın’sız savrulup gitmişler çoktan. Hah şimdi kıçımı yırtmanın zamanı geldi, elimdeki senaryo patlamak üzere. Öyküye resmen sondan başladım. Valla kusura bakmayın. Yazar milletindenim işte. Beynimdeki dosyalardan gereksiz olanların penceresini kapatmayı unutuyorum. Meraklandıran, bir tarafınızı çimdikleyen, TV’deki kadın programları tadında bir sırayla ilerlemek biraz zaman alabiliyor. Neyse, nerede kalmıştık? K’de tabii ki de. Aslında evveliyatına 'Kız' diyelim. On üçlük bir şeyden söz ediyorum. Biz doksanlar kuşağı hatırlasın bakalım; kankilerle on üçlükken Kral TV'deki TOP 10 listesini ezberleme yarışı yapardık hani. Bu kız ise henüz on üçlükken bilmediği bir kıl çadırın içinde, kıllı bir vücudun altında, yumruklarını sıkarak kadın oluşunu seyrediyor. Gözü duvardaki tüfeğe takılı kalıyor.
Kıllı vücut, on üç, kızlıktan kadınlığa göçüş-çöküş… Gözlerinizi bir süre kapalı tutun. Durduk yere cehaletin göbeğine dalmak kolay olmaz çünkü. Sakince ilerleyelim bu başı-sonu ziftle kaplı pespaye öyküde. Duvarına ceylanlı halıyı asmış ama kendi ceylanına sahip çıkamamış evlerde dolaşacağız. Az bir sabredin, öykünün gerisi geliyor evelallah.
Bir gün önce babası, o uydum akıllı babası, kızı köy camisinin yukarısındaki çayıra sığırları otlatsın diye yollar. Kız sığırlarla birlikte pamuk tarlasının oralardan geçmek istemez. “Bir sürü pıtrak var, şalvara bir takıldı mı töbe billah çıkmak bilmez,” diye Gır Musaların elma bahçelerinden dolanır. Ah bu kız! Ne bilsin, kobay olacağı projenin ekmeğine kendi kendine bal sürdüğünü? Dedesinin her seferinde söylediği, “Bu köyden ya Gır Musalar gider ya da biz. Elli senedir bize tezek yalatır bu deyyus. Kan istiyor kan! N'apacaz bilmem?” sözlerini hep duymuştur da on üçlük aklına yerleştirmeyi becerememiştir. Sonrasında seksen yıl boyunca o soysuzlardan doğurduğu dokuz çocuktan, bilmem kaç düzine torundan, torununun torunundan sonra da hep aynı şeyi söyler: “Ne işin vardı onların bahçesinde?”
Aniden saçındaki beliklerden asılan Gır Musa’nın elleri arasından kurtaramaz kendini. Ağzından burnundan kan gelinceye kadar dayak yiyecektir. Çadıra götürülür, bir daha da oradan çıkamaz. Bir imam bozması getirilir, nikahlarını kıysın diye. Adam Kur'an-ı Kerim adına yeminli sureler okur, karga sesiyle ilahiler döküştürür. Cebine giren akçelerin huzurunda vakit ilerlemeden evine döner. Ne gelinin dilsizliğine ne de evdeki diğer kadınların yeni kumaya bilenen bakışlarına hayret etmiştir.
Şimdi burada işin dramatik tarafını daha da arttırasım geldi. Malum ne kadar dram, o kadar reyting. Sevgili okuyucu, ne diyorum biliyor musunuz? Öykünün burasında aniden tüfekleri patlatsam mesela. Yukarıda, bir yerde tüfek asılıydı, hatırlayın. Hem Çehov’u da haklı çıkarmış oluruz, ne dersiniz? Curcuna çıksa birden, ortalık toz dumana bulansa, kan gövdeyi götürse. Heyecan dozajını artırmış oluruz, okur da sıkıcı gidişattan bir nebze de olsa sıyrılmış olur. Sonrasında babayla dede ellerinde tüfeklerle her yerde kadını arasalar. Jandarmaların bastığı köyü o dönemki gazetelerin nüshalarından bulup çıkarsam, inanın tadından yenmez bu öykü. Düşünsenize, olaya eşkıyaları da dahil ettiğimi! Olur mu olur. Şayet haraç mezat işleri için Gır Musa’nın kapısına dikilen eşkıyalardan birinin gözü bizim tazecik kadında kalacak olursa, alın size Prime Time’da zirveyi göğüsleyecek kadın hikâyesi. Mesele bir dağa kaldırma olayının dramatikliğiyle sona ermeyecek tabii ki. Dahası gelecek elbette, hem de gümbür gümbür. Bu gencecik kadını çok seven eşkıya, ona gözü gibi bakacak hatta onu dağda yalnız başına bırakmak zorunda kaldığında, kadın başına kendisini koruyabilsin diye ona silah eğitimleri vermeye başlayacak. Anlayacağınız, saçları belikli, şalvarı pıtraklı kadın gidecek, yerine XX kromozomları hâlâ yerli yerinde olsa da versiyonlarına doksanlarda Zeyna dedikleri bir eşkıya çıkagelecek. Bizim kadın, atış talimlerinden hemen sonra sevdalı eşkıyasından her seferinde şunları duyacak. “Ananı avradını! La kız sen neymişsin? Karı kısmı böyle nişan alabiliyorsa yaşadık be!”
Yıllar geçecek; kadın dallanıp budaklanacak. Emri altındaki yüzlerce adamıyla devletin bir numaralı baş belalarından biri hâline geldiğine sadece dağlar, köyler değil, yerel ve ulusal basın, hatta tüm Anadolu şahit olacak. Kız klavye, var mısın kadını bir de Birinci Cihan Harbi’nin en kanlı cephelerine yollayalım? Kanlı manlı diyorum da, aslında ne büyük gurur olur de mi, bizim kadın düzenli orduya katılıp üzerine bir de gazi madalyalarıyla şereflense. Hatta ve hatta savaş sırasında bir süre İngilizler tarafından esir alındığı sırada, hâl diliyle anlaştığı bir İngiliz gazetecinin dikkatini çekse ve durduk yere TIME Dergisine kapak oluverse. Sonra geri dönse mebus seçimlerine adaylığını koysa. Yuh artık, okuyucuyu bu kadar da salak yerine koymaya gerek yok. Yahu, o zamanlar kadının seçme ve seçilme hakkı daha gelmemişti ki Anadolu’ya. Çok uçtum de mi? Haklısınız, en iyisi videoyu geriye doğru sarın ve beni Gır Musa’ya hazırlanan bir gece yarısı baskınında bırakın.
“Gır Musa’ya gece yarısı baskını! Kadın Eşkıya bu kez neyin peşinde? Gır Musa’ya son kez ne dedi? Gır Musa öldürüldü mü? Peki katil kim? Az sonra!” Alt yazıyı vereyim ki okuyucu LED’li yanar söner ampullerini takıp satırlara şimdiden kilitlensin. Böylesi sabah kuşağı ekran Vtr’leri sadece televizyoncuları kurtarmaz, biz yazar milletini de rahatlatır. Neyse, nerede kalmıştık. Hıh, doğru; bizim yeni kadının, yılların ona verdiği cesaretle rotayı köye çevirmesinde kalmıştık. Hem de arkasında topladığı yüze yakın adamla. Başlangıçta klasik bir köy kuşatması gibi gözükse de, Gır Musaların bahçesinin o tarafa gelince olayın rengi değişecek. Gır Musa’nın karıları korkudan altlarına işerlerken merhamet dileyecekler bizim kadından. Kadın ne onları ne de Gır Musa’nın yalvarışlarını duyacak. Alacak tüfeğini ve bummmm! Herkes Gır Musa’nın kellesinin yerlerde yuvarlandığını zannedecek ama durum sandığınız gibi değil. Bizim Kadın Gır Musa’yı öldürmeyecek, aksine öldürmekten beter edecek. Topuğuna gelen kıytırık bir mermiden kimin öldüğü görülmüş sanki? Siz bakmayın, klavyenin fazladan bastığı harf zevzekliklerine. Olayın gidişatı başka. Gır Musa eşkıyalar tarafından anadan doğma bir güzel soyulacak. Sonra kıçına bir tekme yedi mi, kendini sokağın ortasında bulacak deyus. İbret-i Alem diye gelene geçene gösterilecek. Bunu ben demeyeceğim, dönemin Zeyna’sı söyleyecek. Sonrası hadım ediliş, gazetelerde boydan boya bizim kadının cezaevinden çekilmiş fotoğrafları... Ardından yine başka bir haber. “Kadın Eşkıya ceza ve tevfik evinden firar etti!”
Nasıl buldunuz? Bir derecelendirme yapsanız on üzerinden kaç verirdiniz bu hikâyeye? Hadi bir oylama yapalım. Sevgili zevzek klavyem, on üzerinden on diyor. Siz ne verirdiniz? On üzerinden on puan konusunda klavyemle hemfikir misiniz? Eyvallah sevgili okuyucum. Ben de hemfikrim. Kadının karın tokluğuna gitmediği her öykünün başımızın üstünde yeri var. Ancak işi realiteye döndürecek olursak, olaylar öyle değil be okuyucu. Bu konuda klavyemin de içi kan ağlıyor benim de. Kitabına uydurup öyküyü burasında bitiriversek tadından yenmezdi de, gerçekleri anlatmak da boynumuzun borcu. Zira kadını düştüğü yerde bırakmamak gerek.
Hani demiştik ya, bizim yeni kadın Gır Musa’nın tekmeleriyle çadırın içine konuldu, ilahiler okundu, el âlemin gözüne olan biten her şey sokuldu diye. Çok geçmeden, kadının karnının her geçen gün büyüdüğü gözlenir. Sonra emzirdiği ve alt bağladığı, sonra tekrar karnının büyüdüğü, sonra tekrar emzirdiği ve alt bağladığı, sonra tekrar karnının... Böyle bir örüntü işte. Bu esnada anası, babası, dedesi, oğlan kardeşlerinden ses seda duyulmaz. Yüz kilometre kadar ilerideki başka bir köye çoktan gitmişlerdir. Başka bir köy dedim, duydunuz de mi? O zamanlar başka köy demek, yeni bir kıta demekti. Buradan kalkıp Amerika’ya gitmekti. Zaten dede kızın alıkonulduğunu duyar duymaz, “Kan davası çıkarsa ümüğümüzü kurutur bu itin oğulları!” demişti. Gidiş o gidiş. Kadın ölünceye dek bir daha ailesinden haber alamaz. Her şeyi çocuklarına anlatır, onlar da kendi çocuklarına. Beliklerin sürüklendiği elma bahçesi öyküsü her seferinde yeni bir şeyler eklenerek nesiller boyu anlatılır.
Peki sevgili okuyucu, öykü bitmeden bu kadına ad koyayım mı sizce? Çünkü dedem halasının adını söylemedi, belki o da bilmiyor kadının adını. Gerçi benim adımı da bilmez, babama da her gün farklı bir isimle seslenir. Bir gün Kore Gazisi’yim der ertesi gün Kurtuluş Savaşı Gazisi oluverir. Anlayacağınız, aklı gidip gelir. Beni böyle bir öykünün içine attı ya, kesin şimdi kenarda kıs kıs gülüyordur. Ondan her şeyi beklerim. Neyse, başladık bitirelim öykümüzü. Sonu güzel olsun diyorum; bu yüzden kadına alfabenin sonunu vereyim: “Z”! Ziynet olsun adı. Ruhunun gerdanı bari ziynetlensin. Ne dersiniz? Haklısınız, final biraz zayıf oldu. Ama ben bu uğursuz “K”den bıktım artık!
Tuba Sina Aydın
Comments