Telefon çalıyormuş. Fakat duysanız nasıl bir ses! Kulak tırmalayıcı dedikleri cinsten. Otobüsteyim. İnsan otobüste neden alarm kurar? Bunu fazla düşünmemeye çalıştım. Bazı sorular, içerisinde hiç beklenmediği kadar zihin yorucu madde taşırlar. Bu sebeple bazan bir suali işitmektense, bir kuyuya yuvarlanmayı; hiç durmadan yuvarlanmayı, kolumu, bacağımı düşünmeden yuvarlanmayı yeğlerim.
Uzun yolculuklarda istemeden uyumak diye bir şey var. İşte öylesi bir hâl içerisinde, gözlerim yuvarlanmışken kafatasımın içine, klakson sesine benzer bir alarm sesiyle uyandım. İnsan bazan istemeden, bir şeyler yüzünden bir şeyler hatırlar. Bu da aslında 'o bazı sorular' gibi bir şeydir. Bir şeyler olursa, bazı şeyler anımsarsın ve bu durumda yapacak neredeyse hiçbir şey yoktur. İşte yaşlı amca, telefonunun alarmını kapatır kapatmaz, bahsettiğim o şey başıma geldi. Ve anımsadım.
Sanırım yedi yaşındaydım. Ve yine şu anki yolculuğuma benzer bir yolculukla, hâlihazırda gitmekte bulunduğum memleketime; Erzurum'a gidiyordum. Fakat yolculuğum babamın arabasıyla idi. Babamın arabası diyorum, zira nedendir tam olarak bilinmez, fakat sanırım bir sevgi yahut sevgisizlik bahsinden dolayı, babamın kullandığı şeyler, ailemizin, yani, bizim değil de babamın olarak görünürdü gözüme. Oysa benim oyuncaklarım yahut kalemlerim veyahut annemin başörtüleri veya -durun, düşündüm de şimdi, annemin başka neyi vardı ki?- neyse, işte annemin ve benim olanlar ayrıca babamındılar, fakat onunkiler sadece ona ait gibiydiler. Oysa şimdi biliyorum ki hiçbir şey hiç kimseye ait değildir. İnsan yalnızca kendisine dairdir.
Nihayet Erzurum'un Aşkale ilçesine varmıştık. Sadece köye ulaşmak kalmıştı. Babamın arabasının markası neydi hatırlamıyorum ama o zamanlar orta karar bir şey olarak görülen bir modeldi. Alalı da daha iki ay olmuştu. Bu bilgiyi vermemin sebebi, belki birazdan anlatacağım şeyler için, bir şeyler ifade eder umudu taşımamdan kaynaklanıyor.
Vakit ikindiyi geçiyordu. İlçeden köye çok yol vardı. Gerçekten çok yol. Köye sonunda giriş yaptık. Yaptık yapmasına fakat sanki aksi bir şeyleri de peşimize takmışız veya bizim gelmemizle, köydeki aksilik tankeri taşıp, etrafı balmumundan bir aksiliğe boğmuş gibi, bazı aksi şeylerin -evet, aksi bir şeylerin- kokusuyla sarmalanmıştık.
Anneannem ve dedemin gözlerinde sevinç parıltıları. Belki anneannemin gözlerindekiler, dedemin parıltılarından biraz daha fazlaydı. Herkes hararetli bir biçimde konuşmaktaydı. Ben ise, uzanan upuzun uzaklara -kahverengi ve yer yer yeşille boyanmış- o uzaklara bakarak, ne düşünmem gerektiğinden -yani şehir tantanasından, egzoz bulantısından ve çürüyen insan yüzlerinden kurtulduğumdan habersiz- öylece, köyün meydanındaki evin, bir içinde, bir dışında dolanıp duruyordum. Annemin yoldayken, ciğerlerime iyi geleceğini söylediği havaya, anneannemin pişirdiği mercimek çorbasının kokusu karışmıştı. Ben de işte öyle dolanıp dururken, bir yandan da sanki iksirliymiş gibi hissettiğim havayı içime çekip, sonra onu dışarı kusuyordum. Ve bakıyordum ona. Kusmama rağmen hava kirleniyor mu diye inceliyordum. Kirlenmiyordu.
Akşam ezanı okunmaya başlamıştı. O sırada, beni biraz -evet, tabii ki biraz- korkutan bazı sesler yükseldi köyün her yerinden; köpekler havlıyordu.
Ve bir süre sonra sofranın başında çorbamı kaşıklamaya başlıyorum. Bir şeyler konuşuluyor. Yüzler gülüyor. Ve tam o sırada, taşırdığımız tankerin içinden yayılan aksiliğe bulanmış bir yumruk, evin kapısını şiddetle çalmaya başlıyor. Fakat biz daha, bu şiddetin sıçrattığı aksilikle temas etmeden, biraz evvel köyün tamamını -ve tabii babamın arabasını da- saran balmumundan aksilik yüzünden -evet, artık onun balmumundan olduğuna eminim- başlıyor babamın arabasının klaksonu çalmaya. Sofradan dedem hariç herkes nasıl bir hâlde kalkıyor, tarif etmek oldukça zor. "O aksilik tankeri, köyden ne kadar uzaktaydı ki?" diye uzun zaman sonra, bir daha düşünüyorum şimdi.
Babam arabaya koşuyor. Ana kız da kapıdaki yumruğa. Anneannemin en yakın arkadaşı -eskilerin demesiyle ahret kardeşi- vefat etmiş. Klakson neden çalıyor peki? Babam anlamıyor bir türlü. Anneannem çok üzülüyor, ayakta duramıyor ve annemin kucağına yığılıyor. Dedem, çorbanın üzerine biriken balmumunun içine, elindeki kaşığı fırlatır gibi bırakıp karısının yanına koşuyor. Ben, aksiliğin kokusunu o an, sanki ilk kez genzimde hissediyorum.
***
Babam ne yaptıysa klaksonu susturamadı. Köydeki genç ve orta yaşlı erkekler bizim kapının önünde, kadınlar ve kızlar anneannemin komşusunun cesedinin bulunduğu yan evde toplandılar. Klakson ısrarla susmuyordu. Kadınların çoğu klaksonun eşliğinde ağlıyorlardı. Ağlamalar sabaha doğru azaldı ve derin mırıltılara dönüştü. Klaksonun sökülmesini istemeyen babam, arabasını tarlaların oraya götürüp, karanlığın dibine bıraktı. Belki de karanlık orada bitiyordu. Ve aksilik oraya ulaşmadıysa, en azından araba kurtulabilirdi.
Babamın sinirleri çok bozulmuştu. Kızgındı. Klakson susana kadar bekleyeceğini söyledi. Sökmektense bu daha iyi bir fikirmiş. Sabah oldu, öğle oldu. Merhumeyi gömdüler. İkindi oldu. Ve akşam yaklaşırken, bir şeyler konuşuldu. Konuşmaların ardından köylülerin de anlaşmasıyla, babam arabasını mezarlığa, merhumenin kabrinin başına getirdi. Biri ölünce, taze et kokusuna dağlardan kurt inermiş meğer. Toprağı eşip, cesedi yerlermiş. O yüzden de bir gönüllü, bir iki gece mezarın başında nöbet tutarmış. Ee hazır, köylü zaten arabadan mustarip, bari şu sesi bir işe sevk edelim diye anlaşmışlar. Arabaya o gece nöbet tutturdular.
Anneannem köylülerin verdikleri karara kızgındı. Fakat takati yoktu. Sustu. Ben o gece, evin kapısının önünden, mezarlığın göründüğü kadarını, bayağı bir izleyip bekledim. Belki diyordum, sesten korkmayan kurtlar vardır. Belki. Kim bilir? Hayatımda ilk kez bir kurt görebilirdim.
Sabah olduğunda klaksonun gücü tükenmiş ve ses kaybolmuştu. Aslında ölmüştü de denebilir. Fakat onu gömmediler.
Anneannem o günden tam iki sene sonra ahret kardeşine kavuştu. Şimdi köye varınca, eve varmadan, onun ve kardeşinin mezarına uğrayacağım. Umarım. Yani bir aksilik olmazsa.
Tugay Kaban
Comments