Onlara anlattım. Çoğu kimseye; tanıdığım, tanımadığım, sayısını hatırlayamadığım birçok insana anlattığım gibi; neredeyse birebir aynı cümleleri kullanarak ve üstelik büyük ölçüde en baştan başlayarak. Zaten artık bu kadar hikâye ettiğim için, yaşanmış olmasının ihtimali de pek kalmadı.
Fakat gücümün de kalmadığının farkındayım. Boğazımdaki tedavi edilmesi artık imkânsız hastalık sebebiyle, gün içerisinde birkaç cümle ancak kurabiliyorum. O cümleleri de olabildiğince dikkatli bir şekilde ve lüzumu olur ihtimaline karşı çoğu zaman saklarken, dillendirmeden uyuyakalıyorum. Etrafımda pek insan kalmadığının farkındayım. Annem ve babam dışında başka birilerini de görmek istemediğimi itiraf etmek, sanırım beni daha cesur kılacak. Her ne kadar şu hastalıktan evvelki hayatıma dair cesaretimden neredeyse hiçbir şey kalmamış olsa da, bazan insan olduğumu hatırlarcasına, duygularımı sadece saklamakla kalmıyor ve ellerim, kollarım, ayaklarım ve mimiklerimle içimdekileri etrafa bulaştırmaya çalışıyorum.
Peki, bu yazıyı neden yazmaktayım? Bana iyi geleceğini telkin eden psikoloğum, sualin cevabıdır. Durumumun, üzerimdeki yıkıcı etkilerini en aza indirebileceği iddia edilen böyle bir uygulama, her ne kadar aklıma yatkın olmasa da bu saatten sonra kimseyi kıracak durumda olmadığım için denemeye değer olarak görünüyor. “Sakin bir biçimde kafanı topla Yasemin ve artık insanlara anlatamayacağın ne varsa, onları yazmaya başla. Bunun sana iyi geleceğini düşünüyorum.” Ses ile insanların kulaklarına işlenmeyecek hangi hikâye gerçekten anlatılmış olabilir ki? Aslında bunu sorgulamayı çoktan bırakmış olmalıydım. Zira sesi kaybolan bir insan için böyle şeyleri sual etmek oldukça komik görünebilir.
Anlatmayı en sevdiğim hikâyeden başlıyorum. Bir hikâye kitabım olsaydı ve bu hikâye de o kitabın içerisinde yer alsaydı, ismi sanırım Mişima Müzesi olurdu.
Yukio Mişima hayat çizgimin sanırım ilk kırılmasını yaşatan insandır. Bu oldukça iddialı görünebilir. Fakat ben öyle olduğunu düşünmüyorum. Bir insanın hayat çizgisi birçok defa kırılır ve bazan buna bir defter sayfası bile sebep olabilir. Yahut kesik bir fotoğraf. Her neyse. Mişima ile olan hatıram, öyle her insanın başına gelebilecek bir olay değildi. Ve çoğu zaman da inanılması oldukça zor gelebilecek bir şey olarak tanımlanabilir. Sesimin kaybolmasıyla artık anlatamadığım bu hatıram, sanırım beni en çok hüzne boğan şeylerden biri.
Şu an masamın uç köşesindeki küçük çerçevenin içerisinde kesik bir baş fotoğrafı yer alıyor. Yaklaşık bin adet kopyasını yaptırdığım ve size de ulaşmasını umduğum bu fotoğraf benim tarafımdan çekildi. Yukio Mişima’nın kesik başının fotoğrafı. Eğer Mişima’nın hayatına dair bir şeyler okumuşsanız, bu dediğimin imkânsız olduğunu düşünebilirsiniz. Yani yaygın olan bilgilere göre, Mişima’nın intiharından sonra kesik başı ve bedeni gömüldü. Oysa kimse, oldukça uzun bir süre, bu kesik başın sergilendiğini bilmez.
Doktora tezimi hazırladığım sıralarda, yani bundan yaklaşık otuz yedi sene önce, Mişima’nın başı henüz sergileniyorken, onu görmeye gitmiştim. Aslında hiç de böyle bir düşünceye sahip değildim. Fakat sonrasında, tezi çalıştığımız hoca ile böylesi bir tezin kitap olarak da yayımlanabileceğine karar verdik. Kendi alanında gerçekten özel bir çalışma olmasını istiyorduk. Bu sebeple hocam, Japonya’ya gitmemin ve bizzat benim çekeceğim fotoğrafları kullanmanın iyi olacağını önerdi. Hatta önermekle kalmadı. Japon asıllı karısının bağlantılarıyla birçok olanak da sağladı. Ve böylece Japonya’ya gittim. Mişima’nın yaşadığı yerlerin ve belli mekânların çekimlerine başlamadan önce sergiye yollandım, zira hocamın karısı tarafından ayarlanan bir hanımefendi sayesinde, sergiye kimsenin olmadığı bir vakitte, özel olarak girecek ve Mişima ile birebir karşılaşacaktım. Görevli hanımefendi ile gecenin geç bir vaktinde sergi binasına girdik ve bazı kapıları ve görevlileri aşarak, Mişima’nın kesik başının olduğu salona vardık. O an hissettiklerimi gerçekten kelimelerle anlatamam. Eğer beni şu an yüz yüze dinliyor olsaydınız, o hislerimin üzerimdeki etkilerini gözlerimden okuyabilirdiniz. Salonda yaklaşık yirmi dakika civarında kaldık. Ben hayranlık ve birazda korku içerisinde kesik başın fotoğraflarını çektikten sonra, yanımdaki hanımefendi hiç beklemediğim bir soru ile beni büyük bir kapının eşiğine bıraktı. “Onu öpmek ister misiniz?”
Yüreğimin bir anda iki katı hızla çarptığını bütün bedenimde hissettim. Yanlış anladığımı düşünerek, “Efendim?” diye sordum, kaşlarım çatık bir hâlde. “Onu öpmek isterseniz, öpebilirsiniz” dedi kadın karşılık olarak. Sonra ne konuştuk, ben neler yaptım gerçekten hatırlamıyorum. Sadece kadının beni bıraktığı eşiği aşarak, o büyük kapıdan içeri girdim.
Soğuk dudaklar. Geçmişin bütün cezaları, güneşin üzerinde eritilmiş de onlardan bir kılıç yapılmış ve o kılıç karnımdan saplanarak iç organlarımı parçalamış gibi. Yağmurun benimle beklediği bir sokakta, midemdekilerle beraber ciğerlerimi de ıslak taşların üzerine çıkarırcasına kusuyor gibi. Boğazımda bir sızı gibi. Bir yara. Bir suskunluk gibi.
Dudaklarımı kesik başın kırışık dudaklarından ayırırken, gözlerim boynun yarısının sınırlarını kaplamış kuru kan hattına takıldı bir an. O an gözlerimi kapattım ve boğazımı yırtan köpüklü büyük bir ıslaklığı yemek borumdan aşağıya yolladım. Bütün bir hayata doymuş gibiydim. Tıka basa. Ve artık sanıyordum ki hiç acıkmayacağım.
Oysa öyle olmadı. Başka hiçbir fotoğraf çekmeden ve neredeyse hiçbir şey yapmadan, o gecenin sabahında geri döndüm. Aradan otuz yedi sene geçmiş. Ve durmadan ısrarla acıkıyor gibiyim. Sanırım, o büyük kapıdan aslında hiç dönmedim.
Tugay Kaban
Comments