Pembe ışıklı sokak lambalarının arasında kırık dökük, emanet pikapla yol alıyordu Ekrem. Sol yanında akan cılız dere çoktan karanlığa teslim olmuştu. Tam kapanmayan kırık kelebek camından esen rüzgâr iki haftalık sakalında dolaşıyor, dikiz aynasında duran gözlerine vuruyordu. Eli buz kesmişti. Ağır aksak ilerlediği yolda kendini hemen sağ şerite attı.
Burnunun ucundan başka her yer zifiri karanlıktı. Yıllardır kar, kış, yağmur demeden gidip geldiği bu yol onun kaderiydi. Köy, şehre oldukça yakındı; ileride yapılacak yatırımlar için bu bölgenin seçilmiş olması içini biraz rahatlatsa da artık ona ait tek kare yer kalmayışı uykularını kaçırıyordu. Rahmetli babasından kalma araziyi borçlarını ödemek için kardeşlerine sattığından beri karısı ve çocuklarıyla sığındıkları baba evinin altındaki ardiyeden bozma yerde oldukça zor şartlarda yaşıyorlardı.
Tekrar aynaya baktı, yüzündeki kırışıklıklar alkolün şişedeki salınımlarıyla artmış, sertleşen alın çizgileri iyice derinleşmişti. Göz altları morarmış, yanakları yara bere içinde kalmıştı. Sonbaharın son günlerinde esen rüzgârlarla yolda ilerlerken farların aydınlattığı beyaz çizgilerde boşa geçirdiği elli yılı görüyordu şimdi. “Karımı çok seviyorum,” demişti geçen gün kavgadan sonra onları barıştırmak isteyen büyük kızına. “Doğru dürüst bir işim olmadı ki,” diye geveledi lafı, bu dediğine kendi bile inanmadı. “Emanet arabayla hamsi satıyorsun,” dedi. Sigara dumanının çıkması için pencereyi araladı, arabanın içi rüzgârla doldu. Saçları savruluyor, köyde birkaç ışık yanıp yanıp sönüyordu. Sigarayı camdan attı. Güç bela yere düşen izmarit karanlıkta yere vura vura, kıvılcımlanarak dağıldı.
Yaklaşık yirmi dakika sonra köye iki kilometre uzaklıktaki köprüde sinyal vererek karanlık, sota bir yerde durdu. Etrafta birilerinin olmadığından emin olunca kontağı kapattı. Saat, gece yarısını çoktan geçmiş, kahve, kasap, bakkal kapanmış, köprüyü renklendiren dükkânlar, soğuk, gri kepenklerini indirmişti. Bakkala bakarak, “Paranı ne zaman alamadın ulan deyyus,” dedi. Ön camı, sağı, solu taradı. Direksiyonu iki eliyle kavrayıp kendini öne doğru çekti. Kafasını eğerek etrafı iyice kolaçan etti. Karanlıkta gıcırtılarla pikaptan indi.
Söğüt ağacı gölgeler arasında hışırdayarak sallanıyor, son sarı yapraklar yere savruluyordu. Sonbaharda suları azalan dere usulca akıyordu. Çakıl taşlı yolda sessizce aracın arkasına yürüdü. Kasaya uzandı, devrilmiş kazma küreği aldı. Tek hamlede yukarı kaldırarak omzuna vurdu. Ön koltukta duran lüküsü alıp kapıyı kapattı. Yavaş adımlarla köprüye doğru ilerledi. Her adımda, ses çıkartan tahtalara basar gibi yürüyordu. Karanlıkta uğuldayan sesler aldığı alkolü yavaş yavaş dağıtıyor, nefes alış verişleri hızlanıyordu. Tanıdık birine rastlamamak için fındık bahçesine daldı.
*
Bir zamanlar onun olan arazinin dibinde, aile mezarlığının başında ayakta durdu. Nefes nefese kalmıştı. Kalbinde ince bir sızı vardı. Babasını on yıl önce kaybetmişti. Ne zaman yorulsa ne zaman kalbinde bu iflah olmaz sızıyı duysa, aklına hemen babası gelirdi. Ayağını küreğin demir kısmına dayayarak bekledi. Eve baktı. Yatalak annesi henüz uyumamıştı. “Bu saate kadar ışığı yanmazdı ya! Dur bakalım, bu işte bir tuhaflık var,” dedi. “Anlaşılan bu akşam kızlar yine bir arada! Sinsiler! Mendeburlar! Nasıl olsa ben yerleşeceğim o eve. Siz durun hele, durun bakalım. Ben olmazsam çocuklarım yerleşecek,” dedi.
Evin ışıkları, yanıp yanıp sönüyordu. Karanlıkta, kıpırdayan göz kapaklarının sesini, alnında atan damarları duyabiliyordu. Kalbindeki sızı dinene, nefesi normale dönene kadar öylece durdu. Lüküsü yavaşça yere bıraktı. Bir köpek havladı uzaklarda. Sanki, o korksun, bırakıp gitsin diye daha önce hiç duymadığı acayip sesler geliyordu gecenin içinden. Bütün duyduklarını alkole yorarak korkuyu yenmeye çalışıyordu Ekrem. İki adım sağında erik ağacını gördü. Durdukça gözü karanlığa alışmış, etrafını tanımaya başlamıştı. “Az sonra her şeyi avucumun içine alacağım. Hele şu evin ışığı bir sönsün,” dedi. Olduğu yere çömeldi.
Fındık yaprakları sallanıyor, bazen ılık bir esinti yanık çimen kokuları getiriyordu burnuna. O kokuyla çocukluğuna gidiyordu. Bir sigara daha yaktı, dumanı içine çektikçe köz korlanıyor, üfledikçe beliren kırmızılık yavaş yavaş azalıyordu. “Hepimiz çocuktuk, hepimiz burada büyüdük. Benim arazimi elimden aldınız da ne oldu? Ben de Ali Ağanın oğluyum. Ben de bir işin ucundan tutmak isterdim. Ah baba! Ne olurdu şu yerleri erkeklerin üstüne yapsaydın,” dedi. Otlara dokundu. Arkasına dönüp dönüp evi kontrol ediyordu.
Lüküsü eline aldı, bir iki adım yürüyerek mezarlığın altına indi. Tam olarak nereyi kazacağını anlamaya çalışıyordu. Lambayı yaktı, biraz yukarı göz hizasına kaldırdı. Ağır ağır, zaman durmuş gibi dikkatli hareket ediyordu. Bir şişeye bastı, “Amma da ses yaptın be şişecik,” dedi. Bu dediğine biraz güldü. “Buralarda bir sırt vardı. Allah vere de elimdekilerle aşağıya yuvarlanmasam,” diyerek yürüdü. Nihayet aradığı yerin önündeydi. Lüküsü dala astı. Ceketini önemli bir işe başlayanların ciddiyetiyle ilikledi. Etrafına bakındı, bütün ışıklar sönmüştü. Işığa üşüşen cırcır böcekleri ve dağlarda kopan uğultulardan başka ses duyulmuyordu. Ekrem, ışığın aydınlattığı çimenleri izledi bir süre. Ellerine tükürdü, kazmayı kavradığı gibi hışımla vurdu toprağa. İlk kazmada yine duydu kalbindeki sızıyı. Bir damla ter usulca aktı sırtından. Eliyle kalbini yoklamak istedi ama çok zamanı yoktu, sabaha az kalmıştı.
“Keşke kazdığım ilk yerde bitse! Toprağı çok kazmamışlar. Bırakıp gitmişler. Eskiden burada yaşayanlar. Toprağı çok kazmamışlar. Bırakıp gitmişler. Aceleden, aceleden,” diyerek tekrar ediyordu kahvede duyduklarını.
Kazmayı, dalda sallanan lüküsün iniltileriyle aynı anda indiriyordu toprağa. Gölgesi aşağıya yukarıya inip yükseliyordu. Kazdığı yerin yanındaki çimenler koyulaşıyordu. “Eskiden burada bir kilise varmış! Şimdi mezarlık,” dedi. Gözü mezarlığa kaydı. Bir baykuş sesi duydu. Kazma, gölgeler içinde topraktan çıkarken eski günlere gitti.
Karısını kaçırdığı gün geldi aklına. İlk çocuğunun süt kokan ağzı, anasının koynunda uyuduğu elektriksiz geceler, bağlamasıyla kurduğu hayaller, şehirde satılan ev, fındık ayında açtığı bakkal dükkânı, bu köyden, köylülükten kurtulmak isteğiyle dolu berduşluk günleri. “Ne yapsam olmadı, bazen yanlış yaptım, bazen doğru. Bütün bu arazi benim olsaydı bile mutlaka elimden çıkardı,” dedi. Yine de sahip olmak istiyordu. Biraz soluklanmak, dinlenmek için sırtını ağaca dayadı. Kalbindeki sızı dinmişti. “Kesin cereyanda kaldın oğlum sen! Nasıl da getirdin hemen aklına ölümü,” dedi. İç cebinden karısının fotoğrafını aldı. Kavgadan sonra geri dönmemişti. Bir iki damla gözyaşı geldi kirpiklerinin ucuna. Neredeyse ağlayacaktı. Gözleri doldu. Sarı ışık tanelerinin aydınlattığı siyah beyaz fotoğrafa uzun uzun baktı. Ağlamamak için gözlerini kapattı.
Yorgunluk, hâlsizlik, onu yavaş yavaş kollarına alıyordu. Islanan kirpikleri daha fazla dayanamadı, derin, sessiz bir uykuya daldı. Sallanan lüküs, cırcır böcekleri ve dağlardan gelen sesler, ışık huzmeleriyle aydınlanan çukurun içine düş dolduruyordu. Bir yel esti, bir duman tüttü uzaklarda. Kara ormandan çakalların yankılanan sesleri geliyordu. Ekrem, bitmek bilmeyen rüyalara daldı. Kazdığı yerden çil çil altınlar çıkıyordu. Karısı dönmüş, saray gibi bir evde oturuyorlardı. Bir sahnenin üstünde alkış tufanıyla şarkılar söylüyor, pahalı bir arabanın direksiyonuna kurulmuş, kasım kasım kasılıyordu.
Ekrem ezan sesiyle kan ter içinde uyandı. Sis bastırmıştı. Hızla dizlerini kendine çekerek toparlandı. Etrafına baktı. Rüya mıydı? Sakallarına kırağı düşmüştü. Ceketinde parlayan çiy tanelerini sildi. Eli istemsizce cebine gitti. Dili damağı kurumuştu. Güçlükle ayağa kalkıp lüküsü daldan aldı, söndürdü. Kazmayı küreği toparlarken sislerin içinde acı bir çığlık koptu. Yavaş yavaş doğrularak sesin geldiği yöne doğru baktı. Gözlerini kıstı, “anne,” dedi.
Uğraş Abanoz
Comments