top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Uğraş Abanoz- Kapının Ardı

Şimdi, masanın üstünde duran boş tabaklara, ekmek kırıntılarına, binbir özenle hazırladıkları bitmiş yemeklere, nokta nokta olmuş yağ tabakalarına bakıyorlardı. Kadın, bir sigara yaktı. Dumanı üfledi. Başını tavana dikip şarkı söylemeye başladı. Sigarasının küllerini salata tabağının içine attı. Genç çift, bu yüzden çok kavga etmişti. Bu davranış adama kaba, pis ve dahası aptalca geliyordu. Yere tükürmek gibi hoyratça. Bu tatsız durumu görmemek için eline aldığı tabaklardan birini mutfağa taşıdı Selim. Aradan beş dakika geçince karısı, yemek kokan oturma odasını havalandırmak için pencereyi açtı. Sonra, elinde tabaklarla eşinin yanına geldi.

“Neyin var!” diye sordu. Bu konuyu çok konuşan ve hiçbir sonuç alamayan adam, “Yok bir şey!” diyerek gülümsedi. Karısının yanağına bir öpücük kondurdu. Evleneli iki, bu dağ köyüne atanalı bir yıl oluyordu. Çalıştıkları okulu, Işık Köyü’nü çok sevmişlerdi. Hayâl ettikleri kadar güzeldi. Köylü onları çok seviyor, zorluk çekmemeleri için ellerinden geleni yapıyorlardı. Karda, kışta, yağmurda, her zaman yardımlarına koşuyorlardı. Teker teker bütün boş tabakları içeriye taşıdılar, masanın üstü tertemiz oldu. Esma mutfaktan seslendi.

“Çay yapalım mı, aşkım?”

Televizyonun karşısında kanal kanal dolaşan Selim, “Eveeet!” diye cevap verdi. Mutfakta biraz daha kalıp sigarasını içen Esma, yıldızlara bakıp dumanı karanlığa üfledi. Dağlardan uğultular yükseliyordu. Çay demlenince çarşıdan aldığı küçük, güzel fincanları doldurup içeriye geçti. Beraber koltukta oturup çaylarını yudumlamaya başladıkları ân zil çaldı. Saat epeyce ilerlemişti. “Bu saatte kim olabilir,“ dedi. Karısı, Selim’in eline sarıldı. Adam, onu sakinleştirdi, elini öptü. “Dur hemen telaşlanma! Merak etme karıcığım, Hatice abladır! Kim olacak,” dedi. Esma, paniklediğinde hep böyle yapardı. Karanlık bastırınca annesinin anlattığı, o tekinsiz köy hikâyeleri çıkar gelirdi derinlerden. Bu paniği dindirmek de kocasına kalırdı. Selim ayağa kalktı, evleri küçüktü, oturma odasından çıkıp hemen kapıya ulaştı. Ayakkabılığın üstündeki ışığı yaktı.

“Kim o?” dedi.

Kapının ardından çıt çıkmıyor, sadece bir kıpırtı duyuluyordu. Selim, sessizce kulağını kapıya dayayıp sesleri anlamaya çalıştı. Önce bir köpek sesi duydu, nefes alışı hızlanmıştı. Kalbinin sesini duyuyordu.

“Kim var orada?” dedi, biraz daha sesini yükselterek. Bu ses, kendisini bile ürkütmüştü. Karısı, artık olması gerekenden daha fazla korkuyordu. Sessiz adımlarla kocasının yanına gelerek usulca, “Açma aşkım!” diye fısıldadı. Selim, kulağında onun ılık nefesini hissetti, biraz da gıdıklandı. Ç, a ve ş harfleri derin bir vadidelermiş gibi yankılandı. Alt dudağı titriyordu. “Sen oturma odasına geç balım, benim seni görebileceğim bir açıda, perdenin önünde, ayakta dur,” diye fısıldadı Selim. Korkudan mı panikten mi bilinmez, karısı bir kez daha yapma, açma demedi. Perdeye doğru, geri geri yaklaşıp durdu. Dışarıdaki ses, sorularına cevap vermiyor, kıpırdayıp duruyordu. Az önce sesi daha yakından gelen köpek de uzaklaşmıştı. Dışarıdaki her kimse artık köpek ya onunlaydı ya da onun peşine takılmıştı.

Işık köyünde bir akşam, tam çay içerken kapıya gelen bu garip misafirin kim olabileceğini düşünmeye başladı Selim. Birkaç saat, gün, hafta, ay geriye sarmaya başladı kafasındaki makineyi. Ne olduğunu yaşadıklarıyla ilişkilendirerek anlamaya çalışıyordu. Saniyeler kadar kısa bir süre içinde, başını bir yere çarpmıştı da bütün günler film şeridi gibi gözünün önünden geçmeye başlamıştı. Sabahın ilk ışıklarıyla gittikleri okulu, sınıfı, nöbeti, arkadaşlarını, kahvede tartıştığı adamı, muhtarı düşündü. Kayda değer bir ân gelmedi aklına. Bir çırpıda, karısının yanına gitti. Esma, korku dolu gözlerle ona bakıyordu. Kulağına eğilerek,” Bugün okulda olumsuz bir olay yaşadın mı?” dedi. Nasıl yani der gibi göz kapaklarını kaldırdı karısı, “Yoook!”dedi. “Yani, bir öğrenciyle ya da veliyle.”Yoook!” diyerek kendinden çok emin konuştu karısı. Tekrar kapının önüne geldi. Peki ama neden cevap yok! Kafasının içinde şimşek gibi çakan belirsizlik onu savuruyor, allak bullak ediyordu. Esma, gittikçe daha fazla korkuyordu. Yağmurun ve köpek sesinin arasından, “Kim var orada!” daha çıktı Selim'in ağzından. Bu defa hepsinden daha yüksek, daha kararlı ve daha hesap sorar gibiydi sesi. Kapının ardından cevap gelmiyor, köpek yaklaşıyordu. Yağmur şiddetini artırmıştı. Sundurmanın altındaki boş kova, çın çın öterek bu belirsizliğe daha derin anlamlar katıyordu. Sanki köydeki bütün sesler kapıya toplanmıştı. Genç adam, alnındaki terleri silerken, “Ah! Keşke bir silahım olsaydı!” diye geçirdi içinden. “Babamı dinlemeliydim. Oğlum! İyidir oralar güzeldir ama köy yeridir nihayetinde, kendini güvende hissedersin, gel al şu dede yadigârını, bir köşede dursun, sana ne zararı var,” demişti.

Kapıda duran kolunu, hayâlinde kafasına vuruyordu Selim. Karısını daha fazla korkutmamak için, hareketlerini kontrol etmeye çalışıyor fakat beceremiyordu. Yüksek sesle karısına, “Esma! Jandarmaya haber ver!” diye bağırdı. Aklına gelen ilk planı uygulamaya koyuldu. ”Ara! Ara! Ara!” diye tekrarladı. Sesler bıçak gibi kesildi, on dakika kadar yerlerinde kaldılar. Kapıdaki her kimse, bunun blöf olduğuna karar vermiş olacak ki yeniden kıpırdamaya, orada durmaya, sesler çıkarmaya devam etti. Selim'in canı iyice sıkılmıştı. Peki neden haber vermiyordu jandarmaya? Herkes duysun istemiyordu. Onlar gelene kadar kapıdaki kaçıp giderdi, bir yere saklanır, kim olduğunu anlayamazlardı, yine gelirdi. Korku kâbusa döner bütün sesler düşman kesilirdi. Hışırdayan yaprak, tenekeyi deviren kedi, küçücük bir tıkırtı yürekleri ağızlara getirirdi. Burada yaşayamazlardı. Kapıdakinin geri gelmesini, jandarmanın gelmesine tercih ediyordu. Korkuyu yenmek istiyordu Selim. Bu süre içinde aklından geçenler, onu daha da terletmişti. Neler düşünüyordu böyle, korku sinire, sinir öfkeye dönmüş, kalp atışlarından yorulmuştu. Mutfağa gitti, bir bıçak alıp geri döndü. Kilidi bir defa çevirdi, bekledi, dinledi. “Kimsin kardeşim! Gece gece ne istiyorsun?” diye bağırdı. Sürgüyü çekti. Kapı kolunu hızlıca indirdi. Kapıyı bütün gücüyle kendine çekti. Rüzgârın soğukluğunu hissetti, birkaç yağmur damlası ilişti gözünün altına. Karşısında otuz yaşlarında, siyah bereli, dizlerine kadar kalın yün çorap çekilmiş, siyah montlu, sakallı, elmacık kemikleri çıkık, bıyığındaki sümüğü, nefes alıp verdikçe aşağıya yukarıya inip çıkan bir adam duruyordu. Elindeki bıçağı sıkıca kavrayıp salladı. Kolundan tuttuğu gibi evin içine aldı adamı. Holün, sarı ışığı altında burun buruna geldiler. Kara köpek havlıyordu. Bıçağı, adama tutarken Selim'in kolu lambaya çarptı. Gölgeler, duvarda yavaş yavaş hareket etmeye başladı. Köy yerinde bir garip sorgu odasına benzemişti durdukları yer. “Şu köpeği sustur!” diye bağırdı adama. Adam, eliyle işaret etti, köpek sustu.

“Ne istiyorsun! Ne! Kimsin? Ne işin var burada? Derdin ne? Gecenin bir vakti kapıda ne arıyorsun! Neden cevap vermiyorsun! Kimsin sen?” dedi Selim.

Damarlarını şişirerek haykırdığı bütün sorular adamın suratında tokat gibi patlıyordu. Esma, elleri yüzünde, perdenin önünde kıpırdamadan duruyordu. Ne kocasına yardım edebiliyor ne de bağırıp çağırabiliyordu. Taş kesilmişti. Bıçağın parlayan ışığı altında duran yabancı, korku dolu gözlerle, burnundaki sümüğü çekerek,

“Eeee! Beee! Beee!” dedi. Birkaç koyun, köpeğin yanına geldi. Selim, hınç dolu gözlerle baktı adama! “Çoban mısın sen?” dedi.

Adam, kafasını salladı.

“Ne istiyorsun peki?”

Adam, derin bir nefes aldı, ışığın sarı kristalleri alnında parlıyor, terlemiş, kabarmış sakalları aydınlanıyordu. Yakasını kurtarıp geriye çekildi. Yağmur, yaprakları delip geçiyordu. Saçaktan düşen damlalar, kara köpeği sırılsıklam etmişti. Bir ıslıkla, bütün koyunları bir araya topladı adam, yerdeki poşeti alıp Selim'e uzattı, arkasını dönüp gitti! “Sen, Ayşe'nin babası mısın?” diye seslendi adamın arkasından Selim.

Çoban, yağmur sesiyle dolu gecenin zifiri karanlığında kayboldu.

Selim, bir süre öylece baktı adamın ardından. Kapıyı kapatıp içeriye girdi, karısının yanına koştu. Sarıldılar. İkisi de çok korkmuştu. Selim, karısına bir bardak su getirdi. “Ne acayip iştir bu, böyle gelinir mi?” dedi. Korkudan titriyorlardı, sigara yakıp sakinleşmeye çalıştılar. Kapının önünde duran poşete baktı Selim. Yerinden kalktı, poşeti alıp odaya döndü. Masanın üstüne koydu, yavaş yavaş açtı. Poşetin içinden peynir, süt, tereyağı çıktı.

Genç çift, Işık Köyü’nde yağmur sesiyle dolu oturma odalarında birbirlerine bakakaldılar.


Uğraş Abanoz

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page