Alkışlar eşliğinde girer uzun saçlı adam sahneye. Ortadan ikiye ayrılmış saçlarının minyatür bir modeli gibi duran bıyıkları arasından mütebessim selâmlar izleyicileri. Rengârenk kazaklı, vatkalı omuzlu hanımlar, altın çerçeve gözlüklü, kara bıyıklı beyler, içten ve dingin bir gülümseme ile alkışlamaktadırlar. Sanki sahneye çıkan adam, ailelerinden biridir.
Kısa bir girizgâhtan sonra, sahnenin solundaki piyano başında oturan hanımı da takdim eder uzun saçlı adam ve arkadaki tribünde oturan çocuklardan birinin elinden tutar, öne getirir. Mikrofonun boyunu, çocuğa göre ayarlar ve sohbete başlar.
Çocuklara sıra ile çeşitli sorular sorar, nazik ve anlayışlı bir ses tonuyla. Bazen onların anlayacağı dilde konuşarak, bazen anne babalarına üstü kapalı göndermeler yaparak muhabbet eder ve yerlerine götürür. Diğer çocuklar ellerindeki kartonları kaldırır, puan verirler yerine oturana. Hepsi de on puan vermiştir. Hepsi şampiyondur o gün.
Kayıt donar.
Büyük cam masanın bir ucuna toplanmış dört kişi, masa üstündeki ekrana bakakalmıştı.
“Evet, ne diyorsunuz?”
“Vay be, ne izlerdik...”
Büyümüş göbeğine rağmen dar gömlek giyme ısrarındaki adam elleriyle yarısı olmayan saçlarını geriye atarken söylemişti bunu. Yanında oturan genç kadına söz söylemek için fırsat bulmuşçasına döndü.
“Pelin Hanım siz gençsiniz tabii. Biz her hafta sonu izlerdik. Bir bunu bir de Kara Şimşek'i...”
Onun niyetini anlayan kırmızı kravatlı adam, tiksintiyle bakan gözlerini, ekranın yanındaki gence çevirdi.
“Oytun Bey aklınızda ne var tam olarak?”
“Ben de onu anlatmaya başlayacaktım efendim. Şimdi bu kayıt örneğin, seksen sekiz yılına ait. Bu program serisindeki çocukların bazılarını bulan, 'şimdi neredeler' konulu bir yapım bizim planladığımız. Hem eski programdaki görüntüleri kullanılacak hem de aradan geçen bu otuz yıldan sonra ne haldeler, ne iş yapıyorlar, nasıl yaşıyorlar gibi soruların yanıtları aranacak.”
“Konsept fena değil ama maliyet hesabı yapıldı mı? Bunları arayıp bulmak zaman ve masraf demektir. Sonra bu eski programın yayın hakları meselesi de var.”
“Hesaplamalar şu tabloda efendim. Size de veriyorum Tuğrul Bey. Pelin Hanım siz de oradan bakarsınız. Zaman sorunumuz olacağını ise sanmıyorum, programı on beş günde bir yayınlamayı düşünüyoruz. Tabii son karar sizlerin.”
“Şimdi bu çocuklar, nereden baksan bi otuz beş, kırk yaşlarında vardır. İsimden mi bulunacak, nasıl olacak?”
“Program kayıtları çok düzenli tutulmuş efendim. İsim, adres ve telefon bilgileri mevcut. Çoğuna ulaşılabileceğimizi öngörüyoruz. Hak sahibi firmadan Özen Hanımla görüştüm bile. Kabul ederseniz, hemen bir toplantı ayarlarız onlarla da.”
“Bişi sorcam, şimdi bu çocuklardan meselâ ünlü olan da vardır di mi?”
“Olmaz mı Pelin Hanımcığım. Ne kadar zekisiniz.”
Cevap vermeye hazırlanan Oytun'un sözünü ağzına tıkayan kişi yine, dar gömleğinin düğmeleri birazdan nertedeyse Pelin Hanım'a birer kurşun gibi saplanacak olan Tuğrul Bey'di. Kıza doğru dönmenin ve ona iltifat etmenin fırsatını hiç kaçırmıyordu.
“Var tabii,” dedi Oytun. “Kemal Batılı örneğin.”
“Aaa, süpermiş!”
“Üst yönetimden çıkacak sonucu size bildiririm. Eğer onlar da onaylarsa, ilk programı o şarkıcı ile yapalım. Programın bilinirliği açısından faydalı olur. İkinci bölümden itibaren başka kişilere geçilebilir.”
Söze başlarken ayağa kalkan bölüm şefi, cümlesini cam kapıdan geçerken tamamlamış, geri kalanlar da onunla birlikte kalkmış ve peşi sıra çıkmışlardı toplantı odasından. Her şey hızlı yapılırdı ofiste. Yapılan yayınlar ve programlar gibi, çalışma düzenleri de dakikalara ve saniyelere bölünmüştü.
*
Yılların televizyoncusu şefin söylediği gerçekleşmişti. İlk bölüm çok izlenmiş ve yazılı, görsel tüm mecralarda programdan bahsedilir olmuştu. İlk bölümün yayınlandığı günlerde, Oytun ve asistanı Mert, aldıkları adreslere ve telefonlara ulaşmaya başlamışlardı. On iki kişi ile görüştüler ancak yayıncılık gözü ile bakıldığında, ilginç bir yaşamı olan kimseye rastlayamadılar. İzletmeye değecek başka birini bulamazlarsa, bunlardan birisi ile ikinci bölümü çekeceklerdi mecburen. Ama bu mecburiyet, büyük risk demekti onların işinde. Reytingler iyi çıkmazsa program iptal edilirdi.
Bir sabah cep telefonundan postalarını kontrol ederken konusuz bir ileti dikkatini çekti Oytun'un. "Yaptığınız program hakkında bir önerim var," diyordu gönderen. "Benim komşum, küçükken o programa çıkmış. Şimdiki halini ise görmelisiniz."
Bundan sonraki birkaç cümleyi daha okudukça kaşları havaya kalkıyor, gözleri büyüyordu Oytun'un. Mert'i aradı ve "Fırla hemen. Adamımızı bulduk galiba," dedi.
Eskiden zengin semti olduğu bilgisi artık sadece şehir tanıtım kitaplarında kalan, bakılmamış yolları, yıkılmamış evleriyle bir açık hava müzesini andıran mahalleye geldiklerinde gün inmek üzereydi. Bu gecikmeden hiç hoşlanmamıştı Oytun ama araya bir sürü gereksiz iş girmişti.
Adres, yüksek bahçe duvarının ardında gizlenmiş, karşı bakkalın oraya kadar gitmeden ikinci katı dahi görülemeyen, ahşap bir evi gösteriyordu. Mimarisi bakımından köşk bile denilebilecek bu evin demir kapısından girilen bahçesi balta girmemiş ormanlara dönmüş, eve çıkan merdivenlerin damarsız mermerleri yer yer kırılmıştı. Ev topyekûn toprağa rücu etmek üzereydi. Evde oturulmayalı yıllar olmuş gibiydi ancak, kapıdaki miskin kedinin önündeki tabakta kalmış yiyecek artıkları bunun aksini kanıtlıyordu.
Oytun'un içine bir an şüphe düştü. İletide isim ve telefon yazmıyordu, adres vardı sadece. Şaka da olabilirdi. Bu kadar yolu boşa gelmiş olmasındı? Bu kadar tedbirsiz olduğuna ve bunu nasıl atladığına şaşarak tıklattı kapıyı.
İkinci çalışı biraz kuvvetli olunca, kapı kendiliğinden açıldı. Mert ilk kez konuştu evin önüne geldiklerinden beri.
“Abi dönsek mi?”
“Neden?”
“Ne bileyim abi, buradan bi iş çıkmaz bence, yani sen bilirsin de.”
“Dur bakalım. Kimse var mı?”
İçeri doğru bağırmıştı. Ses gelmedi. Bir daha seslendi.
“Kimse yok mu?”
“Var var. İçerde.”
Geri döndüler. Bahçe kapısında gençten bir adam kenara yaslanmış, bunların kapı önündeki hallerine sırıtmaktaydı.
“Siz girin, arkadaki büyük salonda olur o genelde.”
“Siz miydiniz yoksa bize o...”
“Ben yazdım evet. Ben esnafım burda on senedir. Önceden de bu mahallede kiracı oturmuştuk.”
“Önce sizinle konuşalım o halde.”
“Ona vaktim yok. Kalmayacağım zaten.”
“Birlikte girseydik,” dedi Mert.
“Hayır, siz girin yapın röportajınızı. Beni tanımaz o zaten. Kimseyi tanımaz.”
Dedi ve geldiği gibi kayboldu duvarın öte yanında.
“Yapacak bi şey yok Mert, gir bakalım.”
“Abi sen gir istersen, ben burada beklerim.”
“Hadi dedim!”
İkisi de girdiler istemeye istemeye. Mert elindeki telefonun kamerasını açtı, kayıta başladı.
Bu evde kesinlikle yıllardır oturulmamıştı. Kesif bir küf kokusu ve toz karşılıyordu girenleri önce. Alındığı zaman hayli para ödendiği belli olan, ince ve parlak tüylü halılar lime lime olmuştu. Tavan ve duvarlardaki akıntı izleri, dikkatli bakanların hayal gücüyle ilginç sonuçlar çıkartabilecekleri Rorschach testine dönmüştü.
Gerçekten de evin arka tarafından hafif bir ses geliyordu. Dar koridoru geçtiler. Kapıyı ağır ağır açtı Oytun.
“Mini mini bir kuş donmuştu, pencereme konmuştu.”
Bu şarkı söyleniyordu ve içerisi çok karanlıktı. Gün inmişti artık. İlâveten, kenarlarındaki fırfırları sökülmüş, koyu yeşil perdeler de sımsıkı kapalıydı.
Gözleri karanlığa alışmaya başladı. Salonda eşya yoktu nerdeyse. Ortada dört sandalye, iki önde iki arkada olacak şekilde dizilmişti. Arkadakilerden birinde oturuyordu adam.
“Aldım onu içeriye, cik cik cik cik ötsün diye.”
Koca adamın bu şarkıyı söylemesi Mert'i ilk anda gülümsetmişti ama sonra büyük bir korku düştü içine. “Abi gidelim,” diye fısıldadı.
Oytun, gözlerini fal taşı gibi açmış, karşısındaki adamı izliyordu. Kıyafetleri perişan, saçı sakalı birbirine karışmış bu adam onları görmüyor gibiydi. Hafifçe sallanarak şarkıyı söylüyor ve sürekli tekrarlıyordu. Elinde eski ve kırık bir teyp tutuyordu. Teybin kırmızı kayıt düğmesine basıyordu sürekli. Teypte kaset yoktu, galiba pil de.
Farklı bir koku daha vardı. Çevreye bakınca kaynağını bulmaları zor olmadı. Salonun sol köşesi tepeleme yeşillik doluydu. Oytun yaklaşınca bunların ıspanak olduğunu gördü. Çoğu çürümüş ve kurtlanmıştı.
Adam program yapmak şöyle dursun, konuşulacak gibi bile görünmüyordu. Ama buraya kadar gelmişken hiç denemeden dönmek olmazdı.
“Merhaba,” dedi Oytun.
“Pır pır ederken canlandı.”
“Biz televizyoncuyuz. Sizinle konuşmak istiyoruz biraz.”
“Ellerim bak boş kaldı.”
“Abi, gidelim.”
“Dur bi hele. Çocukken katıldığınız o programla ilgili konuşacaktık.”
“...”
Sallanması durmuştu.
“Hatırladınız değil mi?”
“Arabanın arka koltuğunda oturuyorum ben hep.”
Bunu derken gülümsemeye başladı adam.
“Eee, evet.”
“Abiii...”
“Oğlum dur! Eee, aferin. Tabii, öyle yapmak lâzım. Başka neler yapıyorsunuz?”
“Dişlerimi fırçalıyorum günde iki kere.”
Yerdeki fırçayı alıp gösterdi Oytun'a. Simsiyah olmuştu fırça kirden.
“Çok güzel. Başka?”
“Ispanak yiyorum sürekli.”
“Abi noolur!”
“Mert sus, kovacam bak seni! Programa katıldığınızı hatırlıyor musunuz?”
“Mini mini bir kuşu söyledim ben orda.”
“Çok güzel.”
“Yüz puanla şampiyon oldum ben.”
“Aferin. Sizi tekrar programa çıkartsak, ister misiniz?”
Adamın yüz şekli birden değişti. Gözlerini kaçırarak, sallanmaya başladı.
“İstemem!”
“Neden?”
Uzun bir sessizlik oldu. Cevabı inatla beklediler. Sonunda da cevap geldi.
“O öldü!”
*
Evden çıkınca aklına son bir şey geldi Oytun'un. O mahallenin muhtarını buldular. Adam neredeyse o muhtarlıkta yaşlanmıştı.
“Dün gibi hatırlıyorum”, dedi. “Çok zeki bir çocuktu. Hem de kibar ve efendiydi. Doktoru da ben çağırmıştım. O gün bu gün düzelmedi garibim. Hastaneden kaçtı, geldi; ölen ailesinin evine yerleşti.”
“Ne olmuştu o gün acaba, bilginiz var mı?”
“Bilmiyorum ama muhtar seçilişimin sene-i devriyesi olduğundan, tarihi çok iyi hatırlıyorum. Doksan dokuzun bir şubatıydı.”
Uğur Demircan
Comments