top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Uğur Terzi- Beraber Uyurduk

1.Bölüm

Vadi

“İnatçı bir nehri ölerek tüketemezsin.”

“Fırtına mevsimi delerek kör bir yıldızdan koptu. Sazlıklar karardı, boşanmağa doymaz bulutlar yeri göğü sökerek göğsünde can taşıyan her biri masum, her biri şaşkın yüzlercesini öyle birdenbire yükselip coşan nehrin sürdüğü kadere ortak etti. Çaresi yoktu. Çaresi yoktu ve bunu nehrin sahibi küf hamsileri biliyor, solungaçları azametle daralıp soluyordu. Hamsilere göre okyanusun boğazına sarıldığı hiçbir nehrin böylesi ayak dirediği görülmemiş, bu bin inadı kurutmaya hiçbir canlının gücü yetmemişti.

Gücünü toplayıp tersine kıvrılan bir tirsinin nefesi kesilene değin toprakta zıpladığını, kendini koyup bırakmağa gücü kalmadıkça gözünün kapandığını ve su kadar azgın ve mecbur o küçük kalbin canice ezildiğine tanık olanlar, vadiyi titreten soğuğun, birbirlerine çarpa-yüksele ilerleyen küf yürekleri bu ne ilk ne son kör edişi olduğunu hatırlıyor, o haydutluğu tanıdığını zannediyordu. Parlak gövdeleri birbiri ardına geçip ilerleyen sürünün vadiden saparak kaybolması, biçare tirsi için ömrün son manzarası oldu. Çok sürmemişti. Suyun okyanustan taşıdığı itaatkâr bir taşın onun cansız kanıyla yuvarlanmaktan çekindiğini, akıntıya boyun eğerek nehrin yatağına saplandığını, insana hasret madenlerden kopup sürüklenmiş bir ruha kurban vermişçesine üstüne kapandığını göremeye ömrü yetmedi.

Nehrin uğultusuyla irkilen atlarsa ovayı yarıp geçtiği dağlara gün ağarmadan ulaşmış ama arkada kalanlara dönüp bakmaya, adlarını anmaya cesaret edememişlerdi. Fırtına mevsimi delerek kör bir yıldızdan koptu. Yağmur dahi buluta, dağlara tutunur bedeninden ayrılıp nehre katılmış, bu yıkıma ortak çıkmamak için çırpınıp durur çabasında bir dinme, bir yenilgi seziliyordu. Fakat çaresi yoktu. Çare yoktu ve bunu kartallar biliyordu. Yılda bir kez olsun bu yaşanacak, avlanma zamanı değil, dedi, tepede biri. Genç gagaları çağıran tiz bir ıslık duyuldu. Ardından bir huş ağacının topraktan söküldüğü… Bu sesler afet habercisiydi. Dağlardan inen keçilerin sakalı sallandı göründü, boynuzları sallandı göründü, keskin çiy pençeleri kayaların yüzünde dağılarak maden yatağına süründü.

Maden kapandığından beri onlarca türe sığınak olan vadinin ilk acısı değildi. Dilden dile kesilmiş, bir feryat gibi koparılmış, efsaneleşmişti. Kimi türlere yasaktı ve insanoğlunun terk ettiği vadilerde söylenirdi; inatçı bir nehri ölerek tüketemezsin. Genç bir kartalın pençelerinde savrulan yılanın da son düşüydü bu. Belli bir yere bakıyor ve ölmem neyi değiştirecek, diyordu. “Sırtıma saplanan pençelerden kurtulsam bile yaşamam mümkün değil artık, baharın kokusunu duyamam artık. Şimdi çektiğim acıyı unutamam. Oysa tam şurada; sürünmek için sürünmeli, demişti annem, ölmek için ölmemeli.” Yılanın teslim oluşuna sinirlenmişti genç kartal. Pençelerini daha derine sokmak için önce yükseldi sonra hızla alçalarak ve tekrar tekrar yükselip alçalarak yılanın özünü sökmeyi denedi. Umurunda değildi yılanın. Yuvasına bakmayı, annesini düşünmeyi bırakmıştı çoktan, neden canı acısın.

Hava dinmeye yakın boylu poslu iki bulut çarpıştı. Şimşeğin indiği akçaağaç kırmızıdan kırmızı bir ışığın altında darmadağın oldu, ayrıldı. Kartallar havalandı, balıklar saklandığı kayalardan göründü, keçiler madeni geçip büyük tepeye dağıldı ve güneşin aydınlattığı dağlara gerilen bir sesle nehrin kaderi baştan yazıldı.”


2. Bölüm


“Deniz”

Deniz, hava henüz kararmaya yüz tutarken kanepede uyuya kaldı. Kiliseye bakan pencerenin önünde çabucak sızdığı o akşama kadar oysa, hemen her gece sürekli aynı kitabı uzatıp durmuştu amcasına. “Baştan başla amca.” Onu uyutabilen tek şeydi Vadi. Pijamalarını giyiyor, üstündekileri kirli sepetine katlı vaziyette atıyor, hatta koyuyor denilebilir, ardından hemen amcasının yatağına giriyor ve kitabı uzatıyordu. Amcası Devrim, Deniz’in sadece birkaç hafta içinde kurduğu düzenin ve hareket halindeki o sevimli canlının ve takip ettiği küçük dairelerin, yeni hayatın taslağı gibi hissediyordu. Her şey 1996’nın 24 Ağustos sabahında gelen bir telefonla başlamıştı. Eve yeni bağlanan telefonun ilk çalışıydı. Numaranın önceki sahibinin arandığına emin, Maine aksanıyla cevaplamıştı telefonu. Telefondaki, Deniz’in teyzesi Çağla’ydı. Bir müddet beynini zorladı, Çağla’yı aradı. Çağla onu aramıştı, o da Çağla’yı arıyordu. Çağla telefon tellerini kullanmıştı, Devrim ise salona gerilmiş tele benziyordu ve nihayet Çağla’nın omuzları geldi önce, muhteşem omuzları. Sonra yüzü ve gülümsemesi. Henüz onunla akraba değilken tanımıştı Çağla’yı. Abisi Arman’la Sinop’ta işlettikleri büfenin müdavimiydi. Öğleden sonra gözleri şiş vaziyette gelir, iki paket uzun Marlboro alır ve hastaneye dönerdi. Doktordu Çağla ve kesinlikle kardeşi İpek’le birlikte Sinop’un en güzel kızlarıydı. Arman ile İpek’in alkolsüz düğünü ise hikâyenin en sıkıcı ve gereksiz ayrıntısıydı çünkü alkolsüz düğünler her hikâyenin içine hemen eder. Çağla’nın omuzlarına son bir kez bakabilmişti Devrim ama o merasimden sonra her biri farklı yerlere dağıldılar. Devrim hemen hemen aynı günlerde Maine Üniversitesi’ne kabul oldu ve Amerika’ya taşındı. Arman, kardeşine para gönderebilmek için önce büfeyi sattı, yetmedi kışları İstanbul’da, yazları Bodrum’da barmenlik yapmaya başladı. İpek ise mimardı ve mermer objeler tasarlıyor, herhalde İstanbul’da Sinop’ta, artık Arman nerede iş bulduysa orada satmaya çalışıyor, satıyordu da. Fazladan kazandıkları her bir kuruşu dolara çevirip Devrim’e postalama işi de yine İpek’teydi ve her seferinde yanına kimseye okutmadığı şiirlerinden birini iliştiriyordu.

5 haziran 96

alçak kavis,

bir kavis seziliyor

içimdeki boş caddelerde

boş ver diyorsun anne

her şeyi boş ver

bulaşıkları yıka ve yat

yağmura bırakılan lastik izlerinde

bir ışık

kat kat

kırmızı, ay ve siyah

bir kavis sıyırıyor beni

uzanıp çevirmeli

dünya gibi ama bahçeye sığıyor

demir balkondan merdivenle iniliyor anne

birbirine sırtını çevirmiş iki çöp tenekesine kadar

dünya asfalt.

bulutlar desen desen anne

değil gibi

yüzü yok

boş ver diyorsun

her şeyi boş ver

kalbim iğne topuzu

hırt ediyor her gece

aldırma anne

yat

mekanizma tetikleniyor

yat-kalk

sen beni savunmadıkça

bir kavis seziliyor

zamanlaman ne alçakça.

Yanında 800 Amerikan dolarıyla bu şiir, İpek’ten gelen son zarfın içindeydiler. 24 Ağustos 1996 günü ölen İpek’in son şiiri. “Kaybettik Devrim. İkisini de kaybettik.” Ilgaz dağını tırmanırken, diyordu Çağla. Titreyen sesi, kayaların üstünde yuvarlanan arabanın gürültüsüyle ezilmişti. Telefonu kapatıp ellerini ensesinden boynuna kavuşuncaya kadar kaydırdı, zemindeki ahşabın oyuklarına parmağını sokup saatlerce kımıldayamadı.

Seyahatler, taziyeler, cenaze ve güç kararların altında adeta bir fırtına gibi kopan Eylül ayı atlatılınca, para zarfları aynı adrese gelmeye devam etti, ama şiirsizdiler. Gönderen Çağla’ydı artık ve aydan aya gelen şiirlerin yerini Deniz almıştı. Kazadan sonra Çağla kendine gelemedi. Çeşit çeşit sakinleştirici üretildiğini o günlerde öğrenmişti Devrim. Tüpler kırılıyor, renk renk haplar yutuluyor ama hiçbiri çatlak bir ruhun gazabını dindirmeye yetmiyordu. Sadece birkaç ay sende kalsın, diyebilmişti Çağla. “Tatil olur… aklı dağılır. Hem baksana Devrim, okul falan ayarlayabilir miyiz ona?”

Okul ayarlandı ve iki büyük bavula sığdı Deniz. Uçakla Boston’a, oradan trenle Portand’a vardılar. Portland, Maine eyaletinde bir balıkçı şehriydi ve iskele boyunca dizili turuncu, mavi, beyaz ıstakoz kafesleriyle Deniz’i büsbütün şaşırtmıştı. Belli ki Çağla haklıydı. Deniz henüz ilk günden annesini babasını daha az sorar oldu. Şehrin batı yüzüne benzer biçimde, Deniz’in yüzü de aynı saat içinde kararıp güneşleniyordu ama martıların, balıkların ve teknelerin iriliği, baştan sona tuğla binaların, ahşap evlerin ve okyanus kokusu arasında genç bir yumruk gibi çözülüyordu. Ertesi sabah Portland’dan ayrıldılar. Otobüsle kuzey yönünde iki saat süren bir yolculuk onları Kanada sınırındaki Orono kasabasına bıraktı. Kasabayı ayıran köprünün, tek tük dükkanların, itfaiyenin ve kilisenin önünden ana caddeyi takip ederek eve vardılar. Sisli, güzel bir sabahtı ve sis kasabayı, annesinin Deniz’e okuduğu kitaplara, oradaki yerlere benzetmişti. Okula kaydolduğu gün dışında sürekli sisliydi kasaba. Evin salonu, amcası ve her gece okuduğu kitap gibi. O sis dağıldığında tıpkı okuldaki ilk güne benzer, yüzler ve ona doğrulan bakışlar belirecek, yine her şey göğsünde çoğalıp kabarıp kalbini dışarı ittirecek zannediyordu. Güneş çıkıp sis dağılmasın diye her gün aynı şeyleri yapmaya başladı. İşe yarıyordu da. Sabah kalkıp amcasıyla okula yürüyor, okulda hiç anlamadığı dilden konuşan çocukların, büyüklerin arasında akşamı ediyor, amcasıyla eve dönerken Pat’s Pizza’da tavuklu bir pizza paylaşıyor ve eve girer girmez aynı kitabı uzatacağı anı bekliyordu. Ne anlatıldığını anlamıyor, hiç anlamıyor, amcasının akortsuz sesiyle dümdüz olan vadi, can çekişen tirsi ve yılan, şahlanıp dağılan atlar ve kökünden ayrılan ağaçlar Deniz’in minik dişlerinin gıcırtısıyla yok olup gidiyordu. İşin aslı karanlık bir roman değildi Vadi. Kitabın hep aynı yerinde uyuya kalmasa, o göğün altında dinlenecek ne hayatlar olduğunu amcası kadar bu küçük insan yavrusu da öğrenecek, hatta sevecekti bile. Kitabın aynı sayfasına takılıp kalmanın insanı sebepsizce memnun etmesi pek alışılagelmiş değildir ama günlerdir adam akıllı bir cümle kuramayışlarına çare oluyordu.


3. Bölüm


“Amca”

Her insan yavrusu uyurken meleğe benzemez. Kimi çocuklar terler, üstünü açar, yatakla kavga eder. Kimisi yataktan düşer veya birdenbire uyanır, yürür. En ufak bir sese veya korkuyla uyanıp ağlayan da vardır, sayıklayarak konuşanı, hiç sebepsiz yere ağlayıp evi sallayan da. Ama her insan yavrusu bir melektir. Meraklı bir rüyaya daldıkları an odanın ısındığını, bedenlerinin küçülüp yumuşadığını bilir insan. Yatağın başucundaki kitabın, salondan vuran ışığın ve gölgelerin, kendi gölgesine dahil olduğunu kimse söylemez ama bilir. Devrim’e de bunu kimse söylememişti ama öğreniyordu. Talih denen öğretmenin işlemediği konuları zaten hep zaman öğretiyordu. Sabah olunca, uyanınca Deniz, üstüne çökenleri, dişlerindeki lekeleri, yeri süpüren soğuğu, sokaktan geçen motor seslerini ve henüz ısınmamış tüm diğer sesleri duymasın istiyordu. Dünya hazır beklesin. Yemyeşil gözleri yıkandıkça sarı yüzünde parlasın parlasın… Bir meleğin uyanışına benzesin.

*

Devrim ıssız sokakları tek kelime etmeden ama el ele geçip okulun kapısına varınca Deniz’le, bakınca arkasından, o lüle lüle dağılan saçları tekrar toplama isteği uyanınca, son bir kez öperek, yanındayım ve seni asla bırakmayacağım, diye, sarılıp ağlamak isteyince ve bütün bunlar aydınlık bir sonbahar sabahı olunca, düzgün bir elin omuzlarına değdiği inancıyla kendini günahsız addediyor, kaderin koyuluğunda kaybolan izler gibi görünmez zannediyordu.

Aynı sonbaharın benzer bir sabahı, okulun avlusundaki banklardan birine bıraktı kendini. Deniz’in büyüdüğü ve her şey yerinden sökülürken onun saklanabildiği duygusu kapladı içini. Büyüyecekti Deniz, çıkacaktı. Tıpkı onun yaptığı gibi bu banka gelecekti. Amcamı camdan izlerdim, beni bırakınca döner buraya oturur, kollarını açar ve tüm bankı işgal ederdi, diyecek, bir an için belki, bu fırtınalı günleri, annesini hatırlayacak, defterine, “Keşke seni düşünmeden bir günüm geçse anne… Alır seni ve seni hiç düşünmeden takılırdık senle,” yazacaktı. Hepsi bu. Artık canı yanmayacaktı. Teyzesinin tersine kıvrılarak nefesi kesilene değin toprakta zıpladığı unutulacaktı mesela, öyle birdenbire. Ölümün ne ilk ne son olduğunu, kurulan hayallerin yerini başkalarının aldığını ve hayatta bir kez olsun bunların yaşandığını bilecekti. Amcasının aksine inançlı biri olacaktı Deniz. Sürünmek için sürünmek gerektiğini kitaplardan okuyacak, yüzünü göğe huzurla yaslayacaktı. Ve günün birinde, kim bilir, amcasıyla ortak kaderini düşünecek ve "Beraber uyurduk," diyecekti.


Uğur Terzi

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Kommentare


bottom of page