“Bu sene peynir gömelim Raif,” diyor dedem. Bayram sabahı, kahvaltı sofrasındayız. Kafamı kaldırıp dedeme bakınca çenesinde duran kocaman beni görüyorum. Emanet gibi. Tuhaf. Eğreti. İmli. Bir ressamın sonradan gelip de çizdiğini, o benin üstelik her an büyüyor olduğunu sanıyorum. Dayım kendisine seslenilmemiş gibi yemeğe devam ediyor. Aylar önce kırılan parmağımı, yumurta akıyla bir bez parçasına saran ve mahalledekilerin Kırıkçı Salih diye tanıdığı dedemle, kahvaltı sofrasında gördüğüm dedem aynı değillermiş gibi geliyor bana. İlentinin kollarını hissediyorum çünkü önümdeki kâğıda bir şeyler karalayıp boya kalemlerimle karalamaları boyuyorken annemin ağzıma tıkıştırdığı lokmalar ve dedemin cümleleri yutan sesi, bir esintiyi ve upuzun sessizliği getirip bırakıyor önüme. Göz göze geliyoruz dedemle. Yüzüme, yapmacık bir gülüşle gülüyor. Ardından, yüzünü dayıma çevirip, “Bu sene peynir iyi tutacak Raif, gör bak!” diye ünlüyor cümlesini.
Anlamsız baş sallamalar giriyor araya, dedemle aramıza sessizlik doluyor. Bir erinlik, bir iç içe geçme hali sonra. Peş peşe. Birkaç saniyelik. Tiz bir şey gibi inip kalkıyor göğüslerimiz. Uzun uzun iç çekiyor ve dedemin vereceği tepkiye ait bir çekince büyütüyorum. Dayım, bir şey olmamayı da olmak sayan anlamı katıyor bakışlarına, böylece istifini bozmayan bir kütle yığınına dönüşüyor. Bense sessiz kalarak dayımdan oluşma harfleri yutuyorum.
Pekiler, tamamlar, anladımlar uzayıp duruyor bir müddet odadakilerin arasında. İçi hep dolu evler bende. Sırası mıydı bilmeden yeni yaptığım resimleri sıkıştırıyorum konuşma aralarına. Uzun evler. Çizgi evler. Sessiz evler. Ölü evler. Yeni seslerden yapılma eski evler. Güzide, sessiz, gri ve sesteş hikâyeli, bir araya gelindiğinde yalnızlaşan evler. Eski seslerden yapılma yeni evler çiziyorum. Memnuniyetsiz dedemi, memnun etmek zorundalığıyla çiziyorum üstelik tüm bunları.
Dakikalar sonunda resmi bitirip dedemin yanında alıyorum soluğu. Elimdeki kâğıdı uzatıyorum. Bana bir şey sorma imkânını vermeden kâğıda bakıyor dedem ve, “Fena değil Büşra…” diyor. Bu üç sözcüğü, kırılan parmağımla dedemin yanına gittiğim gün de duyduğumu fark ediyorum. Bu üç sözcüğü söyleyen dedemle kırık parmağımı yerine oturtan dedem aynı değillermiş gibi geliyor yine. “Çok mu kötü dede?” derken ben, “fena değil Büşra…” dediği gün beliriyor zihnimde. Bunu o zamanlar iyi anlamda algıladığımı algılıyorum şimdi. Fena değil yahut iş görür gibi gelmişti. Şimdiyse daha başka, dedemin ölümünü nasıl karşılardım, gibi algılıyorum niyeyse.
Uzaklara bakan gözlerimle bakıyorum dedeme. Aramızdaki uzaklığı fark etsin diye bu uzak gözlerim. Oralı değil o, yanlış kaynayan ve yamuk kalan parmağımdansa habersiz. Benim için üç sözcükten ibaretmiş gibi gelen hayat, neyi düşünsem bu üç sözcüğe ulaştırıyor beni. Dedem, “Fena değil Büşra,” dedikçe aramızdaki dil haline geliyor susku. Bomboş bir iç kalıyor geriye, bizden yapılma. Tedirgin bir çocuklukla hayatta kalamazmışım gibi geliyor bana. Ne tuhaf!
Bunca dalmışken ben, dedemin öksürüğü beni odaya geri getiriyor. Odada yükselen çiğneme seslerini işitiyorum. Sofranın üstünde gezinen koyu bir duygu belirdi belirecek. Çekinceyle gerilmiş olan yanaklarım, kavisli dudaklarımda bir sır perdesini suskunlukla sonuna kadar çekiyor. Bir şey hissetmiyor olmanın çekim gücüne kapılıyorum aynı odada, aynı sofradayken. “Ölümü kabullenmeli,” diyorum kendime.
Bir şeylerin eksilmesini, onu anarak görebilmeye imkân sağlayan hayat, durmadan hatırlamanın unutmaya yol açtığına inandırıyor beni. Ayrıca Balkan rüzgârına, Doğu soğuğuna, iklim sabahlarına ve pazar yokuşlarına da inandırıyor. Bir aradayken gelecek bayram birilerimizin azalacağının bilincini kuşanıyorum ben. Anlıyorum biraz biraz. Üzerimize yapışan bir gerçeği etkisizleştirmekten korkuyoruz hepimiz. Birbirimize açıklayamadığımız şeyler oluyor. Ola ki bundan, peyniri, havayı ve toprağı konuşuyor, resimler çiziktiriyor, fena değiller, belkiler söylüyoruz. Birbirimize anlatamayacağımız şeyleri dolaylı yoldan soruyoruz. Yazısız kurallar var ediyor bizi. Peynir gömelim diyoruz sözgelimi. Susuyoruz bir anda. Karşılık bekleyen cümlelerin ortasında, birden susuyoruz.
Elimdeki resme bakıyorum upuzun. Bayramlaşmaların küsleri bir araya getirmesinden olsa gerek, barışıkların konuşacak çok şeyleri kalmıyor geriye. “Artık kalksak mı?” gözlerle anneme bakıyorum. “Yine geliriz…” sessizliği doluyor odaya bir anlığına. Havadan, sudan, yalnızlıktan, peynirden, ekonomiden ve politikadan başka konular bulamıyor olmaktan olsa gerek daha çok susuyor ve kendi gerçeklerimize karışmanın vaktinin geldiğini hissediyoruz.
Vedalaşıyoruz. Kapıdan çıkarken fena değili getiriyorum usuma. Bir kötücül duygu sonra, tedirgin bir yerde beni sıkıştıran. Doluyor içime.
Aylarca böyle sürüyor. Kırık parmakla dolaşmanın ağırlığıyla. Tüm dedeler gibi küt diye ölecek olan dedem ölene dek böyle sürüyor.
Dedem ölüyor. Öteki dedeler gibi. Ama öteki dedeler gibi değil de. Bir anda. Bir sabah. Memnuniyetsiz bir hâlde. O bayram sabahındaki kahvaltıdan tam yüz yirmi iki gün sonra oluyor bu. Yahut daha fazla. Binlerce gün yaşamış olan dedem, aynı gün içinde gömülüyor. Bir gün daha fazla kalamazmış gibi. Zihnimde, onu ölü düşündüğümden daha başka bir ölü dede oluyor.
Onu gömmeye gidiyoruz.
Bir kazmayla kazılan mezarın içine dedemi koyuyorlar. Kırılıp da yerine oturan ama asla eskisi gibi olmayacak olan parmağıma dokunuyorum ben. Yamuk bir hüzün, gelip içime oturuyor. Dedemden geriye kalan yamuklukla yaşayacak olmayı geçiriyorum zihnimden. Parmağımla ama dedemsiz. Bütün dedeler ölürmüş gibi geliyor.
Dağınık bir beraberlik başlıyor. Bir arada ama çok uzak. Bir başına değil ama yine de yapayalnız gibi hani. Birbirimizi teskin ederek günleri çuvala dolduruyoruz.
Bahçeye toplanıyoruz, günler sonra. Dayımın elinde kazma. Dedemin mezarını kazan kazma, bahçedeki toprağı deşiyor bu defa. Dayım, bir peynir bidonu çıkarıyor yerin altından. “Durun da pay edelim bunu,” diyor. Ağrıma gidiyor bu, sanki acıyı pay ediyormuşuz, sanki dedemin ağırlığını paylaşıyoruz gibi geliyor bana. İleniyorum.
Bir ses işitiyorum, karanlık tarafımdan. Derinden gelen, belleğimde dönenip duran o ses, yankı yankı. “Fena değil Büşra.” Dedemsiz hayatımın asla eskisi gibi olmayacağını düşünüyorum.
İçimde, yerine oturmayan bir şey var.
Usame Yördem
Comments