“Karşıdan karşıya geçerken eli bırakılan çocuklardık.
…
Sonra hangi tarafa geçsek karşıda kaldık.”
Zafer Ekin Karabay
Işıklarda durdum. Kırmızıya yakalanmıştım. Altmış beş saniye vardı yeşil ışığın yanmasına. Bir an önce yetişmem gereken toplantıyı düşündüm. Aksilikler böyledir, acele işleriniz olduğunda karşınıza çıkarıverir ışıkları, yayaları, olmadık anları. Derin bir nefes aldım. Öfkemi, yaydım içime.
Ardımdaki araçlara baktım aynadan. Ufak bir baş gördüm, araçların arasında. İki sıra önümdeki bir aracın ön kapısında dikilen bir çocuk. Soğuyan havada hareket etmeye çalışıyor çocuk. Ellerinde, uçları kesik bir eldiven. Yerde ufak tefek kar kütleleri birikememiş ve ezilmiş, o da tabanlarıyla bastırıyordu iyice. Pat pat sesleri, camın öte yanından erişiyor kulağıma.
Çocuğun kesik eldivenli ellerinde iki tane mendil paketi. Çocuk bu paketleri sallayıp duruyordu. Araçların arasından ağır adımlarla geçiyor ve mendil paketlerini sallıyordu. İki sıra önümdeki siyah arabanın, siyah cam filmi çekili camları inmedi. Buna rağmen paketleri ısrarla sallamaya devam etti çocuk. O an, zihnimde başlayan hışırtı sesiyle dışarıdaki hayattan işittiğim sesler iç içe geçti. Çocuk, paketleri salladıkça kafamın içindeki ses sürdü. Bir şeyleri susturmalıydım.
Telefon çaldı. Telefonun zil sesi, beni sarstı biraz. Beni çekti, içinde yuvarlanmaya başladığım şeylerden. Cevap vermedim. Bir mesaj geldi: “Baba! Akşama pizza, yanına da kola.” Kısacık yanıtladım mesajı: “Tamam.”
O sırada, araçtan umduğunu bulamayan çocuk, bir önümdeki araca doğru yöneldi. Öndeki arabanın yanında durduğunda, biraz öne doğru ilerledi araç. Dönen tekerleklerden aynı ezgin sesi işittim. Patırdayış sesleri. Boşluklara doğru ilerlememişti araç, çocuktan kaçmıştı. Ayrımsadım bunu. Garipsedim niyeyse.
Boynu bükük ve umarsız bir yönelmeyle bana, aracıma doğru hareketlenmeye başladı çocuk. Kapının tam önünde durdu. Kısa bir an, yanılmıyorsam birkaç saniye kadar çocuğu baştan ayağa süzdüm. Pamukları dışa taşmış bir mont, sümüklü bir surat, çok hafif belirmiş bıyıklar. Aklımda ilk bunlar kaldı. İlk izlenimlerimle bir resim çizdim zihnimden. Geçkin ve bungun bir çocuklukta pay verdim çocuğa. Bu paylanıştayken, dışarıdaki gürültüden kaçmayı da düşündüm. Çocuktan kaçırdım gözlerimi. Göz teması kurmak için debelendi çocuk. Hafif bir döküntüyle kar yağmaya başladı. Silecekleri düşük tempoda çalıştırdım. Radyoyu açtım. Sesini yükselttim radyonun ve içimdeki sessizliğin. Galiba çocuğu yok saymaya çalışmamın içime yaydığı azabı bastırıyordum.
Çocuğun halen kapımın önünde olduğunu fark edince gözlerimi çocuk dışındaki şeylerle buluşturdum. Dakik buluşmalar gerçekleşti. Direksiyon simidiyle. Kapı otomatikleriyle. Vites topuzuyla. Çocuk, bu anlamsız kaçışlarımın bilincinde olmalıydı ki, ayrılmadı kapı ağzından. Öndeki araçtan arda kalan sabırsızlığını kullanıyordu belki de.
Çocuğun gitmeyeceğini, radyodaki türkünün sona ermesiyle anladım. Araya reklamlar girdiğinde artık dayanamayıp baktım çocuğa. Göz göze geldik onunla. Yüzünde silik bir hatıra ve donukluk vardı. Kim bilir benim de yüzümde onun anlamlandıramadığı bir şey.
Çocuk, mendil paketlerini salladı sağa sola. Karşılık olarak kafamı salladım ben de aşağı yukarı. Bir yerde tıkandım. Gürültülü bir sağanak oldu ne olduğunu bilmediğim o aramızdaki şeyde. Çocuk, yüzündeki donukluktan sıyrılamadan uzaklaşmaya başladı arabamdan. O uzaklaştıkça ağırlaştım. Arkamdaki araca doğru hareketlendi o. Yerimde kaskatı olmaya başladım ben. Bir sessizlik kuşandık ve o sessizlikle konuştuk sanki birbirimizle.
Işıklara baktım: kırk üç saniye. Zamanın durduğunu yahut büküldüğünü okumuştum bir yerde. Bir başka yerde ise anda yaşadıklarımızın zamanı görecelileştirdiğini. O an, bu ikisini aynı anda yaşamış olabileceğimi düşündüm. Dikiz aynasından çocuğa baktım. Arkadaki aracın yanına giderken ayaklarını sürüklüyordu. Ayaklarında, eskiliği dahi eskimiş bir spor ayakkabı vardı. Yan tarafları eprimiş, arka tarafı ise yırtılmıştı ayakkabının. Bana dokundu bu görüntü. Gözlerimizle fotoğrafını çektiğimiz görüntülerin silikleşse de unutulamamasından olsa gerek bazı anları yaşamamak, daha doğrusu o anlarda olmamak isterdim önceleri. Birden bu geldi aklıma.
Bir süre suni bir huzursuzluk eşeledim. Işıklardaydım. Çocuğa dalmıştım. Kafamı kaldırdım, ışıklara baktım: otuz saniye. Bir türlü geçmiyordu zaman. Yahut her şey çok hızlı geçiyordu ve ben yavaşlamıştım.
Çocuktan mendilleri alıp almamak noktasında tereddütler inşa etmeye başladığımda, dikiz aynasından yalnızca çocuğun montu görünüyordu. Kırmızı ışığın sönmesine yirmi altı saniye vardı. Çocuktan mendilleri alabilirdim. Ancak içinde olduğu durumu pekiştireceğimi düşündüm. Mendilleri satın almanın, yarın öbür gün onu daha çok mendille bu ışıklara düşürmeyeceğinin garantisini veremiyordu bana. Üstelememeye çalıştım.
Tereddüt büyüdü. Zihnimdeki ses çığlık çığlığaydı. Sarı ışık yandı. Peşi sıra bir korna sesi. Dikiz aynasından baktım. Çocuk, kaldırım taşına oturmuştu. Dörtlüleri yakmak istedim bir yandan. Bir yandan da bütün gördüklerimi unutmak. İnsan bazen neyin mümkün olduğunu bilmek istiyor. Tereddütlerin ve ihtimallerin savaşında kimin galip geleceğini bilmek istiyor.
Ben bilemedim o an. Deneyebilirdim. Denemedim.
Yeşil ışık yandı. Gaza bastım. Yaklaşık beş dakika sonra toplantı yerine ulaştım. Biraz gecikmiştim. İkinci kata çıktım. Toplantı salonunun kapısını özensizce çaldım. İçeriye girince bütün başlar bana döndü. Özür diler bakışlarla ve bu bakışlara uydurduğum dudak kıpırtılarıyla boş bulduğum ilk yere oturdum.
Ekrana yansıtılmış sununun başlığını okudum: çocuk işçiliklerini önleme.
İçerideki şık insanlara baktım. Özenli saçlar. Son model telefonlar. Masada içecekler, yiyecekler. Yüzlere gülümsedim yapmacıkla. İçimde bir utan. Vardı.
Yüzlerden gülümsemeler edindim kıvançla. Kadının biri, benim böldüğüm yerden toparlamak için söz aldı. Çocuk haklarını sıraladı. O konuşurken duvara montelenmiş dev bir ekrandan da kadının anlattığı haklar geçiyordu bir bir.
Sunu bir: barınma hakkı. Zihnimde mendil satan çocuğun yüzü. Sunu iki: eğitim hakkı. Göz önümde mendil satan çocuğun elleri. Sunu üç: eğlenme hakkı. İçimde mendil satan çocuğun ayakkabılarının karı ezdikçe geride bıraktığı patırtılar. Sunu dört: şiddetten korunma hakkı. Peşimde çocuğun gözleri. Sunu beş: sağlıklı yaşam hakkı. Dibimde çocuğun donukluğu. Sunu altı: oyun oynama hakkı. Havsalamda keskinleşen perişanlık dilinin bana anlattığı çocuktan olma şeyler.
Sunular arasındaki her geçişte, içime dokunan bir şey. Sızıntıya dönüşmüştü galiba azap. Ne yapabilirdim ki? Çevreme bakındım. Gülümsedim ve insanlara uyup alkışladım başka insanları.
Toplantı bittikten sonra içimdeki alkış ve ayaklanma seslerini birbirine tutturarak evin yolunu tuttum. Yolda, iki pizza ve yanına litrelik kola aldım. Kapıyı çaldım. Açan olmadı. Cebimden çıkardığım anahtarlarla açtım kapıyı, girdim içeri. Elimdekileri mutfağa bırakıp oğlumun odasına gittim.
Onu, odada, sırt üstü uzanmış ve tablete bakarken buldum. “Niye kapıyı açmadın?” diye sordum. “Duymadım ki…” dedi.
Yüzümü buruşturdum. Yatak odasına gittim. Üstümü değiştirdim. Niyeyse o gün, oğluma gerçekleri, hayattaki dengeleri anlatmayı düşündüm, beni anlayamayacağını bilmeme rağmen. Ne diyebilirdim ki? Zenginler ve fakirler vardı. Çocuklar ve yetişkinler de vardır. Bazıları çalışır, bazıları çalışmaz. Bunları mı diyecektim?
Caydım fikrimden. Galiba kendimi rahatlatma yolları arıyordum. Öfkeliydim birçok şeye. En çok da kendime.
İçimdeki açıklığı genişletip oğlumun odasına gittim sonra. “Tableti bıraksan mı artık?” diye sordum. Ofladı, pufladı. Sonunda razı oldu. Tableti yatağına fırlattı. Gözleri dolmaya başladı. “Ne oldu?” diye sordum. “Hiç…” dedi. Bir şey vardı, üstelemedim.
“Annem ne zaman gelecek?” diye sordu. Ağladıkça sardığı tek soru bu. Bıkmadan ve yılgınlığa kapılmadan onu cevaplamam gerekiyordu. Derin bir nefes aldım. “Daha önce bunu konuştuk seninle. Bir süre ayrı yaşayacağız, şimdilik durumumuz belirsiz.” Kafasını salladı. Yine anlamış görünmüştü ancak bir daha soracaktır, eminim.
Saçlarını okşadım. Ellerinden tuttum. Mutfağa girdik beraber. Pizzayı ve kolayı görünce memnun olmadı. Kendi istediği değilmiş de kafama göre getirmişim sanki. Yine de yedi. Sofradan kalktıktan sonra odasına doğru koşuyordu ki, ödevlerini yapması gerektiğini söyledim. Mutsuzlandı.
“Çocuk olmak çok zor…” dedi. Gülümsedim. “Neden?” diye sordum. “Hep siz büyüklerin istediklerini yapmak zorunda kalıyoruz çünkü.” dedi. Kısacık bir an hak verdimse de ipleri, eline vermeye niyetim yoktu. Burun kıvırdım. Aklıma, ışıklarda mendil satan çocuk geldi. O an fark ettim, oğlumla yaşıt gibi duruyordu çocuk. Oğlumu, ışıklarda düşünmeye başladığımda doldu, içimdeki sızıntı hepten hissettirmişti kendisini.
Telefon çaldı. Susturdum. Tek susturabileceğim oydu çünkü.
Usame Yördem
Comments