top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Vicky Grut- Kiliseye Giderken

Bir gece önce geç saatte Londra’dan güneye doğru yola çıkmışlardı. Daha yolculuk başlamadan bitik durumdaydılar. Evden ayrılma hazırlıkları boyunca -pencerelerin örtülmesi, ışıkların kapatılması, çantaların taşınması, uluyarak ağlayan bebeğin arabadan dışarı çıkarılması için- tartışmışlardı, acı acı, öfkeyle, birbirlerinden istedikleri şeylere dair bütün heveslerini kaybedene kadar, geride sadece berbat, incinmiş, haklarının tam teslim edilmemesinden duydukları kızgınlık duygusu kalmıştı. Beş saatlik yolculuğun çoğu sessizlik içinde geçti.

Hava onların huysuzluğunu kapmış da abartıyor görünüyordu. Yağmur ön camı dövüyor, şiddetli rüzgâr arabayı sallıyordu. Sarah takla atacaklarından sonra da fırıldak gibi dönen yapış yapış, karanlık girdabın içine atılacaklarından korkuyordu. Her zamanki şehir tabelaları parıldayarak geçti: Hungerford, Maidenhead, Bristol, Cardiff. Kendileri bu kadar koyu bir karanlığın içindeyken bu tür yerlerin hâlâ var olduğuna inanması güçtü. Yol üzerinde uzun mesafeler boyunca hiçbir ışık yoktu. Sonrasında ise yol sanki kendi kendine yok oldu. Deniz altında gidiyorlardı sanki ya da araba stop etmişti. Bir dizi far boşluğu delip duruyordu. Bütün bunlar olurken, biçare bebek, arka koltuktaki pusetinde, dünyanın kontrolden çıktığından habersiz uyuyordu.

İnsanlar, yeni anne baba olmalarını garip karşılamıştı, on beş yıl evlilikten sonra. “Neden beklediniz bu kadar,” diye sorarlardı ya da “Ne için?”

“Kazaydı,” derdi Sarah. “Olamayacağımızı sanıyorduk.” İnsanların çoğu gülmüştü buna ama bazıları da hayal kırıklığına uğramış görünüyordu. Sarah’nın daha hoş bir hikâye uyduracağını beklemişlerdi sanki. Ama gerçek durum buydu.

Araba ikide bir tökezliyordu. Sarah, John’un kuvvetini kaybetmeye başladığını fark ediyor, üçünü bu yolda tutmanın nasıl bir çaba gerektirdiğini de anlıyordu. Merak ediyordu -bu ilk de değildi üstelik- hamileliğini devam ettirme kararının bedeli miydi bu? Kırk üç yaşındaydı, John ise elli. Çocuk sahibi olacak yaşı çoktan geçmişlerdi.

John’un annesinin evine vardıklarında saat gecenin biriydi. Kasaba uykuya dalmış, sadece geç saatlere kalan birkaç berduş sendeleye sendeleye evlerine gidiyordu. Ann arabanın sesini duyar duymaz kapıya çıktı, kollarını hasretle açtı.

Sarah ile John birbirleriyle konuşuyor numarası yapıyorlardı ama Ann onlarla ilgilenmiyordu. “Ver bebeği bana,” diye mırıldandı şarkı söyler gibi. “Canım, canım… Bırak da ben alayım onu… Hadi gel bakalım tatlım.”

Ertesi gün hava buz gibiydi ama fırtınadan sonra temizlenmiş, pırıl pırıldı. Kayınvalidesi, yükü Sarah’nın üzerinden alarak, kilisede iyi bir yer tutmak için komşulardan biriyle erkenden yola koyulmuştu. Sarah ile John sessizce hazırlandılar. Evden ayrılma vakti geldiğinde, John arkasına bakmadan önden çıktı. Sarah çocuk arabasıyla onu takip etti. Trafik olmadığı için yolun ortasından yürüdüler. On beş yıl. Sarah John’un yüzünü o kadar iyi biliyordu ki… Onu neredeyse artık hiç göremiyordu. Hoş, John da artık bir yabancıya dönüşmüştü ya.

Sarah, ilk yıl bebekle ilgilenmek için işinden ayrılmıştı ancak böylesi zamanlarda korkunç bir hata yaptığını hissediyordu. John güvenilmez birine dönüşürken o, kendini bağımlı hale getirmişti. Çok keyifli anlar da vardı tabii, ama Sarah her zaman her isteğe cevap verirdi, bebeğin ihtiyaçları ya da John’un ruh hallerine göre işleyen bir otomatik makine gibi yönetilir, ne istenirse yerine getirirdi. Hemen. Hemen. Hemen. Bazı günler, “kaza” sözcüğünün başlarına gelen şeyin en uygun ifadesi olduğunu düşünüyordu. Çünkü bildiği, değer verdiği her şey, enkaz altında yitip gitmişti.

Bir güvercin başlarının üstünde kanat çırptı. Bebek nidaya benzer keyifli bir ses çıkardı. İlkti bu. Sarah eğilip bebeğe gülümsedi, başının yuvarlaklığına, kaşının üstüne düşen minik lülesine, battaniyesinin püskülleriyle oynayan şu tombik, harika, ufacık ellerine hayranlıkla baktı. Eğilip vaftiz pelerininin yakasını düzeltti. Bebek annesinin saçından bir tutam yakaladı, asılıp çan ipini çeker gibi çekiştirdi. Güldü Sarah. İçini kaplayan berbat duygu biraz olsun hafifler gibi oldu. Saat daha 9.15 idi. Törenin başlamasına on beş dakika kalmıştı.

Yürümeye devam etti. Sokaklar giderek birbirlerine daha çok benziyordu, iki odası aşağıda, iki odası yukarıda sıra sıra evler. Çoğuna kabaca sıva yapılmıştı ve pencerelerinde çift cam vardı. John, Mitzi’nin kuaför dükkânının önünde durup Sarah’nın ona yetişmesini bekledi ama arkası hâlâ dönüktü. Yanında teriyer köpeği olan yaşlı bir adamla konuşuyordu. Sarah adımlarını yavaşlattı. John’un yanına varmadan önce adamın gitmiş olmasını umuyordu. Ayaküstü sohbet edecek havada değildi.

John ona doğru döndü, aralarında hiçbir kırıcı söz geçmemiş gibi gözlerinin içi gülüyordu. “Sarah gel, merhaba de. Bu bey Rhydian. Rhydian, bu da karım. Bu da…” John biraz şaşkın bir ifadeyle bebek arabasına doğru eğilip baktı. “Bu da benim oğlum.”

Hepsi birden durup çocuğa baktılar. Bu pırıl pırıl yaratık nasıl olmuş da pörsümüş, tadı tuzu kaçmış şu iki bedenden meydana gelmişti?

“Rhydian’ı kendimi bildim bileli tanırım,” dedi John. “Madenci grevini hatırlıyorum mesela. Woolworths önünde toplanmıştık onlar için. Öyle değil mi Rhydian?”

“Ya!” dedi yaşlı adam başını sallayarak.

“O halde, ne, yirmi yıl önce, oldu mu o kadar?”

“Otuz, daha doğru sanki,” dedi Rhydian, hırıltılı bir sesle. “O zamanlar sen daha acemi çaylağın tekiydin.”

John başını salladı. “O ocakların hepsi birer birer kapandı sonunda, tam da dediğimiz gibi.”

“Ya!” dedi Rhydian. “Woolsworths da.”

Bebek mızırdanmaya, battaniyesinin altında kıpırdanmaya başlamıştı.

“Acele etmemiz gerekiyor John,” diye fısıldadı Sarah. Ann’in kilisede onlar için yer tuttuğunu anlatarak Rhydian’a durumu açıkladı. Çocuğa başını salladı. “Bugün vaftiz ediliyor.”

“O halde sizi tutmayayım,” dedi Rhydian, John’un omzuna vurarak, “Annene hürmetlerimi ilet.”

Yürümeye devam ettiler. Ana cadde hemen göründü. En iyi giysilerini giymiş, çoğunlukla yaşlılardan oluşan insanlar gruplar halinde tepedeki kiliseye doğru yola düzülmüşlerdi. Ancak John tam tersi yöne, yolun aşağısına doğru bakıyordu.

“On yaşındayken, şurada bisikletten düşmüştüm,” dedi, “Bileğimden dizime kadar bütün bacağım sıyrılmıştı. Daha sonra, on altı veya on yedi yaşımdayken, hatırlıyorum, bir oğlana, şurada, bisikletini sürmeme izin versin diye dil dökmüştüm. Ama bana nasıl duracağımı söylemedi. Mecburen duvara çarpmak zorunda kaldım.” Rhydian ile karşılaşmak John’u geçmişe döndürmüş görünüyordu. “Ortaokula başladığımda, okula her gün, yolun sol tarafında, işte şurada oturan bir çocukla giderdim. Adı Gareth Mason’du.”

Sarah başparmağını ısırdı. Bir tatsızlığa yol açmadan John’un hızlı hareket etmesini sağlaması gerekiyordu. Ann o anda gözleri kilisenin arka kapısına kilitlenmiş, saniyeleri sayıyor olmalıydı.

“Gareth Mason’du adı, öyle mi?” dedi. Gülümsemeye çalıştı.

“Evet, şu on iki numarada oturuyorlardı. Yıllarca yurt dışında çalıştı. Büyük petrol şirketlerinden birinde. Fakat hastalandı. Annem, onun kendini toparlamak için buraya geri döndüğünden bahsediyordu.”

Sarah gülümsemeye devam etti ama öfkesi içten içe kabarıyordu. Kendi kocasına bile hostesler gibi davranmak zorundaydı, en kötüsü de John, bu sahte, sırıtık şahsiyeti, Sarah’nın gerçek kimliğine tercih ediyor gibi görünüyordu.

“Bak ne diyeceğim,” dedi John, “Gidip kapılarını çalacağım, bakalım Gareth evde miymiş? Ayak üstü bir merhaba diyeceğim sadece. Birlikte çok zaman geçirdik.” Sonra, bebek arabasını Sarah’dan alarak yolun kenarından aşağı doğru inmeye başladı. Sarah arkasından koşturdu. Bugünden sonra nasıl olacağız ki, diye merak ediyordu. Yol kumla kaplanmaya devam ediyordu.

Kara kuru bir adam kapıyı açtı. Kahkahalar, karşılıklı sırta vurmalar birbirini izledi. Sonra, ikisi, Sarah’yı dehşete düşürerek, bebek arabasını evin içine doğru çektiler. John aklını mı kaçırmıştı? Vaftiz töreni başlamak üzereydi. Törene yedi dakikaları kalmıştı.

“Bebek ha,” dedi Gareth. Ama bebeğe değil de başka yerlere bakıyordu. Onları darmadağınık, sıcak oturma odasına aldı, sesi kısılmış televizyonda bir futbol maçı devam ediyordu. “Çayı koyayım ben,” dedi, odadan çıktı.

“Çay içecek zamanımız yok,” diye tısladı Sarah, bebek arabasının kolunu sinirle çekti ki bebek de yumuşak bir şekilde çığlık atarak durumu protesto etsin.

John duymamış görünüyordu. Yere diz çökmüş, Gareth Mason’un plak koleksiyonuna bakıyor, tanıdığı albümleri görünce keyifli keyifli bir şeyler mırıldanıyordu.

Gareth geri gelmiş, kapıda durmuş, çaydanlıktaki suyun kaynamasını bekliyordu. “Yıllardır tavan arasında duruyorlardı,” dedi plak yığınını başıyla göstererek, “Annem asla hiçbir şeyi atmaz.”

John plakların içinden bir David Bowie albümünü çekip çıkardı. “İnsan inanamıyor, değil mi? Gittiğini düşününce…”

“Korkunç,” dedi Gareth.

“O kadar hayat dolu görünüyordu ki. Öyle dayanıklı. Ancak düşünecek olursak, iki binli yıllarda kalp krizi geçirmişti, değil mi? Neredeyse sahnede ölüyordu.”

Hemen hemen duyulmayacak kadar yumuşak bir sesle şarkı isimlerini okumaya başladı. “Changes. Kısacası, o, David Bowie idi, değil mi? Kendini o kadar çok yeniden yarattı ki. O kadar çok hayat yaşadı ki.”

Gareth bir şey söylemek için ağzını açtı ama o anda ocaktaki çaydanlıktan ıslıklar yükselince çıktı odadan.

Sarah paniklemekle öfkeyle parlamak arasında gidip geliyordu. Bebek arabasını sürerek odanın içinde tur atmaya başladı. “John, annen kilisede, bizi bekleyen bütün o topluluğun önünde oturuyor. Hemen ŞİMDİ gitmek zorundayız. Yoksa töreni kaçıracağız, annen de bizi hiç ama hiç affetmeyecek…”

John o sırada başka bir plağı kılıfından çıkarmış, parmağını hafifçe plağın kenarında gezdiriyordu.

“Duydun mu beni John?”

“Acele etmeyelim,” diye mırıldandı John. Nihayetinde her zamanki gibi olağan bir kilise ayini bu. Vaftiz faslına tören bitinceye kadar geçilmez.” Sonra da neredeyse işitilmeyecek kadar yavaş bir sesle, “Hem sana söylemek istediğim bir şey var,” diye ekledi.

“Aa!” Sarah ellerini bebek arabasından çekti. “Tam şu anda mı? Uygun bir zaman hiç bulunmaz, değil mi?”

Ürperti bütün bedenine yayılıyordu. Biliyordum, biliyordum, biliyordum. Beni terk edecek. Başka biri var, üstü başı bebek kusmuğuyla kaplı olmayan biri, cümlelerini tamamlayan biri, sevişemeyecek kadar yorgun olmayan biri. Odanın ortasına doğru birkaç titrek adım attı.

Sonra kanepeye doğru geri döndü ki -yolun sonuna- geldiğinde, üzerine yığılamayacak kadar uzağında kalmasın.

“Devam et.”

Mutfakta porselen fincana değen kaşığın çınlamasını duydular. Metalik bir şey çarpıp düştü.

John plağı kenara koydu. “Evet,” dedi eliyle ağzını ovalayarak, “Hatırlıyor musun? Geçen yıl sağ kulağımdaki işitme kaybı nedeniyle hastaneden randevu almıştım. Hatırladın mı? Sonra onlardan hiç ses seda çıkmayınca ben de sanmıştım ki…”

Bunlar Sarah’nın duymayı beklediği şeyler değildi ama…Hiç değil.

John hâlâ konuşuyordu. “Tarama…Tümör…” Böyle şeyler söylüyordu. Sarah ona karşılık vermek istiyordu fakat tek yapabildiği boğazından çıkan boğuk sesi kesmek oldu.

“Dediklerine göre, sonuçları yanlış bir yere koymuşlar veya başka bir dosyaya kaldırmışlar ya da kaybetmişler… Bir şey… Beni daha önce haberdar etmeleri gerekirdi,” dedi John, “Aman neyse işte, şu anda konuya el atmış durumdalar. Çok geç değil. Söylediklerine bakılırsa, yavaş büyüyen bir şeymiş. İşte tam şuradan açacaklar.” Kulağının arkasında bir yeri işaret etti. “Sonra da çekip çıkaracaklar.”

Sarah arka üstü kanepeye gömüldü. Arkasındaki pencereden içeriye dolan kış güneşinin ışıkları arasında toz zerrecikleri uçuşuyordu. Sarah tekrar ayağa kalkamayacakmış gibi hissediyordu.

John gelip yanına oturdu. “Endişelenme Sarah,” dedi. Elini tuttu. “Cerrah bu ameliyatı hep yapıyor. Google’da baktım ona. Dünya çapında biri.” Güldü. “Komik, değil mi? Sen hamileyken ben de tümörü büyütüyormuşum. Yarış yapar gibi.”

Sarah, dönüp John’a şaşkınlıkla baktı. Ne kadar zaman oldu, diye düşündü. Güldüğünü duymayalı.

Gareth Mason iskelete benzeyen titrek ellerinde üç kupayla içeri girdi. “Hepsine süt koydum,” dedi, “Emin olamadım da.”

“Helal sana,” dedi John. Yüzü aydınlanmış ve rahatlamıştı. Gareth ile arkadaş olduğu yıllarda, diye düşündü Sarah, John’un nasıl biri olduğu anlaşılıyor.

Gareth, Sarah’ya çayını verdi. Sonra plak yığınının yanına gitti, aralarından tarçın renginde bir albüm çıkardı. “Bunu hatırladın mı John?” diye sordu. “Low albümü. Hadi size en sevdiğim şarkıyı çalayım.” Yere doğru eğilip müzik setinin düğmesini ayarladı.

“Her şey güzel olacak Sarah,” diye fısıldadı John, “İnan bana.” Sonra, “Dün gece söylediğim şeyler için özür dilerim,” diye ekledi, “Hiç öyle demek istememiştim.”

“Buna bayılıyorum,” dedi Gareth, pikabın iğnesini plağın üstüne bırakırken. Bir parça etin tavada cızırdaması gibi kısa bir cızırtı çıktı sonra David Bowie, “Always Crashing in the Same Car”ı söylemeye başladı. Gareth Mason mırıldanarak eşlik etti. John çayını içti. Bebek kulağını ovuşturdu. Sucuk gibi terledi, sonra uykuya daldı.

Sarah gözlerini kapattı, önlerindeki ihtimaller karmaşasına doğru hızla dalıp gitti. John’un iyileşmesini diledi, şanslı olmayı diledi, madencilerden daha şanslı, Woolsworths’dan daha şanslı. Hatta ve hatta, çok çok hayatlar yaşamış David Bowie’den bile daha şanslı.

Vicky Grut


Çeviren: Nurgök Özkale

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

コメント


bottom of page