Baksana şu gökyüzüne, bulutların küsesi var mı bana? Güneş mesela, martılar, bu mavi deniz, sahil kenarındaki bank, koşuşan çocuklar. Hangisinin küskün bir hali var? Sen de küsme Piraye!
Ömrümdeki tüm güzelliklerin sebebi sensin. Sevgin değiştirdi beni.
Yanımda sen olduğunda hava kararıyorsa eğer ışıkları açmıyorum, dışarı çıkıyorsam paltomu almıyorum. Ben seninle dopdoluyum Piraye, sevginle ısınıp aydınlanıyorum.
Kaç iklim, kaç kuşak, kaç yaşanmışlık tattı bu ömrüm, dizlerimin dermanı, saçlarımdaki siyahlar azaldı, yüreğimdeki yerin hiç azalmadı. Sen şimdi bu suskunluğunu nereden çıkardın ki Piraye?
Ağaç dallarına, toprak yağmuruna, deniz martısına küsebilir mi? Bütün iyi şeylerin ardı senin varlığın, sen sussan da bende bi'şey değişmiyor Piraye.
Mevsimler değişti, günler geçip gitti, insanlar değişti, sokaklar değişti, sokak isimleri, apartmandaki kiracılar. Bir senin varlığın Piraye, o değişmedi. Hasretten hiç bahsetmiyorum bile. Yanı başımdayken de sen mutfağa yemek yapmaya gittiğinde de benden evvel uyuduğunda da özlüyorum seni.
Bugün bakkal Faruk geldi. Çırak izin alınca siparişleri getirmiş. “Nasılsın Nizamettin amca?” dedi. “Doluyum, dedim, dopdoluyum Pirayem ile.” Şaşkın şaşkın baktı bana. Piraye, seni ne çok sevdiğime mi şaşırıyor bu insanlar?
Bak Piraye şu fotoğrafı hatırlıyor musun? Boylu boyunca yürümüştük İstiklal’i yağmurun yağmasına aldırmadan. Kestaneyi çok severdin ve de pamuk şekeri. Şimdi alıp getirsem sana bu suskunluk biter mi? “Aman Nizamettin dersin, çocuk muyuz biz?” Çocuğuz ya Piraye'm, titreyen ellerimize aldanma. Ben senin yanında elinde balon, sevinçli, küçük bir çocuğum. Sen kiraz tokalı, örgülü saçlı kız.
Ha! Nerede kalmıştım; bu siyah beyaz fotoğrafı çektirdiğimiz günde. Gözümü karartmıştım o gün. Seni evine bırakıp da kendi evime sensiz dönmek çok yoruyordu beni, çok üzülüyordum. Ertesi gün seni aynı yerden alacak olsam da saatler, dakikalar geçmiyordu. O gün eve geldiğimde kararımı vermiştim Piraye, sana evlenme teklif edecektim. Sen Piraye, ne zaman sevmiştin beni, ne zaman düşmüştüm ilk kalbine? Şimdi suskunluğun sırası değil Piraye! Ne çok seversin çiçekleri; nergis, yasemin, zambak. Sen çiçeklerin özüsün Piraye. Unutma ki hiçbir çiçek varlığının evimize doldurduğu o mis kokudan evla değil. Çiçeklere bile güzelliğini, kokusunu veren sensin Piraye.
Kapının önündeki çok sevdiğin aşk merdivenini sularken geldi Meryem Hanım. “Nizamettin Bey,” dedi, “Yine erkencisin!” Gülümsedim. Piraye, senin için senli sabahlara uyandığımın farkında değil bu insanlar. Varlığın gün doğumudur yüreğimin. Meryem, yine bugün kızımızla konuştu uzun uzun. Barışmadığımızı söyleme diye sıkı sıkı tembih ettim Meryem'e. Ne zaman, artık Piraye ile konuşmuyoruz Meryem, desem telaşlanıp telefona sarılıyor. Sen benimle yeniden konuşmaya başladığında pişman olacaklar Piraye. Meryem ile tartışmayı göze alamadığımdan ilacımı içip köşeme çekildim. Sen benim sözsüz türküm, iki gözüm, nefesim. Küssen de konuşsan da ömrümün başköşesindedir yerin.
Hayalin uyutmuyor Piraye. Şikâyetçi değilim, yanlış anlama, yalnızca çok özlüyorum. Sen benimle konuşmayınca anlaşılmadığımı hissediyorum, eksiliyorum. İnsanlar, diyorum görmesinler, sormasınlar beni. Yetemiyorum Piraye! Ben sensiz bu dünya yetemiyorum.
Bugün o çok sevdiğin mecmualardan birini almaya çıktım. O sevdiğin sahaf kapanmış Piraye, yerine bir dükkân açmışlar. Yan taraftaki açık dükkâna sordum, “Mecmua mı kaldı amca?” dedi. “İnternet var artık.”
“Yok mudur evladım bu mecmuaları satan bir yer,” dedim. Bu sokakta yokmuş. İnternet de neymiş? Dergiyi, kitabı şöyle doya doya koklayamadıktan sonra.
Çalan telefonla irkildi Güneş. Babasını bir haftadır görmemişti, iyi ki Meryem ablası vardı.
“Efendim Meryem abla,” dedi, cıvıl cıvıl bir sesle. Telefonun diğer ucundaki ses, sessiz ve ürkek konuşuyordu. “Güneş,” dedi. “Yavrum, sen daha iyi bilirsin de Nizamettin Bey’de bir haller var yine, pürneşe evin içerisinde dolanıp duruyor, yine dışarı çıktı, düştüm ardına kızım. Bankta oturdu saatlerce, konuştu kendi kendine, eve dönmeden bizim sokaktaki o lokantaya gitti, yan taraftaki dükkâna girdi, çıktı. Burada kitapçı vardı, o kitapçı nereye taşındı, demiş kızım. Eve geldi, plakları açtı, koltuğa kuruldu, eski resimlere baktı, annen yanındaymış gibi uzun uzun konuştu. Endişelendim ben yine kızım. Haber vereyim sana dedim.”
"Anladım Meryem abla," dedi Güneş. Boğazını temizledi, sustu. Güneş doktorluk mesleğinde en zor tanıyı koyup en zor tedaviyi yürütüyordu. Babasının sanrıları yüreğinin sancıları oluyordu. “Meryem abla,” dedi Güneş, “İlacı ikiye çıkaralım.”
Vildan Çiçek
Commentaires