Deniz kenarındaki kahvelerin masaları yine doluydu, gün batımına yakın böyle oluyordu. Biraz gezinip masa kollamaya başladı, kalkan iki kişiyi görünce hızlı adımlarla oraya yöneldi. Sandalyelerden birine oturdu hemen, diğerine de çantasını koyduktan sonra garsonu gözlemeye başladı. Dondurma yiyecekti bugün, kırmızı meyvelerden yapılmış olanları seçecekti, kalorisi daha azmış. Elini kaldırsa da garsonun ona baktığı yoktu, kalabalık bir ailenin siparişlerini almadan önce elindeki kirli bezle masanın camını siliyordu.
“Bu sandalye boş herhalde, üzerinde çantanız var ama biraz oturabilir miyim?”
Başını çevirdi, zayıf, solgun benizli bir kadın ondan cevap bekliyordu. Hayır diyemedi, gönülsüzce, “Buyurun,” dedi. Oturduktan sonra inşallah havadan sudan konuşmaya başlamaz, diye düşündü. O masayı bulmak için sahilde birkaç tur atmak zorunda kalmıştı. Kitabını okuyup gün batımını seyretmek için gelmişti, onunla uğraşmak istemiyordu. Çantasını oturduğu sandalye sırt bölümüne asmaya çalışırken içinden kitabını çıkardı ve kadının gözüne sokar gibi masanın üzerine koydu. Kitap okuyacağım ona göre demek istediğimi anlamıştır umarım, diye geçirdi içinden de. O sırada yanlarına gelen garson, aynı kirli bezle masanın üzerini silmeye başladı. Dondurma ve su siparişi verdi.
Kadın da garsona, “Bana su ve dondurma getir,” dedi.
Kitabı eline aldı, kaşını kaldırarak ayracın olduğu sayfayı açtı, Kadının varlığı rahatsız ediyordu onu. Okuduğu cümleleri dönüp dönüp tekrar okuyordu. Zaten konusu, bulunduğu ortama hiç mi hiç uymuyordu. Deniz, güneş, gün batımı... Satırlarda ise karla kaplı bir köyde, kurtarıcısını bekleyen bir genç kız. Onun varlığı, kimin umurundaydı ki şu an. Kızın boynunda tek sıra mercan kolye, kolunda gümüş bilezik. Kışı geçirdikleri, hayvanlara yakın büyük odada ısınmaya çalışıyordu. Ocakta ateş, hayvanların nefesi yine de yetmiyordu, yorganın altında üşüyordu.
Füruğ Ferruhzad
İnanalım,
Soğuk mevsimin başlangıcına inanalım
düş bahçelerinin yıkıntılarına inanalım
işsiz devrik oraklara
ve tutsak tanelere.
bak nasıl da kar yağıyor.
Abisi ve onu, uzaktan akraba bir ailenin iki kardeşi ile nişanlamışlardı. Abisi gibi nişanlısı da öğretmen okulunun son sınıfındaydı. Köydeki kızların hayali onda gerçekleşecekti, bulunmaz bir kaftan olan, bir öğretmenle evlenebilmek. Ama sonu düşlerinin aksine hüsran olmuştu. Abisi okulunu bitirince Ankara'ya gitmişti. Orada yüksekokula devam etmek istiyordu. Dönmemişti köye, haber yollamıştı babasına, ben evlenmekten vazgeçiyorum, burada kalıp okumaya devam edeceğim diye. Bunu duyan nişanlısı da sanki bir bahane bekliyormuş gibi hemen nişanı atıvermişti. Bundan sonra artık kimse kolay kolay onunla evlenmezdi. Talibi çıkmıştı bir gün, köyün ağasının evli, iki çocuklu ortanca oğlu için elçi gelmişti evlerine. Vermedi ailesi, evli adama verilecek kızımız yok dediler. Sonra bir gece kaçırmaya geldi onu. Aslında sonradan öğrenmişti bütün köy, kaçırılmamış, kız gönlüyle gitmişti. Haber salmış adam, inat etmesin, baş üstünde tutacağım onu diye. Kız da sesini çıkarmayınca bir gece atlılar gelmişti. Direndi desinler diye kızı sürükleyerek götürmüşlerdi, yolda ayakkabısının teki düşmüştü.
Garson getirdiği suyu ve dondurmayı masanın üzerine bırakırken yüzüne garip bir şekilde baktı. Ayracı kitabın kaldığı sayfasının arasına koyarak, yemeye koyuldu.
“Okuduklarınız mutlu ediyor mu sizi?”
Kadın ona soruyordu. Cevap vermeli miydi şimdi? Dönüp yüzüne bakmayacaktı, bakarsa onun istediği sohbete girmiş olacaktı.
“O satırlarda anlatılanlar gerçek hayat mı yoksa birileri kurgu yaparak bizleri olmayan hayatlara mı götürüyorlar? Ne okursanız okuyun sonuçta, dışarıdaki dünyaya değil, kendi dünyanıza sığınıyorsunuz. Şu an benim varlığım bile rahatsız ediyor sizi. O kitaplarda mı hayat buluyorsunuz?”
Kadının cümleleri üzerine birden ürperdiğini hissetti. Duymamış gibi yapmak en iyisiydi. Dondurmasını kaşıklamaya devam etti. O sırada sahilde yürüyen eski bir tanıdığını uzaktan başıyla selamladı.
“Ne okursanız, ne kadar okursanız okuyun, sonuçta yalnızsınız, tek başınasınız? Adı mükemmeliyetçilik olan bir oyunda kendinize bir rol çizmişsiniz, onu oynuyorsunuz. Kitabı tutuş şekliniz bile, üzerinizdeki role uygun. Dış görünüşünüzde her şey gayet uyumlu, gözü rahatsız eden herhangi bir şey yok. Şu ortamda çok önemli olmasa da, çantanızın seçimi bile kıyafetinizle uyumlu. Geçen birilerine selam verme şekliniz bile ölçülü. Biraz önce gördüm, önünüzden geçerken size bakan bir kadını hafifçe selamladınız. Ona neden el sallamadınız? Neden koşarak kucaklamadınız onu, neden masanıza davet etmediniz, gel otur bir çay içelim demediniz?”
Bu kadın nereden gelip bulmuştu onu? Kalkıp gidebilirdi o masadan aslında. Ama kalkamıyordu yerinden, bir şeyler onu sandalyesine bağlıyordu.
“Etrafınızın farkında mısınız? Kitabı bir kenara bırakın, kafanızdaki düşünceleri de silin bir an. Dönün bu dünyaya, birlikte gözlemleyelim olanı biteni. Bakın dalgalar kıyıya vuruyor, duvarla savaşıyorlar. Günlük turlarını tamamlamış kalabalık büyük tekneler gürültü, tantana içinde iskeleye yanaşıyorlar. Balıkçı kahvesinin önünde demir atmış küçük tekneler sağa sola sallanıyorlar. İleride bir balıkçı üzerinde renkleri solmuş, yırtık gri, siyah çizgili tişörtüyle yere oturmuş, çıkardığı terlikleri yanında, ağzında sigarası, balık ağını tamir ediyor. Yanındaki kedinin mutluluğunu görüyor musunuz, nasıl da yalanıyor. Biraz ileride tezgâhlarında el işlerini sergileyen kadınlar oturmuşlar sohbet ediyorlar. Tezgâh bahane, sohbet şahane... Onların ilerisinde, kulakları küpeli, üzerleri keneli köpekler büyük palmiyenin altına uzanmışlar, çimin serinliğinde uyuyorlar. Haşlanmış mısır satan kadın, kazanının başında oturmuş, elindeki tığla yazmasına oya örüyor. Sol tarafta, kirli ayak başparmakları naylon terliklerinin önünden dışarı fırlamış genç, gelen geçene bakıyor. Önünde önlüğü, elinde maşası, midye dolma satıyor. Kör adam sandalyesine oturmuş kanun çalıyor. “Bu akşam gün batarken gel,” şarkısını söyledi biraz önce. “Bakmıyor çeşm-i siyahım,” ile devam ediyor. Ona yakın bir yerde oturan simitçi çocuk taburesine vurarak müziğe eşlik etmeye çalışıyor. O cılız, kuru oğlandan bir simit almayı düşünmemişsinizdir. Neden gidip, ver şuradan bir simit diyerek, eline birkaç kuruş sıkıştırmıyorsunuz? Bakın şurada küçük bir çocuk, istediği şey alınmadığı için kendini yerlere atmış, ağlıyor. Annesi kollarından tutup silkeleyerek yukarıya kaldırırken kıçına bir şaplak vuruyor.”
Bu cümleler ona mı söyleniyordu? Evet, suyunu yudumlarken başını uzaklara çevirmiş, baktığı o enginlikler içinde kaybolmuş gibi duran ona söyleniyordu o beklenmedik sözler. Hafifçe kımıldadı, sandalyesini biraz oynatarak, dondurma kâsesini daha bir önüne doğru çekti. Ne söyleyeceğini bilememenin gerginliği içinde, cam kâsenin dibindeki erimeye başlamış kalan dondurmayı kaşıklamaya çalışırken başını kaldırmaya cesaret edemiyordu.
Devam etti kadın. “Bakın şu karşıdan gelen, saçlarını arkadan lastikle bağlamış, kısa, kilolu vücudunun bütün şekilsiz hatlarını ortaya koymuş taytı, sosyete pazarlarından birinden alınmış geniş tişörtüyle, ayağındaki terliklerini sürükleyerek yürüyen kadına bakın. Kenarı hafif kazınmış, üstte uzun bırakılıp fırçayla kabartılmış saçları, bacağında uzun kot pantolonu, üzerinde renk uyumsuzluğu gözü rahatsız eden tişörtüyle elinden tuttuğu adama da bakın. Havadan sudan konuşuyorlardır. Sizin, benim gibi dert de etmiyordur olan biteni. Onlar yalnız kalmıyorlar işte, onlar gibi bakmak gerekiyor belki de dünyaya. Siz oturmuş etrafınızda olan bitenin farkında bile olmadan, şu denizi, kumsalı görmeden o kitabın derinliklerinde kaybolmuşsunuz. Belki de kışı okuyorsunuz elinizdeki o kitapta.”
Ses kesilmiş, konuşma bitmişti. Başını çevirdi baktı, sandalyeye oturan kadın yoktu. Yanında hissetmişti hâlbuki onun varlığını, nereye gitmişti şimdi peki? Aceleyle garsona el salladı, parayı ödedikten sonra çantasını aldı ve ileride arkası ona dönük, başı önde yürüyen yalnız bir kadını takip etmeye başladı.
Meydanda etrafına mavi boyalı ahşap sandalyeler dizilmiş, üzeri deniz ürünleri baskılı kâğıt örtülerle kapatılmış beyaz masalar akşam için hazırlanıyordu. Gündüz ekmek arası balık yiyenler gidecek onun yerine, müzisyenlere eşlik ederken balığını yiyip rakısını yudumlayan insanlar gelecekti. Kadının arkasından yokuş yukarıya doğru çıkmaya başladı. İleride sola dönen kadın, sokağın orta kısmındaki iki katlı bir evin yan tarafındaki merdivenlerinden inmeye başladı. Demir parmaklığı açarak, karşı apartmanın duvarına bakan bahçeye girdi. Bahçe duvarında mavi boncuklar, makromelere asılmış çiçekler, saksılarda begonviller, ortancalarla küçük bir cennet yaratılmıştı. Evin kapısının yanına kedi mama ve su kapları dizilmişti.
Kadın konuşmaya başladı. “Kızım, oğlum neredesiniz?"
Yasemin Akçam Ateşman
Çok etkileyici ve düşündürücü bir hikaye, hem yalnızlık, hem insan sevgisi içiçe..elimize emeğinize sağlık💜
Dondurma kabından başını kaldıramayan anlatıcı, neden sonra yanındaki kadını farkediyor. Kadının söyledikleri ya da anlatıcının hissettikleri kurgu ile güzel bir bütünlük sağlıyor. Ancak habire dondurması ile meşgul olan anlatıcı kahramanımız,
kurgu ile bağdaşmadığı halde okuduğu kitaptaki dramatik öyküye de geniş yer veriyor. Bu kısmın değerlendirmesini öykü tekniği açısından yazara bırakıyorum. Diğer taraftan, çevre betimlemesi de sanki öyküye dolgu malzemesi gibi sığ ve kuru bir anlatımla geçiştirilmiş dolayısıyla da havada kalmış. Saliha Ulusan
Hepimizin zaman zaman yaşadığı bir durum. Önemli olan, dışardan aldığımız uyarılara kulak vermek, değerlendirmek...O cennet bahçeyi görene kadar... Hepimizin hikayesi, ustalıkla anlatılmış.
Çarpıcı bir kadın hikayesi... durup durup düşündüren... aynaya bakar gibi oldum yer yer... Yasemin Akçam Atesman kalemine sağlık.