“Biri göbekli insan diğeri de kocaman buruna benzeyen iki adayı kerteriz al, gün batımında at oltanı, gör bak...”
Hevesle konuşurken cümlesini böldüm. Çok bilmiş tavırlarına karşı çıkmak, hatta bildiğin küfretmek istiyordum. Yüzümü buruşturdum.
“Lapinden başka bir şey çıkmıyor oradan, ben çok denedim.”
Oltayı geri çektim. Heves önce sesini sonra gözlerini en sonunda da yüzünü terk etti. Küsmüş çocuk gibi büzdü dudaklarını, “Hiç de bile,” dedi omuz silkip, “ben çupraları hep oradan tutup yedirdim size yıllarca. Sen kerteriz almayı hiç beceremedin. Durduğun yeri hep yanlış bildin evlat.”
Dilimin ucuna geldi kem sözler sonra tekrar geri döndü. Kıvırdım, set yaptım dişlerime. Dudaklarım tek çizgi oldu sıkmaktan. Çıkmasın diye cümleler. Gerçekler. Seneler önce de öyle yapmıştım. Annem için, o üzülmesin diye. Şimdi niye tutuyorum kendimi? Artık o da yok. Babam üzülmesin diye mi? Seksenine geldi artık onu ne üzebilir ki? Peki ergen çocuk? Ben o kadar üzüldüm. Onu ne yapacağız? Uzmanlar her bir boku çocukluk travmalarına bağlıyorlar. Doğmasaymışım keşke bu siktiri boktan dünyaya. Bırakamadığı meretten çatallaşan sesiyle, “Dolandırmışsın oltayı yine,” dedi. İçimden küfür dalgası yükseldi. “Ver bana, açayım onu iki dakikada.” Sert bir, “İstemez!” çıktı dudaklarımdan. Yaşlı, damarlı elleri havada kaldı. Denizden bana çevirdiği yorgun mavileri kısıldı. Yüzümü bir dolaştı, yoklama çekti sonra o da bulaşmak istemediğinden olacak, tekrar kıyıya vuran sulara döndü.
Ufukta sarı güneş, beyaz gri bulutlarla yavaşça çevrelenmeye başlamıştı. Hafif bir pembelik yayılıyordu uzaklarda. Dalgalar nazlı nazlı kıvrılıp kıyıya varıyor, köpüklerini bırakıp, çekingen bir genç kız gibi öpüp geri çekiliyorlardı. O akşamüstünü hatırladım. Hayatımın ilk dudaktan öpücüğü. 7-B’den Kıvırcık Nergis. Kalbim nasıl çarpmıştı. Hiç bi’ bok anlamamıştım. Dudağını dudağıma değdirmesiyle çekmesi bir olmuştu. Okul gezisi için iki otobüs Bodrum’a gitmiştik, sene 1993. İlk moladan sonra yan yana oturduk. Arkasına saklandığımız teknenin kenarına sıkıştırıp bir öpücük daha almak istemiştim de kaçmıştı. Onu kovalarken görmüştüm sizi. Bize benziyordunuz. Üç kişilik bir aile. Baba aynı ama anne ile çocuk farklı. Sen çocuğun eline bir küçük olta tutuşturdun. Benimkinin, hani o yaz Ayvalık’ta hediye ettiğinin aynısı, bir tek mavi misinalı olanı. Beceriksizce suya atınca başını okşadın. Sonra onu deniz kıyısında bırakıp annesine yöneldin. Kollarınla sıkıca sardın öteki kadını. Doğrusu senin aldığın öpücük oldukça cömertti. Sarışın, kaçmak ne kelime, daha da çok yanaşıyordu. Donup kalmıştım. Kimseye de anlatamadım. Neyi anlatacağım? Al sana travma. Her nasılsa sen benden önce eve gelmişsin. İlk çekişmelerimiz o zaman başladı. Baba oğul kavgaları. Seni, yaptığın hiçbir şeyi, beğenmiyordum. Sende ayda bir kez gelme dümeniyle annemi idare ediyordun. Biz seni müfettiş bildiğimizden bu yolculuklar, eve ayda bir gelmeler hiç sorgulanmazdı. Annem için hayatın akışı böyleydi. Kabullenmişti kaderini. Kaç kere dilimin ucuna geldi biliyor musun? Kaç kere yüzüne vurmak istedim, sen bana ahlak dersleri verirken yaptığın ahlaksızlığı. Hiçbirinde söyleyemedim. Annem var diye. Evden ne kadar uzak olursam o kadar iyiydi aramız. Üniversite, yazları çalışma, mastır, doktora yurtdışında. Ver elini Amerika. Annemle sık sık, seninle yılda -o da denk gelirsek- iki kez görüşmelerimiz. Sorunsuz, suya sabuna dokunmayan çekirdek ailemiz.
Onsuz, etrafımızda kalabalıklar olmadan ilk bir araya gelişimiz. Sülünezlerin kokusu mu midemi bulandıran yoksa içimde yıllardır sakladığım mı? “Sizi gördüm,” derken buldum kendimi. Oltayı kenara sertçe fırlattım elimi pisleten bir şeymiş gibi. Çıkan sesle irkildin, bana döndün. Gözlerinde sorular. Elimi yumruk yaptım önünde.
“Bodruma geziye gitmiştik, orada kıyıda balık tutuyordunuz.” Midem ağzımda. Kulaklarım uğulduyor. “Üçünüz; sen, metresin bir de piçiniz olan çocuk!” Ağzımdan tükürükle çıktı kelimeler. “Bizden, zamanımızdan çalıyordun. Annemi de o kadınla aldatıyordun!” Gözlerini kıstın, dudaklarına buruk bir gülümseme yerleşti. Başını arkaya doğru attın, boynunu sağa sola oynattın.
“Hep yanlış anladın çocuk,” dedin, “kerterizi hep yanlış aldın.”
Görmüş geçirmiş elini omzuma koydun, bana, gözlerimin en içine baktın.
“Aldattığım onlardı. Zamanından da yaşamından da çaldığım.”
Yonca Tandoğan
Comentarios