top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Zabel Yılmaz- Dilhun

Gönül; dil, damarlarda ateşle yanarak dolanan ise hundur. İçi kan ağlayan, ıstırabını dile getiremeyen dilhun olur, çırpınıp durur.


Şehrin tüm ışıkları sönmüş, kandiller yanmıştı. Dilhun Ağa, el hüneriyle nam salmış Agop Efendi’den aldığı zümrüt işlemeli, kenarları kök yakutla kaplı gerdanlığı bir notla birlikte keseye koyup odadan çıktı. El ayak çekilmiş, ortalıkta kimsecikler kalmamıştı. Birazdan iş gören hatunlar da odalarına çekilir, hamamdan çıkanlar da kapılarını örtüp uykuya dalarlardı. Cariyeler odalarına çekilmeden tek tek odaları kontrol etmeye başladı. Kimsenin, “Bu saatte burada ne işin var,” diye sormaya hakkı yoktu ya, yine de görünmeden işini görmek istedi. Zira Dilhun Ağa’nın görevine tek sual edilmez, üzerine kem göz ilişmezdi. Makamı tabiatı kadar sağlamdı, sadakatine itimat edilirdi. Ağa yine de kimseciklere görünmeden işini halletmek istedi.

Kolladığı odanın kapısı aralıktı, etrafına bakınıp içeri girdi. Beyaz örtüler serilmiş yatağın üzerinde elini gezdirdi, yastığı iki elinin arasına alıp kokladı. Gülpare’sinin kokusu yastığa sinmişti. Gülpare öyle bir gül kokardı ki haremin kapısından içeri girdiği ilk gün bahçedeki sümbüller saraya küsmüştü. Taşlıkta yürürken attığı her adımda topuklarından gül yaprağı düşer, saçlarına dökülen her su damlası parmak uçlarından cennet nehirlerine akardı sanki. Öyle bir teni vardı ki tenine değen ipekler utanır, gerdanını süsleyen inciler ortadan ikiye ayrılırdı.

Dilhun Ağa, gerdanlığı ve yazdığı şiiri Gülpare’nin gül kokulu yastığının altına bıraktı. Gülpare’si elbette ki çok sevinecek, hediyeyi kendine deli divane âşık olan bu avarenin bıraktığını anlayacaktı.

Ne şahanelerin şahanesidir seni görebilmek ey sevgili. Gecemi sabah eden, sabahımı huzur, gönlümü hoşnut eden gülün gonca hâlinden güzel. Var mıdır bu cihanda aşkınla divane olan, benim gibi çaresiz, bitap düşmüş başka avaren? Kaç sabahı devirdi gözlerim gözlerini düşünmekten...

Dilhun Ağa ne şanslıydı ki yaradan, ömrünün bu zamanına kadar ızdırap çeken bu acizi sevdiği hatunun aşkıyla mükafatlandırmıştı. Kim derdi ki memleketinden bir çiçek gibi koparılıp buralara köle edilen bu sureti kara, bahtı kara adamın yüzünü, gönlünü aydınlatıp ömrüne ışık olacak bir hatun çıkacak karşısına. Erkekliğinin yitmesinden mütevellit kendisine ömür boyu hak görmediği gerçek sevda altın ibrikle dökülmüştü ellerine. Cihanın bütün altınlarını, mücevherlerini dizse Gülpare’nin önüne, az gelirdi. Diziyordu da... Boynuna yakutlar, saçlarına inciler, tenine ipekler...

Odadan ayrıldığında cariyelerin hamamdan çıktığını uzaktan gelen gülüşmelerinden anladı. Gülpare Hatun da aralarındaydı. Birazdan her şeyden habersiz odasına çıkacak, hediyesini yastığının altında bulup sevincini saklayacaktı. Dilhun Ağa bir köşeye gizlenip odalarına çıkan hatunların arasından Gülpare’sini izledi. Hiç kimseye görünesi yoktu bu akşam. Hele hatunları azarlayıp hâl eda düzelttiresi hiç yoktu. Şöylece; sessiz, sedasız, köşelerde saklanarak, ağız tadıyla Gülpare’nin odasına süzülüşünü seyredip kokusunu içine çekesi vardı sadece. Ortalıkta tek bir hatun kıkırdaması kalmayıncaya kadar bekledikten sonra odasına çekilip bahsini kimselere açamadığı aşkını yine mürekkebiyle akıttı beyaza.

Senin aşkınla yandığım ateş, cennet bahçelerinden âlâdır, ey sevgili. Kim ki görür beni senden ayrı vaziyette, der ki zatınız yanmakta cehennem ateşinde bir köz gibi.

Eli ayağı titriyor, gözüne uyku girmiyordu. Diri diri ateşlere yürüyordu, tallahi ateşsiz aşk olmaz, derlerdi zaten. İkisi de o aşkın içinde kavrulup duruyorlardı işte. Kendi gibi hadım edilmiş bir kölenin değil bir hatuna sevdalanması, sevdalandığı hatunun da sultanın gözdesiyken kendine karşılık vermesi bu dünyada gönül gözüyle pek görülecek şey değildi. Ne makamdı gözünün gördüğü ne saltanat ne hürmet... Bir odacıkta Gülpare ile etraftan uzakta, ömrünün sonuna kadar yaşayıp gitmekten öte bir arzusu yoktu. Öyle olmasa kazandığı kese kese altını son dirhemine kadar Gülpare’sine verir miydi zaten? O da biliyordu varını yoğunu kendisine emanet eden bu adamın onu her şeyden üstün tuttuğuna.

Dilhun Ağa bir oda içinde Gülpare’siyle mutlu mesut yaşadığı hayallere dalmışken uyuyakaldı. Sabah gözünü odasının kapısının çalınmasıyla açtı. Desise Hatun içeri girmek için müsaade istiyordu. Hatunu buyur etti.

“Bir haller var sende Dilhun Ağa, derdini söylemeyen derman bulamaz. Anlatmak istersen eğer...”

“Ne hâli be hatun, günlerdir peşimde dolanıp durursun, ne demeye çalışırsın?”

“Uzun zamandır halin hâl değildir ağam...”

“Yok bir şey be kadın, evham yaparsın durduk yere. Benimle uğraşacağına işini yap, hatunları hazırla. Dersliğe gidecekleri dersliğe, diğerlerini hoca efendinin yanına, haydi!”

Desise Hatun göz ucuyla etrafı yoklayarak oturduğu yerden kalkıp kapıya doğru yanaştı. Fakat ne hacet ki bir şeyler sezdiğini belli etmeden gidesi yoktu. Desise Hatun güllabi kadındı. Öyle ki sadakatine zeval gelen ağa makamda tutulmaz, yerine geçici süre Desise Hatun geçirilirdi.

“Bana demek istemedin halini ama istersen paşamıza bir danış derim ağam, malum zatı muhteremleriyle muhabbetiniz iyidir,” deyip dışarı çıktı.

“Ne haddine hatun bana akıl vermek, çık dışarı, gözüm görmesin.”

“Mendebura bak sen, üstü kapalı tehdit eder ki sündürsün,” diye söylendi çıkan kadının ardından. Ne yapacağını bilemez vaziyette odanın içinde bir o yana bir bu yana dolanıyor, hatunun nereden ne anlayıp da şüphelendiğini düşünüyordu. Divanın yanında bulunan gümüş ibrikten doldurduğu suyu bile içemedi. Rütbesini ilk aldığında kendisine rütbe nişanesi olarak hediye gönderilen samur kürküne baktı. Şu hâlde rütbe filan umurunda değildi ya, bir şeyler anlaşılırsa görevden azledilir, kellesi gider ya da Gülpare’nin başına bir hâl getirilir, diye korkuyordu. Zira Gülpare sıradan bir cariye değil, padişahın gözdelerindendi. Sıradan bir cariyeye bir hâl etse kimse bir şey demez, görmezden gelinirdi ama gözdeler öyle değildi.

Bir an önce toparlanıp görevinin başına dönmeli, meydanı sansarlara bırakmamalıydı. Samur kürkünü kaptığı gibi omuzlarına geçirdi, rütbesinin ihtişamını ortalıkta dolaşan yılanların gözlerine sokmak için kırmızı akik küpesini sol kulağına taktı, balkona çıktı. Odasının balkonundan görünen tek güle, yalnız başına taşlıkta dolanan Gülpare’ ye baktı. Bir koşu kızın yanına gitti. Dilhun Ağayı gören hatunun yüzü şenlendi, dili bülbül kesildi. Gece uykusuna dalarken elini yastığın altına götürmüş, zümrüdü bulup sevinmişti. Hemen koşup ağasının yanına gelmek istediyse de malum yapamamıştı. “Keşke bir an önce birlikte uzaklara kaçıp gitsek ağam, hasretine dayanacak gücüm kalmadı,” dedi. “Artık beni sevmez misin, ondan mı kaçmak istemezsin, diye düşünüp üzülüyorum. Bizi bu ıstıraptan kurtar artık.”

Sevdiceğinin kederli gözlerine, sözlerine bakınca ağanın samur kürkünün süslediği omuzları düştü. Desise Hatun’un bir şeylerden şüphelendiğini, o yüzden biraz birbirlerinden uzak durmaları gerektiğini, en kısa zamanda bir hâl çare bulacağını söyledi. Gülpare’nin uzun zamandır kendisinden istediği tek şey buydu. Lafı sürekli evirip çevirip aynı konuya getiriyor, Dilhun Ağa da karşısında çaresizce çırpınan bu hatuna artık itiraz edemiyordu. Zira gönlünün hatunu ne istese haktı. Bir gün, “Hatunum, ben budanmış, çirkin bir ağacım; sen gonca gülsün. Belki şehzaden olacak, sultan olacaksın. Kaçıp gitsek erkekliği alınmış, sana evlat veremeyecek bir biçareyle gençliğini harcayacaksın,” demişti de hatunun göz yaşları içinde verdiği yanıt karşısında ona iyice yanmıştı.

“Burada kalsam sultanın huzuruna ne vakit çıkacağım ne belli ağam? Hadi çıktım, evlat sahibi olacağım ne belli? Evlat sahibi olsam başımıza ne geleceği ne belli? Sana böyle yanarken beni sultanın huzuruna bir daha çıkarmasınlar diye dua ederim. Dilimi vursalar da diyeceğim, sen cihan sultanından erkeksin, en erkeğim diyenden evlasın benim için can ağam. Senden gayrı tek âdemoğlu görmeyeceksem bile, ben razıyım her şeye. Yeter ki senle olayım.”

Dilhun Ağa iyiden iyiye sıkıştı. Desise Hatun’un ağanın odasından çıkar çıkmaz soluğu paşaya haber uçurmakta aldığı belliydi. Zira paşa, ağayı üç gün sonra makamında beklediğini haber etmişti. Belli ki hatun şüphelerini paşaya açmış, ağanın sonunu hazırlamaya başlamıştı. Belki de artık sevdiğiyle kendilerini bekleyen saadet dolu yaşama gözlerini kapatmaması gerekiyordu. Can paresini kederler içinde bırakıp odasına döndü. Şiirlerini yazdığı kağıtları karıştırdı.

Aşkıyla yakan bir ömür vadetmiş, iki gözü iki çeşme eylemiş. Cennet sevdiğiyle bir divanda aşkı-saadet yaşamak mı, yoksa yakutlar elmaslar içinde makam mıdır?

Dilhun’un başı en son memleketinden kaçırılıp uzvu kesildiğinde böyle dönmüştü. Yarasına eritilmiş çam reçinesi basılıp iyileşsin diye üç gün kızgın çöl kumlarında yarı baygın gömülü kaldığında dalmıştı böyle hülyalara. “Bir hatun ömrünü seninle geçirmeyi lütfetmişken ne hayra düşünürsün be ağa,” diye söylendi. Anasıyla babasını, pek de mutlu olduklarını hayal meyal hatırlıyordu. Ömrü boyu belli belirsiz hatırladığı o mutlu aileye sahip olmanın hayalini kurmuştu. Geçmişine dair elinde kalan tek şey ilaçlı suyun içine basılıp küçük bir kavanoza tıkılarak eline tutuşturulmuş erkekliğiydi. Öldüğü vakit onunla gömülecek tek şeye uzun uzun baktı. Artık ona ihtiyacı olmadığını düşündü. Ama onu burada bırakamazdı. Eşyalarını topladı, Gülpare’ye haber saldı. Kaçacaklardı.

Her şeyi planladı, sevdiğine anlattı. Eşyalarını tıktığı çıkını Gülpare’ye teslim edecek sabahın kuşluk vaktinde de onu gizli çıkış kapısından çıkaracaktı. Sabah ezanı vakti hatunları namaza kaldıracak kapı kilitlerini açıp son görevini kimsenin dikkatini çekmeden yerine getirdikten sonra Gülpare’nin arkasından çıkacaktı. Sonrasında entrikalardan uzak, saadet dolu, sade hayatlarını yaşayıp gideceklerdi işte.

Akşam ezanından sonra Gülpare’ ye altın dolu keseleri ve çıkını teslim etti. Kavanoz hariç değerli neyi var neyi yoksa çıkının içindeydi. Dikkat çekmeden saraydan çıkıp kadı efendinin yanına gideceğini söyleyecekti. Yarın sabah limandan kalkıp Venedik’e varacak olan ticaret gemisine binecekler, orada yeni bir hayat kuracaklardı. Gülpare’nin gemiye adam başı birer kese altından, iki kese altın vermesi gerekiyordu. Kendisi de vaktinde orada olacaktı.

Öyle de oldu. Dilhun Ağa, Gülpare’yi haremden çıkardı, ezan okundu, hatunlar uyandı, kapılar kilitlerinden birer birer çözüldü. Karanfil motifleriyle işlenmiş kırmızı kaftanını üzerine giyinip cam kavanozu heybesine koydu. Limana vardığında gönlü kuş olup uçacaktı. Limana varan tüccarlar gemiye binmek için sıraya girmiş kafa başı bir kese altınlarını toplayıcıya uzatıyorlardı. Koşarak sıraya yanaşıp sıranın en sonundaki hatununun arkasında belirdi.

“Geldim Hatunum...”

Gülpare Hatun tül örtüsüyle yüzünü örtmüştü, kafasını çevirmedi. Dilhun Ağa da sıra kendilerine gelene kadar ses etmedi. Gülpare Hatun doğrusunu yapıyordu. Sıra kendilerine geldi; hatun, ağanın kendisine teslim ettiği çıkını, bindikten sonra almak suretiyle gemiye fırlattı. Beline bağladığı küçük heybe içinden de bir kese altın çıkarıp toplayıcıya vererek gemiye adım attı. Ağa, “Hatun, kelle başı bir kese diye izah etmiştim,” diye seslendi ardından ancak yanıt gelmedi. Gülpare kafasını çevirip arkasına bakmıyor, ağasını tanımazlıktan geliyordu. Dilhun, Gülpare’nin ardından bir hışımla gemiye binmeye çalıştı lakin koca bir elin göğsünden itmesiyle yere serildi.

“Kelle başı bir kesedir efendi, bilmez misin?”

Dilhun, düştüğü yerden son bir çare umuduyla, “Gülpare!” diye bağırdıysa da Gülpare yüzünü dönmedi. Doğrulup toplayıcıya bir şeyler izah etmeye çalıştı ama adam hiç oralı olmadı. Az önce göğsünden ittiği ağaya bir de tekme savurdu. Ağa tekrar yere yığıldı, o kendine gelene kadar geminin halatları çözüldü.

Dilhun yerde uzanır halde düşmenin şiddetiyle heybesinden fırlayan kırılmış kavanozu ve kendisine doğru koşan adamların yemenilerini gördü. Çaresizlik ve keder içinde uzaklaşan sükût-u hayaline, artık dönemeyeceği sarayına ve yere saçılan erkekliğine öylece bakakaldı.


Zabel Yılmaz


0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page