top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Zekeriya Şimşek- Yalıçapkını

Eskiden size kahramanlık taslayan ben artık işe yaramaz pisliğin tekiyim.

Ne olmuş yani!

Fyodor M. Dostoyevski, Yeraltından Notlar


Faslı Hicaz

Yalnızlık, kimsenin kalabalığına rahatsızlık vermemektir. Asker işidir; hesap kitap ister, prensip ister, idmanlı olmayı ister.

Yüzündeki çizgiler ele veriyordu isteksizliğini.

Ellilerle birlikte raf ömrüne takılıyor insan; kendini dinlemeler, dostlarda eksilmeler... Stalin yalnızlığıdır bu. Un elenmiştir, eleği asmakta bir isteksizlik… Şikâyet makamından okumalar… “Yastık batıyor... Kalçam yara oldu… Kuzu etli şevketibostan yiyemeyecek miyim?” Ne yaş alması sikim akıllılar, buz gibi işi bitmişliktir bunun adı. Samsun Lisesi’nden Çapar Mehmet, Hamal Tahsin, Tatar Nuri, Rus İsmail, Arap Kamuran’ın suretleri üstüme üstüme gelir, yutkunurum.

Kuleli askerî mektebin namıdiğer Karagöz’ü. Doksan sekizi yarılıyor… Yağlı müşteri. Arada bir sayıklıyor. “Azrail beni unuttu. Ya da çok meşgul.”

Kötü bir gece.

Hayal gücü kurumuş, bir daha yeşermeyecek anlaşılan. Neye işaretse?

Gömüldüğü yataktan hafif bir iniltiyle doğruldu, bastonuna tutunarak ayağa kalktı. Ayaklarını sürüyerek pencere kenarındaki koltuğuna ilişti. İlişmek? Bir de ona sorun. Bastonunu çenesine dayadı, caddeyi kolaçan etti. Cadde ne kadar tenhaydı. Gözleri ayak parmaklarına kaydı. İlk kez fark ediyordu. Burnuna toz kaçmışçasına yeri göğü inleterek hapşırdı. İki kez. Arka arkaya. Üçüncü? Ayak parmakları bile pörsümüştü. Kesik kesik öksürürken üşüyüp titriyor, hep ateşler içinde hep, bu yüzden evden çıkamıyordu ya!

“Kimsecikler kalmadı. En son Arap Kamuran. Yaptı yapacağını it herif! Yukarıdaki kendi hesabına göre çağırıyor, sıralı sırasız gitti hergeleler.”

Her geçen gün biraz daha büyük gelen giysileri, bir kemik torbası işleviyle söylediklerini tasdikliyordu. Eskiden çalar saatle pek muhatap olmazken bugün cami hocasına gönüllü çalar saat hizmeti veriyordu.

“Hadi Hocaefendi şu ezanı oku, güneşi bekletmeyelim.”

Çocukluğu, yaşlılığının elinde oyuncak oluyordu, sık sık. Konuşmayı çoktan bırakmış, dinlemeye aboneydi son iki yıldır.

Oda kapıları hep açık, koridor ışıkları da. Bir gün kapalı görmedim, bunca yıl. Sebze yemekten, aşktan ve düzeninden taviz vermekten korktuğunu biliyordum, ya karanlıktan? Kendi yalnızlığında kalabalık yaşadın be komutan. Ziya Osman’ın fotoğrafhanesindekilere kaç tur fark atmıştır hikâyen? Aramızda, söylemem. Peygamber kıssaları gibi. Yok be olmadı, şehir efsaneleri gibi diyelim. Evet, oldu.

Şimdi piyasa vakti. Göztepe’den Karataş’a. Eczanenin vitrin arkası, makamı. Etek boyu ölçme mühendisliği ek iş. Eczacılık, albaylık sonrası. Yorgancı Ahmet’in duvarında Foto Gagin’in resimleri. Bir fotoğraf, galiba onu çeken fotoğrafçının anlatmak istediklerinden çok daha fazlasını anlatıyor zaman içinde… Kemal Bilbaşar’la son merhabalaşmalar. Arada bir Madam Ester’le işveli çıkarsamalar. Şaban Bey’in hamamında ince muhabbetler. Hep arada bir... Devamında Garson Ali’nin mekânında şerefe! Dedim ya arada bir. Yalnızlığın korkusu ile kokusunun koordinatlarını şaşırtmak için her şey!


Faslı Şedd-i Arabân

Etrafa dağılmış tavukları kolaçan eden horoz otoritesini pek sever, bir de Karaburun Nergisi’ni. Sehpanın üzerinden eksik etmezdi. O reklam spotunu duyduğu günden beri canı sıkkın: Tek Kişilik Nevresim Takımı Alana Yalnızlık Bedava Hem de Sınırsız.

Ne kadar mükemmel ve mükellef olursa olsun tek kişilik masalar sıkıcıdır. Evdeki kedi/köpek ya da bahçede bir kaplumbağa, pencerene konan kuş yalnızlık tamircisidir. Ya uykuyu ne yapmalı? En derin yalnızlık uykudur, rüyalar da yoksa.

Bazı akşamlar Ş. ile muhabbete başlar sonu hep kavgayla biterdi... Hep mi? Kızı bunun için mi acaba; “Babam, ölümünden sonra anneme âşık oldu,” diyordu. Yemek masasının tam karşı duvarındaydı Ş., siyah/beyaz ama odanın kraliçesi. İç içe geçmişliğin suretiydi fotoğrafı. Hayatla ölüme dair. Asansör katta durduğunda, bazen, kapıyı Ş. açacak sanırdı. Belki de bu yüzden kadehi dudaklarında beklemeye alır, denizin dalgalarıyla ikilemde kalırdı. Hayatı boyunca her şeye hâkim olan ama kendi hayatına hâkim olamayan Ş., gelmezdi bir türlü…

Evin içi her zamanki gibi yarı karanlık ve havasız. Salonun cadde tarafındaki koltuğunda gazetesini okur, arada bir pencereden, gelip geçenleri seyrederdi. Şimdi sadece caddeyi seyrediyor. Susmayı, televizyon izlemeyi ve yardımcısı ile dedikodu yapmayı seviyordu, özellikle dedikoduyu. Yardımcısı? İyi kadın, soğuk nevale ama evin demirbaş defterine kayıtlı.

Evde temizlik var, göz ucuyla kontrol ediyor ve gözlerini kapatıyor; her zamanki gibi. Elektrik süpürgesinin sesi ona ninni, dalar, arada bir gözünü açar, kapar, yine açar. Kedi işlevselliği. Günde iki kahve keyfinden zerrecik taviz vermez; kahvaltı öncesi ve öğle yemeği sonrası. Akşam kesinlikle içmez, uykusunu kaçırdığı tezine sadıktır. Sekiz buçukta kahvaltısı hazırdır, birde öğle yemeği. Akşam yemeği yedide. Artık gözleri cavlamıyor; önce kitapları, sonra gazeteyi ve sonra da gazete başlıklarını bıraktı… En sonra rakıyı. Rakısını. Dile kolay seksen yıla yakın bir birliktelik. Evliliğinden uzun. Bayram-seyran dâhil istikrarlı bir ilişkileri vardı ama buraya kadar dedi ve istifa etti. Tekirdağ rakısını koliyle alırdı. Nerede eski Cumhuriyet baloları. Eşi. Arkadaşları. Samsun’daki ev. Abisi, çocukluk günleri. İstanbul’a gidiş, askerî mektep ve eczacılık okulu. Sonra İzmir, emeklilik, eczane, eşinin ölümü. Ve tek tabanca bir hayat. İki kalfa ile yetişemedikleri eczanenin geliriyle zevki sefa içinde geçen yıllar…

Yardımcısı R. ile adam asmaca oynamayı çok sever. “Rakı ile adam asmacaya başladığım yıllar aynı,” der her defasında.

“Hadi R., adam asmaca oynayalım.”

Birden… “Telefonumu getir misin?”

“Alo! Dedektiflik Bürosu. Ben N. Rahmetli karımın ailesi Girit’ten gelmiş mübadele ile…”

“Kelâm kalım usulü, derdik çocukluğumuzda. Sen bu oyunun tarihçeyi hayatını bilir misin R.? Bak dinle! On yedinci yüzyıl Avrupası’nda, idam mahkûmlarına bir kelime sorulur ve kelimeyi bulanın hayatı bağışlanırmış. Ölüme mahkûm edilen kişi boynunda ilmekle dört ayaklı bir taburenin üstüne çıkartılır ve kendisine dört harften oluşan bir kelime sorulur. Mahkûm, kelime içinde geçen harfleri bulmak için tahminler yapar. Her yanlış harf tahmininde cellat taburenin bir ayağını kırar. Ayaklar bitmeden kelimeyi çözebilirse ne âlâ. Çözemezse güle güle! O dönemde suçluların çoğu okuma yazma bilmiyor. Tahminimce bu oyun, suça karışmış ayrıcalıklı kişileri korumak için icat edilmiş olabilir. Kişiye özel adalet yeni değil…”

“Oooh! Adam asmaca dimağınızı, pilatesci kız sizi zindeleştiriyor.”

“Diz ve sırt ağrılarım azaldı o hanımefendi sayesinde.”

“Hanımefendi mi?”

“Hadi R. kâğıt kalem getir.”

“İşine gelmeyince, kâğıt kalem getir? Siz erkek milleti hepiniz aynısınız. Bir kelime tuttunuz mu? Kaç harf?”

“On iki.”

“Ne kadar uzun böyle. Kızdınız siz bana. On bir çizgi çektim. Başlıyoruz… Z?

“Yok.”

“K”

“K var.”

“E”

“E yok.”

“B”

“B yok.”

“C”

“C yok.”

“A”

“A var.”

“L”

“L var.”

“ALTIN KIZLAR”

“Kardeşlerinizi özlediniz galiba?”

Ölmek istemiyordu, sadece yaşam günbegün ağırlaşıyordu. Gece yardımcısı Özbek kadından arada şikâyet etse de. Ş.’nin yanına gitmeliyimler sıklaşmıştı. Artan sessizliği… Artan ağrıları… Artan, fayda etmeyen ilaçları… Derin nefes almalar… Hâline üzülmeler… D. bir defasında yanında kalmasını isteyip istemediğini sordu, gözlerini açmadan kafası ile hayır cevabını verdi vermesine de kendine üzüldü, kızını üzdüğü için iki kat üzüldü. D. gittikten sonra hafifçe gözlerini açtı. Salondaki fotoğraflara kaydı gözleri. İki torununun fotoğrafları. Oğlu ile D.’nın lise yıllarına ait fotoğraf. Dördüncü fotoğrafı istedi yardımcısından. Rahmetli Ş.’ninkini.

Girit İslam Emirliği, tarihin az bilinen devletlerinden biridir. Bak sana bugün ilk kez anlatacağım. Ege Denizi’ndeki en büyük ada Girit’miş. Sekiz bin beş yüz kilometre kare. Evet, eminim. Tarihleri unutuyorum artık. Zamanın Endülüs Emevi Devleti’ne isyan başlatan Kurtuba halkından on bin kadar kişi aileleriyle beraber sürgün edilmeleri neticesinde gemilerle önce İskenderiye’ye oradan Bizans’a bağlı Girit’e yerleşmişler. Girit İslam Emirliği’ni kurmuşlar burada. Senin ataların. Araştırdım. Bugün de Girit’in en büyük şehri ve merkezi olan adanın kuzey kıyısındaki Kandiye/Heraklion’da yaşayan akrabaların olduğunu tahmin ediyorum. Girit’in kaybını kabullenemeyen Bizans İmparatorluğu emirlikle sulh olmamış ve adayı geri alma girişimlerinden vazgeçmemiş. Sık sık itişip kakışmışlar. Sonra bir şekilde Girit yeniden Bizans’a geçmiş. Adanın Endülüslü göçmenlerden gelen halkının yani atalarının Hristiyanlığa geçmeleri istenmiş reddedenler katledilmiş. Camiler ve saire yıkılmış. Venedik. Osmanlı. Sonra Hristiyan nüfusun çoğalmasıyla özerk yönetim ve ardından Yunanistan’ca ilhak edilmiş. Girit’in Osmanlı’dan ayrılıp Yunanistan’a bağlanmasıyla tahminimce anne-babanın hayatında yeni bir sayfa açılmış. 1923 Lozan Antlaşması’nın “Ahali Mübadelesi” maddesince adada azınlık kalan Girit Müslümanları Türkiye’ye gönderilmişler. Annenin sana orada hamile kaldığı, yine tahminim. Bir dedektiflik bürosuyla anlaştım Ş. önce senin sonra benim Kavalalıoğlu seçeresini bilgi, belge, mal, mülk ne var ne yok ortaya çıkaracağım.


Faslı Nihâvend

Komutanın dili çözülmüş, yüzüne yerleşen korku kaybolmuştu. R.’ye seslendi. “R. senden bir ricam var.” Komutanın yemek önerisi dışında ne isteği olabilirdi ki? “Beni Girit’e gömün. Ben herkes gibi gömülmek istemiyorum.”

“Bu ne demek şimdi.” Aklı karıştı R.’nin.

“Ben herkes gibi yaşamadım. Hâlimi görüyorsun. Bilincim gidip geliyor. Cesedimi toprağa kimin sürükleyip gömeceğini bilmiyorum. Vücuduma kimse dokunsun istemiyorum. Çok düşündüm. Ben toprağa canlı canlı gömülmek istiyorum. Ruhum ile beraber. Mezarımda, ruhumda bedenimle birlikte olsun istiyorum. Ama Girit’te. Ruhum beni bu dünyada nasıl esir tuttuysa ben de öldükten sonra onu mezarımda esir tutmak istiyorum.”

Sustu. Üç-beş dakika sonra R.’ye dönerek usulca fısıldadı. “Sana güveniyorum. Bu son dileğim. Yoksa hakkımı helâl etmem sana.”

R. taş kesilmiş gibi oldu. Dünya ayaklarının altından kaymış, başından aşağıya binlerce kova kaynar su dökülmüştü. “Siz delirdiniz galiba. İnsan daha nefes alırken toprağa gömülür mü?”

Sözlerinin ciddiyetini kavrayamadığını ima eden çaresiz bakışlar arasında gözlerini yumdu. Kendi kendine mırıldanıyor, söyledikleri anlaşılmıyordu. R., yerinden kalktı. Evin odaları arasında dolaşmaya başladı. Bir kez daha. Bir kez… Bir… Bir yerlerde duymuştu, nerede diye düşündü ama hatırlayamadı. Eğer ölmek üzere olan birinin son isteğini yerine getirmezsen, iki tarafta sonsuza kadar acı çekermiş. Giden kalanın peşini bırakmaz, hayatı boyunca onu rahatsız edermiş.

“Ben hayatımı hep baharda yaşadım, ikinci bahar filan fasa fiso.”

Duvardaki saate baktı, gülümsedi, sinirlendi. Kızınca taksi tutar amaçsızca şehir turu yapar güya intikam alırdım karımdan.

Vücuduna batan düşüncelerden kurtulmak istiyordu. Mırıldanması tezahürata evrildi.

“Aslan torunlarım!”

Duvar saatinden piyanonun üzerindeki gümüş çerçevelere kaydı gözleri, yeniden. Kendi sesi kendine yabancı geldi. Sanki odada tanımadığı biri vardı. Odaya bir soğukluk çöküvermişti. Sanki. Birden. Gözlerini yumdu. R., sessizce yaklaştı. “Ben çıkıyorum. Yarın için bir isteğiniz var mı?” R.’ye cevap vermek gelmedi içinden. Alışılmışın dışında bir davranıştı onun için. Bugün böyle istemişti. “İyi akşamlar!” dedi boşluğa. Sesi yumuşak ama soğuktu. Her zamankinden farklı. R.’nin boğazına düğümlendi sözcükler. Odayı göz ucuyla kontrol etti, komutana baktı, kapıyı usulca çekiverdi.

Adım atmaya takati yoktu. Toparlandı, telefonunu arandı… “Sabah gelirken karşıdaki müskirat bayiinden bi’yetmişlik Tekirdağ alır mısın? Kasap H.’ya da uğra, selamımı söyle o bilir.”

“Hayırdır?”

“Şişenin dibi delinir belki de karışıverir içindekiler içimdekilere. Az önce hurma bahçesindeydim Medine’de...”

“Ben çıkalı on dakika olmadı daha. Ne zaman uyudun ne zaman rüya gördün.”

Yasin-i Şerif okuyayım biraz Türkçesinden, diye aklından geçirirken, açık olan televizyonun sesindeki ani yükselme ile spikerin sesi odayı doldurdu: Yalnızlıkla Mücadele Haftası başladı.

Uyur uyanık sabahı etti.

“Günaydın! Hallettim söylediklerinizi. Kahvenizi yapıyorum.”

Cevap gelmedi.

“Dedektif diye biri arıyor, bakmayacak mısınız telefona?” R., cümlesini iki kez daha tekrarladı salon kapısının önünde. Komutan tavşan uykusunda mıydı yoksa çözülen dili iflas mı etmişti?

Ş.’nin fotoğrafı dünden beri kayıp. Yaşlılık, yaş almaksa; gelecekten çok geçmişi yaşamak niye?

Ş.’nın defin işlemleri sırasında mezarlıktaki davranışları geldi, gözünün önüne. Yıllar sonra. Oysa hiç hatırlamazdı. Görkemli bir kalabalık. Siyah kıyafetler... Birbirine karışan çığlıklar… Ölümü yüceltmeler… Ve mezarlık giriş kapısına doğru yürürken girişte dikkatini çekmeyen çıkışta boğazına düğümlenen o cümle: HAYAT dEvam ediyor yaLıçapKını.

Güzelyalı’nın komutanı doksan dokuzuncu yaş gününe hazırlanıyordu. Rakısı, Kasap H.’ya siparişi ve Girit planları ile. Balkon korkuluğundaki kumruya söylendi. “Birisi akreple yelkovanı yavaşlatıp benimle oyun oynuyor, son üç-dört yıldır. Senin işin mi yoksa it oğlu it!”

Göz göze geldiler.

Hayatın elinin altından kayıp gittiğini duyumsuyor; tutunmak için çabalayacak gücü kendinde bulamıyordu... İstese de... “Bu ne toz… Havada çok kapalı. Büyük Sahra’dan yoğun toz çıkışı bekleniyor demişti galiba dün akşam ajansında. Pencereleri kim açık bıraktı… Dedem gelecekti, geldi mi R.?”

Havalanıverdiler aniden. Birlikte. Gökyüzüne mi kürkçü dükkânına doğru mu, göremedim...

Başı büyük boynu kısa, gagası uzun ve kuvvetlidir. Hızlı ve öfkeli uçar. Kanatları kısa, bacakları parlak kırmızıdır. Bir buçuk saniyede avını yakalayabilir. Bir metreye dalabilir. Böcek ve balıktan başka bir şey yemez. Orman ve tatlı su kenarlarında yaşar. Yuvası, genellikle ağaç kovuklarındadır.


Zekeriya Şimşek

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page