Raymond Carver’ın ayak izlerine basarak
Katedral başlıklı öyküsünden esinle
Eski bir arkadaşım, gece bizde kalmaya gelecekti. Daha önce yaşadığım şehirde bulunan Körlerle Dayanışma Kulübünde tanışmıştık. Ona, haftada iki gün kulübün kütüphanesinde bulunan kitapları okurdum. Bir süre sonra iyi arkadaş olmuştuk. Bazen evliliğimdeki sıkıntıları anlatır, akıl alırdım. Bağımız hiç kopmadı. Geçen gün aradığında karısını yeni kaybettiğini, Connecticut’taki akrabalarını ziyaret edip beni de görmek istediğini söyledi. Bu ziyaretten kocam pek de hoşlanmadı. Bana hiç kör arkadaşı olmadığını, onlara nasıl davranacağını bilemediğinden, yanlarında çok gerildiğinden bahsetti. Bir kadına da nasıl davranacağını bilmiyordu ya neyse. Rehber köpeği, beyaz bastonu ve koyu renk camlı gözlüğü var mıydı? “Hayır,” dedim, “bunların hiçbiri yok. Sadece kör ve kalbi kırık, karısını yeni kaybetti. Onu çok eskiden beri tanıyorum. En kötü zamanlarımda bana hep destek oldu. Şimdi sıra bende.”
“Peki,” dedi kocam her zamanki kaba tavrıyla, “madem öyle, elimden geleni yapacağım.”
İstasyona gitmeden önce yemeği hazırladım. Kuşbaşı et, haşlanmış bezelye, havuç, patates püresi, fırında makarna ve çilekli turta. Turta da piştikten sonra Robert’i almak üzere evden çıktım. Çıkmadan yüzümdeki morlukları fondöten ile kapatmayı unutmadım.
İstasyona tam zamanında varmıştım. Akşam trafiğine kalmamız iyi olmuştu. Böylece planımızın üstünden bir kere daha geçmeye fırsatımız olacak, onun gerginliğini alacak müzikler dinleyecektik. Robert’in zaman planlamasına hep hayran olmuşumdur. Hep bir sonraki aşamayı düşünerek hareket eder. Perona girdiğimde vagondan yolcular yeni iniyordu. Robert son inen yolcuydu. “Buradayım,” diye seslendim. Sesime doğru yöneldi. Küçük adımları, bütün seslere kulak kabartarak yavaş yavaş yürümesiyle tipik bir kördü işte ama kendinden o kadar emindi ki başkalarının yardımına ihtiyacı varmış gibi bir merhamet duygusu uyandırmıyordu insanda.
Eve vardık, arabayı park ederken son detayların üstünden geçtik. Robert biraz heyecanlıydı. Ona kör olduğunu, insanların körlere dikkat etmediğini, aslında körleri hiç görmediklerini hatırlattım. Biraz gücendi ama bu gece bu işi bitirebilmemiz için böyle konuşmanın gerekli olduğunu düşünmüştüm.
Kocam kapıyı açtı, yüzünde tuhaf bir gülümseme vardı ama Robert bu gülümsemeyi göremiyordu. Arkadaşımı tanıttım, bavulları girişte bırakıp salona geçtik. Kocam beklenmedik bir şekilde Robert’a yardım ederek onu köşedeki tekli koltuğa oturttu.
“Yemekten önce birer içki içer miyiz?”
“Çok iyi olur,” dedi Robert. Hepimize birer buzlu viski getirdim. Benim içeceğimde su bol, viski azdı. Akşama ayık kalmalıydım. Koltuklara yerleşip Robert’ın hayatından söz etmeye başladık. Robert sigara içiyor ve külleri ustalıkla kül tablasına denk getiriyordu. Kocam hayretle onu izliyor sürekli bana kaş göz yapıyordu. Körlerin tek başlarına hiçbir şey yapamadığına inancı tamdı.
Yemeğe geçtik, tabağa bütün yemeklerden azar azar koydum. Robert önce etten alıyor sonra sırasıyla patates, bezelye ve havucu ağzına atıyordu. Üstüne de bir parça tereyağlı ekmek. Robert’ın yiyeceklerin yerini hemen kestirmesi kocamın dikkatini çekmişti. İnsan göremeyince koku alma ve işitme duyuları güçlenirmiş, canlı kanıtı karşımızdaydı. Çok yemiştik. Karnımız dolu koltuklara geçtik.
“Robert, biliyor musun, görmeyen insanların böyle şeyler yapabileceğini hiç tahmin edemezdim.”
“Ne gibi şeyler?” Yıllardır yaptığı şeylerin insanları hayrete düşürmesine şaşırmıştı.
“Sigara içerken, külleri, kül tablasına denk getirebiliyorsun. Sonra yemekte bütün yiyecekleri ayırt ettin.”
Robert, “Vay vay, ne becerikliymişim,” diyerek sinirli bir kahkaha attı. En sinir olduğu şeyi pat diye söylemişti. Konuyu değiştirmek için birer içki daha teklif ettim. Onlar laflarken ben bulaşıkları yıkadım. Döndüğümde yoğun bir ekşi koku burnumun direğini sızlatınca ot içmeye başladıklarını anladım.
“Robert, ot içtiğini bilmiyordum.”
“Artık içiyorum tatlım. Her şeyin bir ilki vardır.”
Odasını göstermek bahanesiyle onu dışarı çağırdım.
“Yaptığımız planı uygulayabilmek için kafanın yerinde olması gerek.”
“Merak etme tatlım, daha öncekilerde çuvalladım mı?”
“Hayır, ama ot içmemiştin."
Salona geri döndük. Robert ota ortak olmayınca, kocam sarmanın hepsini tek başına bitirdi. Viskinin üstüne içtiğinden iyice gevşemişti. Salonun ışıklarını biraz kıstım.
“Hey ışıkları niye kıstın hayatım? Robert rahatsız oldu demeyeceksin herhalde,” diyerek gülmeye başladı. Robert kıpkırmızı olmuştu. Kocam uyumadan müzik dinlemeyi sever, plaklarının arasından Schubert’in piyano serenadını seçtim. Schubert’in notaları alacakaranlıkta gezinirken, o da uyuklamaya başlamıştı.
Planımız tıkır tıkır işliyordu. Can alıcı noktaya ulaşıyorduk adım adım. Mutfağa gidip, deri eldiven giydim, bıçağı aldım. Koridordan ıslık sesimi duyan Robert, kocamın oturduğu koltuğun arkasına geçti. Omzundan biraz ittiğinde tepki vermediğini anlayınca, kollarını sıkı sıkıya tuttu. Kocama doğru hamle yaptım, ilki kalbine, kalbimi kırdığı her an için, ikincisi karnına, bana zorla sahip olduğu geceler için, üçüncüsü bacağına, bana attığı sayısız tekme için. Çırpınmamıştı bile. Bu kadar kolay olacağını tahmin etmemiştim. Üstüme kan sıçramıştı ama mutfak önlüğü takılı olduğu için saks mavisi kalem eteğim ve kemik rengi saten gömleğim kirlenmemişti. Kocamın oturduğu sarı koltuğu yavaş yavaş kırmızı lekeler işgal ediyordu.
“Öldü mü?”
“Kıpırdamıyor.”
“Nabzına baksana.” Elimi boynuna götürdüm. Nabzı atmıyordu. “Ölmüş.”
“Bundan sonrası sana ait tatlım.”
“Tamam, seni odana çıkarayım.”
Cancun’a tatile gitmiş yan komşuların bahçesinde hiç dikkat çekmeyen bir yere gömmek üzere bıçağı ve eldivenleri bir poşete koydum. Eteğimi ellerimle ütüleyerek aşağı çekiştirdim. Diğer detayları tamamlamak için Robert’ı odasına çıkarttım. Elime yeni eldivenler takarak işe koyuldum. Salonun bahçe kapısını tornavida ile zorladım. Konsolun üstünde duran her Noel aldığımız melek, Meryem Ana, Noel Baba biblolarını yere fırlattım. Zemin kırmızı, sarı, yeşil parçalarla yeni yıl ruhuna bürünmüştü. Koltukları delik deşik, tabloları paramparça ettim. Köşede duran çiçekler yerlere saçıldı. Tornavidayı da poşete ekledim. Diğer komşular bowlingden hâlâ dönmemişlerdi. Poşeti gömerken beni kimse görmemişti, etrafta görgü tanığı yoktu anlayacağınız. Bu işi de tereyağından kıl çeker gibi halletmiştik.
Sabah kalktığımızda kocamı ölü bulacak, polisi arayacak, akşam içki içtiğimizi, sonra Robert’ın yorgun olduğu için erken uyuduğunu, benim de biraz sohbet ettikten sonra yattığımı, onun biraz daha televizyon izlemek için oturduğunu anlatacaktım. Salonda tablonun arkasındaki küçük kasayı açık bulduğumu ve içindeki mücevherlerin çalındığını söyleyecektim. Polis evden parmak izi alacak, komşularla konuşacak, dikkatlerini çeken bir şey olup olmadığını soracaktı. Kör bir adam hiç dikkat çekmezdi ki! Kör bir adam cinayet de işleyemezdi. Polis de böyle düşünür her zaman. Gözlerinden yaşlar bir an olsun eksik olmayan bu kadıncağız da kocasını öldürmüş olamazdı. İkinci bir emre kadar şehirden ayrılmamamızı isteyecekler ama her dosya gibi bu da tozlu raflara kaldırılacaktı. Yoksa Robert ile üçüncü cinayetimizi nasıl işlerdik?
Robert her cinayetten sonra belki artık beni görürler diye hevesleniyor, tekrar tekrar hayal kırıklığına uğruyordu. Aslında içten içe ben de artık yakalanmak istiyordum ama kadınları evlendikten sonra malı gibi gören onlara ilgi göstermeyi seks yapmak zanneden bu mahlukları teker teker öldürmek de zevk vermiyor değildi.
Ne yapalım? Burada biraz bekleyip yeni kurbanlar bulmak üzere yollara düşecektik yeniden. Ta ki bakan değil gören bir polis bizi fark edene dek.
Zeynep Öztekin Yıldırım
Коментарі