Metinlerarası Kitap’tan çıkan “Kaplumbağa Ayaklanması” yayınevinin ismine bir gönderme gibi metinlerarasılık ile anlamını başka metinlerle şekillendiren yedi öyküden oluşan bir ilk kitap. O vakit sorulara yazarın yolundan giderek John Steinbeck’in bir sözüyle başlayalım. “Ben çok kaplumbağa gördüm, hepsi de bir yere doğru giderler. Sanki akıllarına bir şey koymuşlar da, oraya doğru gitmek istiyorlarmış gibi.” Aklıma koyduklarımı soruya dökmeden önce öykülerinizde dövme, heykel, kartpostal, kâğıt tutacağı olarak karşımıza çıkan kaplumbağanın hayatınızdaki anlamını sorayım. Neden kaplumbağa ve kitabın ismi nasıl ortaya çıktı?
Modern yaşam çok hızlı akıp gidiyor. Biz daha çok zamanımız var sanıyoruz. Sonsuzluk ve Bir Gün öyküsündeki “Her şeye yetecek kadar çok şey yaşayacağını sanıyor insan, oysa başımıza gelenler ya da gelmesi muhtemel olanlar sadece küçük, kısacık bir öykünün konusu olabiliyor” cümleleri tam da bu durum için geçerli. Mevcuttaki dünya, ruhlarımızı yoruyor ve sandığımızdan çok daha az zamanımız var. Buradaki virgül bile soluklanma. Aynı şekilde Necatigil’in Sevgilerde şiirinin dizelerinde olduğu gibi
“Siz geniş zamanlar umuyordunuz
Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.
Yılların telâşlarda bu kadar çabuk
Geçeceği aklınıza gelmezdi.”
O yüzden evrimsel kodlarımıza dönüp yavaşlamalıyız. Kaplumbağa, bu yavaşlığı, dinginliği, içe dönüşümüzü temsil ediyor benim gözümde. Anı yakalamak için yavaşlamak elzem.
“Orada Olmayan Adam” kitabın ilk öyküsü ve beni kitaba bağlayan öykü, yazma ile okuma eylemlerini çokça düşündüren dokunaklı bir kurgu. Kitapları, “Sözcükler anlamlarını yitirinceye değin,” okuyan bir asker, giderek artan okuma seanslarını vakit geçirmekten çok “paralel bir evrene kaçış” olarak nitelendiriyor. Gizli gizli okuduğu kitaplar acaba yazarımızın da sevdiği kitaplar mı? Ümit Aykut Aktaş ne okur, nasıl okur?
Aslında o yıllardaki Ümit’le benzer kitapları okuyor öyküdeki karakter. Her beş yılda bir dönüşüyor, başkalaşıyoruz. Beğenilerimiz, sevdiğimiz yazarlar artık bize iyi gelmemeye başlıyor. Sonra bir yerde yine buluşabiliyoruz.
Bir çırpıda nefessiz saydıklarım:
Bozkırkurdu H.Hesse, Şeyler G.Perec, Yüzücü J.Cheever ,Koku P. Süskind, NewYorkÜçlemesi P.Auster ,Körleşme E.Canetti, Kör Suikastçı M.Atwood, Kendine Ait Bir Oda V.Woolf, Pasaport A.Samarakis ,Palyaço H.Böll, Küvette Unutulmuş Günce Stanislaw Lem, Mezbaha No:5 K. Vonnegut, Aylak Adam Y. Atılgan, Ay Sarayı Paul Auster, Kalecinin Penaltı Anındaki Endişesi Peter Handke, Yalnız Adam Ionesco, Allah Senden Razı Olsun Bay Rosewater Kurt Vonnegut, Aslan Asker Şvayk Jaroslav Hasek
Yazma becerimi kaybetmeye razıyım ama okuma arzumu asla yitirmek istemem.
Uyku ve rüyayı ortadan kaldırmaya çalışanlara karşı “umut” için bAğlantısızlara güvenilmesine çabalayanlar, hafta içi ve hafta sonunu bölüşenler tüm kitapta farklı öykülerde karşı karşıya geliyorlar. “Uyku olmazsa rüya da olmaz, rüya olmazsa hayal de olmaz. Hayal olmazsa umut da olmaz.” Yazarımız hangi tarafta? Yazın hayatındaki umudu, hayali, rüyası ne?
Okumaktan mutluluk duyduğum metinleri yazmaya çalışıyorum ve daha önce de belirtiğim gibi kaybetmekten en çok korktuğum şey; bizatihi okurluk. Bu arada bu bir öykü olsaydı, tekrarladığım için son söylediğimi silmem gerekecekti. Yazın hayatında ileriye dönük çok ciddi planlarım yok. Muhtemel bir iki öykü kitabım daha olacak, bir ya da iki, yüz sayfayı geçmeyen novella belki.
“Sonsuzluk ve Bir Gün” öyküsü kitaptaki diğer öykülerden çok başka bir yerdeydi. Size ait fotoğraflarla gerçeğe taşındığı için mi, gönderme yapılan filmin dokunaklı sahneleri gözümüzde canlandığı için mi bilemedim. Ümit Aykut Aktaş’ın gerçekliği ne? Kimdir? Bu öykünün hikayesi nedir?
Yakın dostum Mevsim Yenice, bu öyküyü okuduktan sonra şöyle demişti;
“Diğer öykülerdeki oyuncu, gerçeği büken ölümlerin aksine, Sonsuzluk Ve Bir Gün’de ayakları yere çok sağlam basan, bildiğimiz bir fani ölümü anlatılıyor. Sanki tüm öyküler bu öyküde ölümle kuracağımız o gerçekçi, üzgün ve yıkıcı bağı hafifletmek için kurulmuş, bu yüzden oyuna dönüştürülmüş gibi geldi bana. Kitabın tonunu bir anda değiştirdiğini düşündüğüm bir ayar butonu gibi hissettirdi.”
Sonsuzluk Ve Bir Gün, diğer öykülerden ayrılıyor. Otobiyografik tarafı ağır basıyor, klasik öykü kimliğine rağmen fotoğraflı bir metin oluşu onu diğer altı öyküden ayırıyor. Kitaptaki en kısa öykü olmasına rağmen boğazınızda bir yumru bırakıyor. Ablam hakikaten benzer süreçlerden geçmişti. Onunla o hayal ettiği tatili hiç yapamadık. Benim onunla bir tür vedalaşma öykümdü. En eski ve neredeyse hiç değişmeden kalan tek öykü.
Masallar ve distopik kitapların aynı kazanda piştiğini düşünüyorum. Ütopik bir toplum anlayışının anti-tezleri. Hayaller alemi, geçmiş, gelecek, rüyalar… Ağır adımlarla yürüyerek tavşanı yarışta yenen kaplumbağanın bir ayaklanma çıkarmasına şaşırmama ve kitabı merak etme sebebim bu kazandan çok yemek yediğim içindir. Masallarla aranız nasıldı? Çok büyük keyifle okuduğumuz bu distopik öyküler nasıl hayat buldu?
Çocukluk dönemimde masallarla büyüyen arkadaşlarım oldu, benim yakın çevremde pek masal bahsi geçmezdi. Sanırım tutunacak dal olarak çizgi romanları ve mizah dergilerini seçtim. Hayal gücüm ve kurgu iştahım bu noktada şekillenmeye başladı. Distopya klasiklerinin çoğunu doksanlı yıllarda okumuştum, yıllar sonra Pınar Üretmen’le distopyalar üzerine programlar yapmaya başlayınca, o eski kıyafetlerin bu sefer üzerime cuk diye oturduğunu hissettim. Tarifsiz bir mutluluk duydum. Fahrenheit 451, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, Otomatik Portakal’la yatıp kalkmaya başladım. Tabii bu metinlerin içine eser miktarda Barbarları Beklerken, Tatar Çölü ve New York Üçlemesi de girdi.
İlk öyküde karakterimiz “Kalemim bittiği için dün hiçbir şey yazamadım, artık sadece kalemimin ucuyla düşünebiliyorum,” diyor ve yazıcı odasından zar zor aldığı kalem ile yazmayı sürdürüyor. Siz nasıl düşünür, nasıl yazar, kurgularsınız?
Önce belirli sahneler oluşur zihnimde. Karışık sahneler. Dört numara, on bir, yedi, üç… Bu yapbozu doğru sıralama ile yerleştirmeye çalışırken, spiralli defterlerim, ajandam yardıma yetişir ve kalemimin ucuyla düşünmeye başlarım. Uymayan parçaları çıkarır ya da uyacağı başka bir yapboz için saklarım. Son aşamada diz üstü bilgisayar yardımıyla Word’e aktarma, bu bir tür dizgi aşamasıdır benim için. Sonra dosyayı kapatır ve bir süre unuturum. Kendimce son haline ulaştığını hissettiğim anda da dergilere gönderirim.
Bence bir öykünün özgünlüğü her gün duyduğumuz kelimelerle kitap satırlarında karşılaştığımızda verdiğimiz tepkiyle orantılı. “Topun Oyunda Olmadığı Süre” öyküsündeki karakteri biliyordum, olayları da ama kelimeler zihnimde çanların çalınmasına sebep oldu. “Olmuyorsa, Zorlama.” Kırmızı spreyle duvara yazılmış olan bu yazı beni karakter kadar sarstı. Niye yazıyorsunuz, bunu merak ettim ve niye öykü yazıyorsunuz?
Yazmamak gibi bir seçeneğim olsaydı bunu kesinlikle kullanırdım. Daha çok bir ağırlıktan kurtulma arzusu için, iyi geldiği için, içimdeki karanlığı susturduğu için, sadece bu işi yaparken kendimi daha akıllı hissettiğim için yazıyorum. Bu soruya Orhan Pamuk’un verdiği yanıtı da hep muazzam bulmuşumdur.
“İçimden geldiği için yazıyorum! Başkaları gibi normal bir iş yapamadığım için yazıyorum. Benim yazdığım gibi kitaplar yazılsın da okuyayım diye yazıyorum. Hepinize, herkese çok çok kızdığım için yazıyorum. Bir odada bütün gün oturup yazmak çok hoşuma gittiği için yazıyorum. Onu ancak değiştirerek gerçekliğe katlanabildiğim için yazıyorum.
Unutulmaktan korktuğum için yazıyorum. Getirdiği ün ve ilgiden hoşlandığım için yazıyorum. Yalnız kalmak için yazıyorum. Hepinize, herkese neden o kadar çok çok kızdığımı belki anlarım diye yazıyorum. Okunmaktan hoşlandığım için yazıyorum.
Kütüphanelerin ölümsüzlüğüne ve kitaplarımın raflarda duruşuna çocukça inandığım için yazıyorum.”
Bence yazarın entelektüel birikimi öykünün gizli kahramanıdır. Sizin kahramanınız oldukça fark ediliyordu. Öyküleri okudum, satır aralarını okudum. “Virgülden sonraki boşluk” başka başka kitaplar ve filmler ile doluydu. Ama bir de müzikler vardı. Güzel senfoniler, parçalar. Müzikli bir kitaptı sanki. Müziğin hayatınızdaki yerini merak ettim. Soruları hazırlarken bir müzik düşündüm. Yine masal kazanına düştüm. Rimsky-Korsakov’un Şehrazat eseri ile metni kaleme aldım. Teşekkür ederim.
Çok teşekkür ederim güzel ve derinlikli sorular için. Yeri geliyor filmlere, kitaplara ara veriyorum ama müzik hayatımdan hiç çıkmıyor. Folk rock, jazz, pop folk-pop soft rock, klasik müzik, soundtrack albümleri dışında TRT Radyo 3’ü sık sık dinliyorum. Spotify bana albüm dinleme alışkanlığı edindirdi. Ama giderek tekelleşmesi beni endişelendiriyor. Hâlâ kaset ve CD dinlerim. Uzun yürüyüşlerde sevdiğim parçalarla haşır neşir olurum. Ailece bir araya geldiğimizde bazen ben de onlara eşlik ederim, seslerimiz kötü ama ailede bunu bilen tek kişiyim. Derinlikli ve onore edici sorularınız için teşekkür ederim.
Söyleşi: Armağan Can
Comments