top of page

Şengül Can ile Devamsız'ı Konuştuk

Yazarın fotoğrafı: İshakEdebiyatİshakEdebiyat


Şengül Hanım merhaba. Kitabınızın ismi ile başlamak istiyorum. “Devamsız” kelimesi Anadolu’da sık sık kullanılan kopuk, parçalanmış anlamına gelen bir kelime. Siz bir de kitabın ilk sayfasında diğer anlamlarına değinmişsiniz. Kahramanlarınız daha çok hayata tutunamamış, parçalanmış yaşam hikayeleri üzerinden aktarılıyor. Kitabın isminin Devamsız olmasını bir de sizden dinleyelim mi, neden bu isim?

Devamsızı üç anlamlı olarak kullandım. Anadolu ağızlarında çokça ve münasebetsiz, olur olmaz konuşan kişiler için kullanılır. Bir diğer anlamı parçalı, kopuk. Son olarak da okuldan kaçan devamsızlar var. Bu üç anlamın öykülerimde; dilde ve öykü kişilerinde karşılık bulduğunu düşündüm.

Kitabınızın ilk öyküsü olan “Bahçede”, bağlarından kopmak, kendine hem bir gelecek hem de bir geçmiş yaratmaya çabalayan bir kadını anlatıyor. Kendinden farklı bir karakter olan “Bedia” ile yolu kesişen, onun gözleriyle dünyaya bakmak isteyen bir kadının hikayesini okuyoruz. Bu iki farklı hayatın kesişmesini aktarırken ait olamama kavramını da okuyucuya düşündürtüyorsunuz. İnsan nereye aittir, diye sorsam ne dersiniz?

Bahçede ilk öykü, kadın dostluğu ve dayanışması üzerine. Bir kadının geçmişinden de uzaklaşıp kendini bulma, kurma yolunda karşısına çıkan başka bir kadınla dostluğu. Birbirlerinden aldıkları güçle yaşama tutunmaya çalışıyorlar. Öykü kişisi kendi olmaya çalışıyor belki böyle bir yerde ait hissedecek kendini bir şeylere. Ya da sürekli kurup yeniden yıkıp kuracak. Bir arayış belki. Sanırım en çok nereden yıkılırsak oradan aramaya başlıyoruz. Çözmeye çalışıyoruz.

İster taşrada ister kentte geçsin öykülerinizin temelinde hep insanın iç dünyası var. İnsanı zamandan ve mekandan bağımsız şekilde ele alışınız, kitabın bütününde dikkat çeken unsurlardan biri. Olaydan çok karakterlere yoğunlaşan bir öykü dünyası hakim kitaba. Bu bağlamda öyküleriniz nasıl şekilleniyor, karakterlerin ortaya çıkışlarında sizi tetikleyen meseleler nelerdir, bahsetmek ister misiniz?

Öncelikle karakter beliriyor bende. İnsanlar üzerine çok düşünmem, gözlem yapmamın etkisi var sanırım. Karakterlerimin iç dünyalarını, düşünceleri, çelişkileri anlamaya çalışıyorum. Gerek seçtiğim öykü kişileri gerek olaylar ile ilgili çokça soru alıyorum. Bende sık sık bu konuyu düşünüyorum. Geçenler de rastladığım bir cümle bu konudaki fikrimi yansıtıyor. Nereden duydum hatırlamıyorum. Ama aynı cümle ile bu sıralar okuduğum AnnaKarenina’nın ilk cümlesi olarak yeniden karşıma çıktı. Bence müthiş bir ilk cümle. “Bütün mutlu aileler birbirine benzer, her mutsuz ailenin mutsuzluğu kendine göredir.” Buna ek olarak da aslında sıradan görünen insanında derinlikli bir iç dünyası olabilir. Anlamaya zaman ayırabilirsek.

“Hayatımdaki Kurabiye” öyküsü kitapta en sevdiğim öykülerden biri oldu diyebilirim. Burada kurabiyenin temsil ettiği bir şey var. İnsanın kendi elleriyle var ettiği bir “şeyin” kendini nasıl ele geçirdiğine dair simgelerle örülü bir öykü okuyoruz. Öykü üzerinden konuyu bir başka yere de taşımak istiyorum biraz. “Kadın” olma mevzusuna. Kadın ailenin, toplumun içinde nasıl yer açabiliyor kendine. Esiri olduğu kurabiyeleri parçalayacak duruma ve onlarla mücadele edebilecek gücü nasıl bulur kendinde?

Öykü özellikle kadınlar ve lgbti+lar tarafından çok sevildi. Biz kadınlar ve lgbti+larhangi ekonomik sınıftan olursak olalım. Ortak dertlerimiz var patriyaka ile. Bazı çevrelerin Feminist mücadelenin sınıfsallığından anlamadıkları şey de bu. Biz her yerdeyiz. Hepimiz şiddet görüp, tehdit alıp sömürülüyoruz. Kadın olmak, lgbti+olmak politik bir mesele. Öykü kişilerim genellikle kabuğu kırma yolundaki kişiler. Kendi var oluşlarını sorgulayan, özgürleşmek uğruna konfor alanında çıkan ya da çıkmayı başaramayan. Bunu göze alamayan. Kurabiye orada kadın öykü kişisinin etrafını saran ataerkil dünyanın tamamını temsil diyor. Daha yakın anlamda ise bir çeşit flört şiddeti. Kadın öykünün sonunda kendisini çeviren kabuğu kırıyor. Tüm tedirginliğine, korkularına rağmen dışarı çıkmayı başarıyor.

Öykülerinizin hemen hepsinde dikkatimi çeken temalardan biri de “zaman” kavramı. Zamanın dışına çıkmak ve zamanın içinde kalmak/hapsolmak neredeyse bütün öykülerde karşımıza çıkıyor. Zaman kavramı sizin için ne ifade ediyor. Öykülerinizdeki yeri nedir?

Hem teknik bir karşılığı var. Hem de çok bireysel. Yani öykü kişilerinin ruh halleriyle de ilgili. Benim öyküye ve hayata bakışımla da ilgili. Biçim ve içerik üzerine birlikte düşünüyorum. Biçimde neyi neden yaptığımı, yapmak istediğimi sorguluyorum. Bunun cevabı sezgisel de olabiliyor. Ama mutlaka bir karşılık buluyor. Burada seçtiğim öykü kişileri ve onları anlatma, aktarma arayışım dil ve zaman konusu üzerine de yeniden yeniden düşünmeme neden oluyor.

Çocuk kahramanların gözünden aktarılan hikayeler var kitapta. Masal Bitti, Ağaç Ev, Leopar ile Antilop gibi. Toplumun en küçük birimi aile içinde bu çocukların yaşadıkları aktarılıyor okuyucuya. Aileyi bir arada tutalım derken fark edilemeyen çocuklar, aile sırlarının altında ezilen çocuklar, kimse tarafından acıları anlaşılmayan ve delirmenin eşiğine gelmiş çocuklar. Çocukların dünyasıyla hayata baktığınız bu öyküler için neler söylemek isterseniz?

Amacım çocukların dünyalarını anlatmak değil aslında. Çocuk anlatıcılara çokça yer vermemin nedeni çocukların gözlem güçleri. Daha detaycı, daha muzip, daha konudan konuya atlayan, büyüklerin kuramadığı bağlantıları kuran, bunu tam da aile içinde dediğiniz gibi aile bireylerinin onları fark edemediği zamanlarda yapan bir halleri var. Bu anlamda benim öykü ritmim, belki de zihnimin çalışma biçimi çocuklara daha yakın sanırım. Onların gözüyle bakmayı seviyorum bu nedenle. Diğerine göre daha ilgi çekici geliyor.

Özellikle kadın karakterlerinizin durum ve koşullar ne olursa olsun hep bir şekilde kabuğunu kırmaya çalıştıklarını, kendilerine bir çıkış yolu aradıklarını, hayata karşı direnç gösterdiklerini gözlemliyoruz. Bu biraz olmasını istediğimiz, görmek istediğimiz direnç mi? Ne dersiniz?

Açıkçası kurgusal bir şey yapmadım. Bir karakter üzerine düşünürken özellikle direnç göstersin diye düşünmedim. Seçtiğim öykü kişisi nasıl bir kişi. Onu iyi tanımak gerekiyor. Olaylara karşı nasıl bir tepki verir. Öykü kişisi üzerine tutarlı düşünmeye çalışıyorum. Ataerkil dünyanın çıkışsız bıraktığı kadınlar var elbette. Onlar da yazılıyor zaten. İlk kitabım Sarkaç’ta çıkışsız kişilere de yer verdim. Ama Devamsız’daki kadınlar kabuklarını kırma konusunda daha dirençli belki. Benim için de öyle kişisel bir yolculuk da olabilir bu. Bilmiyorum.

Öykülerinizi okuduktan sonra “Dil” üzerine kafa yorduğunuzu, bunun için emek sarf ettiğinizi düşündüm. Dile bakış açınızdan bahseder misiniz biraz?

Dil her zaman en önemli sanırım. Her şeyi anlatılabilir. Ama dil bizim yazar kimliğimizdir. Anlatılan şey ne olursa olsun. İster bireysel ister toplumsal. Yazarın dil üzerine düşünmesi gerekiyor. Dile yaslanmayan bir edebiyatı ben en başta bir okur olarak kabul edemiyorum. Ayrıca hiçbir şey birbirinden bağımsız değildir. İçerik de dil ile ilişkilidir. Yeni bir şeyler anlatırken anlatma biçimi üzerine de düşünmek gerekiyor. Ayrıca anlatmak istediklerimi “babanın dili” ile anlatmak mümkün olmuyor çok da. Bu nedenle dili bükmek, kırmak, deforme etmek, kimi zaman da dilden çıkmaya çalışmak bana daha yakın geliyor.

İki öykü kitabınız dışında “Bir Evi En Çok Ne Zaman Terk Edersin?” Adlı bir oyununuz olduğunu biliyoruz. Bu eseriniz “Yeni Metin Yeni Tiyatro Festivali 7” kapsamında okumatiyatrosu olarak okuyucuyla buluştu. Türlerin birbiriyle olan ilişkilerini, mesafelerini siz nasıl yorumluyorsunuz?

Türler arasında bir ayrım değil bir akışkanlık olduğunu düşünüyorum. “Bir Evi En Çok Ne Zaman Terk Edersin?” anlatı türüne yakın bir oyundu. Öykü yazdığım için yine oyun- öykü yapısında bir metin ortaya çıktı. Daha sonra “Pera’da Bir Ev” adında başka bir oyun yazdım. Şuanda bir uzun öykü üzerine çalışıyorum. Oyunlardan sonra sanırım. Karakterlerle daha çok zaman geçirmenin nasıl bir şey olduğunu öğrendim. “Pera’da Bir Ev” adlı oyundaki karakterler uzun öyküdeki kişileri de çağırdı. İki metin birbirine seslendi adeta.

8 Mart Dünya Kadınlar Günü yaklaşırken, kadın hareketine destek veren bir yazar olarak neler söylemek istersiniz?

Dayanışma, devam edebilmek için bir zorunluluk. Hayatımın her alanında büyütmeye çalışıyorum. Bu noktada birbirimizin üretimlerini de desteklemek önemli. Birbirinin varlığını destekleyerek var olmanın mümkün olacağına inananlardanım.

Mesela geçtiğimiz günlerde Devamsız’ı okuyan bir yazar arkadaşım Aslı E. Şeran’dan ‘yazan her kadın yazacak diğer kadınların teminatıdır’ diye bir teşekkür mesajı aldım. Bu mesaj beni mutlu etti ve düşündürdü. Ben de kendisine buradan teşekkür ediyorum.

Son olarak şunu söylemek istiyorum. Dayanışmayı yükseltirken feminizme kulak vermek gerekiyor, erkek şiddetini mezbahalarla da ilişkilendirmedikçe meselenin eksik kalacağını düşünüyorum.

Hem kendi adıma hem de İshak Edebiyat adına çok teşekkür ederim.

Sevgiler…

Aslı E. Şeran’ın konuya dair yazısı:


Söyleşi: Vildan Külahlı

Yorumlar


bottom of page