top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Şeyda Başer Eroğlu Yazdı- Ambalajsız Bir Sigara Paketi

1966’da Saraybosna'da doğan Miljenko Jergović Saraybosna Üniversitesi Felsefe Fakültesi'nin felsefe ve sosyoloji bölümünden mezun olmuş. Sanatçı, daha çok Bosna Hersek’le ilgili kısa öyküleriyle tanınsa da oyun, şiir, deneme ve gazete makaleleri de yazıyor. Bugün Zagreb yakınlarındaki bir köyde yaşayan yazarın eserleri yirmiye yakın dile çevrilmiş. Değinmek istediğim eser, savaş nedeniyle hem tarihi hem de çehresi değişen Bosna Hersek'in günlük yaşamını anlatan en başarılı öykü kitabı Saraybosna Marlborosu, 1994'te yayımlanmış. Bendeki kopyası Kutu Yayınları’ndan 2021’de çıkan on dördüncü baskısı. Eserin Erich-Maria-Remarque Barış Ödülü'ne ve Ksaver Šandor Gjalski'ye layık görülmesi yukarıda kullandığım “başarılı” sözcüğünü destekliyor. Bir dönem kitabın halkı pek çok açıdan tedirgin edebileceğine değin yapılan yorumlara Jergović, Cord’un sayfasında gayet basit bir açıklamayla yanıt vermiş. “Edebiyat aslında hakkında yazılması mümkün olmayan ya da yazılmaması gereken bir şeyi yazmaktır. Çünkü yazılması kolay, yazılabilecek, herkesin yazılmasını önerdiği bir konu hakkında yazmak aslında anlamsız. Hakkında yazılmaması veya tartışılmaması gereken şeyler yazılır.”

Bu röportajı okuyunca içinde bulunduğum çağın hâlâ savaş ve yıkımdan beslendiği gerçeğiyle yüzleşiyorum. Evet, diyorum, Saraybosna cehennemin en korkunç günlerini yaşadı. İnce detaylarına kadar tasarlanmış şeytani bir plan, hiçbir kaygı emaresi gösterilmeden uygulandı ve bu, yakın tarihin en uzun süren kuşatması ve soykırımıydı. Saraybosna, 1395 gün boyunca eski Yugoslavya'daki savaşın kanlı simgesi haline geldi. 1.500'ü çocuk olmak üzere 12.000'den fazla insan katledildi. 1992-95 yılları arasında Sırp güçleriyle Sırp kontrolündeki Yugoslav ordusunun kuşattığı Bosna’yı, su veya gıda malzemeleri için sokaklarda koşan sivilleri, etrafta ne kadar yüksek bina ya da tepe varsa her birinin ardında saklanan keskin nişancıları anlatan kitabı bitirince aklımda şu soru belirdi: Estetik ve etik nerede ayrılıyor? Bence kıyımın son sürat devam ettiği bu yüzyılda her hâlükârda etik, yazarların gözetmesi gereken, gözetmek durumunda olduğu bir kavram. Kafaları kuma gömerek, bütün sorumluluklardan azade bir estetik kabul edilemez gibi.

Yazar, Avrupa’nın “ötekisi” Yugoslavya’da yükselen milliyetçilik tımarhanesi bir yana hayata geçirilen bütün siyasi hamlelerin rasyonelliğini öykülerinde bir bir masaya yatırıyor. Öyküler politik kaygılara yönelik doğrudan göndermeler barındırmasa da yazarın gazeteci gözüyle inşa ettiği yaralı dünya bütün insanlığın tanıklığında meydana gelen gerçeklere yaslanıyor. Jergović'in "Mektup" öyküsü tam da bu özü barındırıyor. Hikâye anlatıcısı savaş yüzünden memleketini terk etmezden evvel herkes gibi sıradan bir hayat yaşıyor. “Aslına bakarsanız, savaşın şehrimdeki her şeyi paramparça etmesi ve tüm ritmi değiştirmesinden önce ben de böyle yaşıyordum. Korkunun beni tüm itibarımdan vazgeçmek zorunda bırakıp kendimi kaçmaya adamamdan önce.” (s.171) Anlatıcının geldiği yerle bağını koparmadığını düşünen insanlar, başka birine iletmesi için ona sık sık mektuplar bırakıyor. Eline son ulaşansa kapısında sigara içerken keskin bir nişancı tarafından öldürülen birine gönderilmesi için ona verilen, Tito yönetimindeki Yugoslavya döneminde (1948-1980) Saraybosna'ya yerleşen bir Afrikalı tarafından yazılan mektuptur. Afrikalı, Bosnalı arkadaşına yazdığı mektupta şehirden neden kaçtığını, sürgünde yaşadığı ülkenin insanlarının savaşı anlamasının ne kadar zor olduğunu anlatıyor. Mektubun sahibinin bir cevap yazısı yazamaması ifadenin tam anlamıyla trajik nedenlerden. Gerçekliğin kurgu kostümüyle sahneye çıktığı bir diğer metin “Mezar.” Yazar anlatıcıyla makalesi için bir konuyu araştırdığını söyleyen Amerikalı gazeteci arasındaki karşılaşma aynı zamanda gerçekliğin yan ürünlerini irdelemek isteyen iyi niyetli yazarlar için bir uyarı gibi. Öyküyü “İnsanlar neden vadiye defnedilmez bilir misin?” (s.105) sorusuyla açan anlatıcı yine kendi verdiği cevabı iki aşığın hikâyesine dönüştürüyor. Rasim’le Mara'nın hayatı, Saraybosna'nın savaş öncesi coğrafi ve dolaylı açıdan sosyokültürel unsurlarını birleştiriyor. Anlatıcı ölülerden ziyade yaşayanlardan bahsettiği bütün bu döngünün sonunda başlangıçtaki sorunun cevabını veriyor. “Yalnızca hırsızlar, çocuklar ve saklayacak bir şeyleri olan insanlar vadilere gömülür. Vadide yaşama dair bir şey kalmamıştır, zira vadiden hiçbir şey gözükmez.” (s.107) Jergović gazeteciliğinin ekmeğini yediği bu öykünün arka planında başarısız iletişime gönderme yapıyor. Mezarcı anlatıcı, röportajın tamamen amacından uzaklaştığı yerde şöyle söylüyor:

"Görüyordum, yazacağı bu yazının konusu eksikti ancak onu yazamazdı, zira ne yazabileceğini çoktan anlamıştı.” (s.109) Bu cümlenin “…zira ne yazabileceğini çoktan anlamıştı,” kısmı bana biraz kinayeli geliyor, ne yazacağımızı bildiğimiz şey aslında en kolay olan değil midir, bilemiyorum. Dünyayı gezmiş anlatıcı sonunda bu röportajdan ve Amerikalı gazeteciden sıkılıyor. “Ona, eğer anlamıyorsa insanların yüzüne daha az bakması gerektiğini söyledim, eşyalara baksın, tıpkı benim Amerika’dayken neon reklamlara bakıp ‘Bu nasıl ülke?’ dediğim gibi.” (s.109-110) Tıpkı bizim kitabın kapağına bakıp Saraybosna Marlborosu'nun ne olduğunu anlamadığımız gibi, en azından benim. Öykünün bana göre en can alıcı kısmı burasıdır, anlatıcının sigara paketini cebinden çıkardığı an. Savaş dönemindeki Bosna'da sigara paketlerine marka yahut logo basabilecek bir fabrikanın neden bulunmadığını “Sen şimdi buradan bizim, sigaraların üstünde hiçbir şey yazmayacak kadar zavallı ve mutsuz bir ülke olduğumuza kanaat getireceksin.” (s.110) sözleriyle okuru ve gazeteciyi tuzağına çeken anlatıcı hepimizi birden öldürmek için son hamlesini yapıyor. Aslında paketlerin içinde baskı vardır. Bazen film afişleri, bazen sabun kutuları, bazen de başka türlü reklamlar. İçindeki ambalaj anlatıcının deyimiyle “her zaman sürprizdir.” Ancak bu sefer anlatıcı da bir oyunun içine düşer. Bu özel sigara paketinin kağıdının içinde başka bir paketin kâğıdı saklıdır: Saraybosna Marlborosu. Bütün bunların dışında bence daha da çarpıcı olan “başarısız bir kürtajın ardından” yine de dünyaya gelen fakat saflığı yüzünden günlük ihtiyaçlarını bile karşılamayı başaramayan Slobodan’ın hikâyesi. Her taraftan düzinelerce mermi yağdığı bir an, hasta bir adamı şehirde amaçsızca dolaşırken yakalayan habercilerin büyük bir beklentisi vardır. “CNN, savaşa dair Saraybosna’dan yaptığı ilk haberlerinden birinde, Slobodan’ı, etrafına bombalar düştüğü sırada büsbütün bir huzur ve kaygısızlık içinde şehirde yürürken gösterdi. Kamera onu yetmiş metre kadar takip etti. Muhabir; masum bir Saraybosnalının patlamayla hayatını kaybettiği ânı yakalamayı istiyordu.” (s.79) Bu öyküden sonra kitabın sayfalarında dolaşırken göğsümün ortasına yerleşen külçenin ağırlığıyla bir süre yazarların hikâyelerin arka sokaklarında dolaşırken nesnel gerçekliğe nasıl tepki verdiklerini düşünüyorum ya da bu gerçekliği nasıl reddettiklerini. Jergović, yazar olmasının yanı sıra hem sosyolog hem de filozoftu. O, bu gerçekliği farklı şekillerde tanımlamış olabilir miydi? Eser üzerine yazmadan önce bu konuyu ele almak yahut en azından profesyonel bir şekilde yazmak için biraz çaba sarf etmem gerektiğinin farkındaydım çünkü bana göre bu acımasız gerçeklik karşısında taşa dönmemek kesinlikle çok zor.

Jergović, öyküleri boyunca kendi kültüründen pek çok unsuru, isimler, mahalleler, aileler, ulusal vurgusu yapmadan, etnik bir dayatma olmadan veriyor. Elbette bu, kültürel farklılıkla ilgili bir hikâye olmadığı anlamına gelmiyor.

Eserdeki karakterler kaçış motifinde birleşiyorlar. Kuşatma nedeniyle şehirlerini terk edenler, önceki yaşamlarıyla bağlantı kurmak istedikleri bir şeyi pek çok eşyanın içinden seçmek zorundalar. Dolayısıyla “Kör” öyküsünde Zoran, yanına alacağı iki kitap arasında seçim yapmak zorunda kalıyor: Travnik Günlüğü ve İncil, çünkü valizinde ​​daha fazla kitaba yer yok.

Jergović’in öykülerini ortak bileşenlerine göre gruplandırabilirim. Otokurgu ya da portre öykülerinde genellikle aile, mahalle, aşk konuları işlendiğinden “Yüzük, Soygun, Kaktüs, Gezinti”, savaşın siyasi nedenlerinin anlatıldığı “Mektup”, ahlak anlayışına “Saksofoncu” ve medeniyet bahsine “Kütüphane” öykülerini yerleştirmek mümkün. “Gezinti” öyküsü, kitabın ilk kurmacası, savaşın ima edildiği bir metinken diğerlerinde savaş, karakterlerin hayatındaki kırılma noktasıdır.

Öykülerin pek çoğunda zamanın ikiye ayrıldığı görülüyor. Savaştan önce ve sonra. Barış zamanında başlayan hikâye, ortada bir yerde veya hemen sonrasında savaşa evriliyor. Böylece karakterler arasındaki ilişkiler, eşyaların ve yerlerin tarihleri ​​kökten değişiyor, kadim arkadaşlıklar düşmanlığa dönüşürken (Sakal) ya da tam tersine bir gelişim gösteriyor (Soygun) Aşıklar ayrılıyor (Kaktüs, Boşnak Güveci), gül bahçeleri bostana (Gospar), safdiller kahramana (Slobodan), çizgi roman tutkunları savaşçıya (Çapkın Çiko), müsrif Çetnik dükleri zavallıya (Voyvoda), saksofoncularsa askere (Saksafoncu) dönüşüyor. Bu değişim girdabından çok az insan kurtuluyor.

Öykülerin kiminde hikâyenin ya da karakterin karikatürize edilmesi dikkat çekiyor. “Gong” da ana karakter Mişo, vatmanların çaldığı her çan sesiyle boksörlerin gardını aldığı zamanlardaki gibi kollarını yüzüne siper ediyor. “Voyvoda”da zorbalığıyla bilinen Musa “Şimdi göreceksiniz Musa derinizi nasıl yüzermiş.” (s.135) cümlesiyle etrafına korku salarken tanıdık tanımadık herkes onun gazabından nasibini alıyor. Bu özelliği onu savaşın başlamasından hemen sonra Zenica yakınlarındaki tek Sırp köyünün Çetnik komutanı yapıyor.

Saraybosna Marlborosu'nda Jergović, yukarıda saydığım özelliklerin dışında kimi öykülerde gazeteciliğinin de etkisiyle makaleyle deneme arasında gidip geliyor. Öykülerdeki deneme niteliğindeki yaklaşımlar, kimi yerde halk hikâyelerinde görülen duygusallığın ön plana çıkması, birkaç öykünün veciz bir üslupla bitirilmesi onları öykü türünden uzaklaştırmıyor değil. (Kaktüs, Gospar, Akbaba, Bahçıvan, Koloni, Fotoğraf, Mektup, Saksafoncu, Kütüphane)

Sıraladığım bütün bu olumlu ve olumsuz yanları bir kenara bırakacak olursam kitabı kapattığımda onca kıyımdan sonra kalbimde Saraybosna’nın yanıp küle dönüşen kütüphanelerinin üzüntüsünü hissediyorum. Viyeçnitsa Kütüphanesi’nden bir kitabı kurtarmışım da şimdi parmaklarımın arasında tutuyormuşum gibi bir his. “Kütüphane” öyküsünün anlatıcısının bana seslenen son cümlelerini tekrar okuyorum.

“Oradaki kitaplar bütün bir sabah ve gece boyunca yanmaya devam etmişti. Bütün bunlar, tam bir sene evvel duyulan o ıslık sesinin ve peşinden gelen patlamadan sonra yaşandı. Belki de tam da bu satırları okuduğun gün. Kitapları şefkatle okşa ey yabancı! Ve hatırla, onların tozdan ibaret olduklarını.” (s.189)


Şeyda Başer Eroğlu

0 yorum

Comentarios


bottom of page